« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

02 Mar

2020

Kazım Karabekir’den İdlib dersi

Dr. Mehmet Perinçek 01 Ocak 1970

İdlib’de yaşanan gelişmeleri anlamak için 15 Kasım 2015’ten bugüne süreci kısaca özetlemek faydalı olacak.

15 Kasım 2015 mutabakatı

15 Kasım 2015'te G-20 zirvesinin toplanmasından faydalanarak Erdoğan ve Putin, Antalya’da ikili bir görüşme gerçekleştirmişlerdi.

Görüşmenin önemli bir gizli gündemi vardı. Hatta bu gündemden Putin’in dahi haberi yoktu.

Erdoğan, Rus mevkidaşına “Volodya” (Vladimir’in samimi ifadesi) şeklinde hitap ederek Türk Ordusu'nun Suriye topraklarına yönelik bir harekat başlatacağını belirtti.

Rusya Devlet Başkanı, Erdoğan’ın bu sözlerini “gözümüzü kapatırız” diyerek cevaplandırdı. Moskova, Türkiye’nin sınır ötesi operasyonuna yeşil ışık yakmıştı.

Aslında Astana süreci, daha o tarihlerde başlayacaktı. ABD’nin inisiyatifinin dışında, hatta kurmak istediği Kürt koridoruna müdahale için iki ülke anlaşmıştı.

Uçak kriziyle sabote edildi

Ancak bu anlaşmanın üzerinden 10 gün geçmedi, 24 Kasım 2015 Salı günü Rus Su-24 uçağı düşürüldü.

AKP iktidarından “gerekirse bir daha düşürürüz”, “emri ben verdim”, “NATO müdahale etsin” sesleri yükseldi.

Putin ise “arkadan hançerlendik” diyecekti. O zaman bu genel bir söylem gibi anlaşıldı ama Rus liderin kastettiği 15 Kasım'da varılan mutabakattı.

Ne olmuştu da dokuz gün önce iki lider, Suriye’ye Türk Ordusu'nun girmesi konusunda anlaşmışken savaşın eşiğine gelinmişti?

Bölgenin kaderini değiştirebilecek mutabakat, bir anda sabote edildi. Mutabakatın bozulmasının ötesinde Türkiye ve Rusya, çok ciddi bir cepheleşmenin tarafları haline geldi.

Yazılarımızda çok kez ifade ettik. Tarihten günümüze Türk-Rus çatışması, her zaman iki ülkenin aleyhine sonuçlar doğurdu.

Bu çatışmadan kazanan ise hep Batı oldu. Hatta Batı’nın bölgedeki planlarını hayata geçirmesi, hep bu çatışmanın kışkırtılmasına bağlıydı.

Davutoğlu’nun “stratejik derinliği”nin zemin hazırladığı, FETÖ’cü pilotların sabotajı ve ardından Ankara’nın büyük devlet adamlığından yoksun tavrı, Kürt koridorunu kurtardı. Üzerine üstlük Türkiye, potansiyel müttefiklerinden oldu.

ABD, kestaneleri ateşten alma işini Rusya’ya ihale ediyordu. 15 Temmuz’un “start” düğmesine bu operasyonla basıldı.

Türkiye, yalnızlaşacak; Rusya da ABD’nin Türkiye’de “yeni bir hükümet kurulması projesi”nde Washington’un tuzağına düşecekti.

Vatan Partisi’nin Moskova’daki uyarıları sonuç verdi. ABD’nin Türkiye’de FETÖ üzerinden uygulamak istediği plan anlatılınca, Rus tarafının konuya bakışı değişti, özür dilenmesi durumunda Ankara’yla yeniden masaya oturulabileceği fikri hâkim hale geldi.

Ankara da üzerine düşeni yapınca, hatta Davutoğlu da başbakanlıktan alınınca ilişkiler tam düzelmeye yüz tutmuşken bu sefer sadece Türkiye değil, tüm bölge 15 Temmuz Amerikancı darbe girişimiyle karşı karşıya kaldı.

Bu tehdidin savuşturulması Türk-Rus ilişkilerine hız verince, 15 Kasım 2015 tarihli Suriye mutabakatı tekrar gündeme oturdu.

ABD inisiyatifi kırılıyor

Astana süreci, uçak kriziyle sabote edilmiş olsa da gecikmeyle başlamış oldu. İki ülkenin birbirine ihtiyacı belirleyicilik kazandı. Ama karşı cephe rahat durmadı.

Karlov suikastıyla ABD inisiyatifi dışındaki bölgesel işbirliği tekrar bombalanmak istendi. Ancak iki ülkenin olaya doğru yaklaşımı, bu girişimi de sonuçsuz kıldı.

Gel-gitleriyle bu süreç, sonunda Soçi mutabakatıyla taçlandı. ABD’nin BOP projesi tarihe gömüldü. Türkiye ve Rusya’nın bölgede birlikte hareket ettiği koşullarda ABD planlarının başarı şansı yoktu.

Bu denklemi tersine çevirmek de Türk-Rus ilişkilerinin bozulmasına bağlıydı.

Libya’da çatışma senaryosu da tutmadı

Washington ve bilumum kuyrukçuları, Libya’yı fırsat olarak gördüler. İçeriden dışarıdan fitne girişimleri, Libya’da da sonuç vermedi. Nesnel çıkarlar ve iki ülkenin birbirine muhtaç olması, Libya sorununda da belirleyici oldu.

İlk önce iki ülkenin liderleri anlaştı. Moskova’da ateşkes görüşmeleri başladı. Atlantik cephesi, yine kendi inisiyatifi dışında hareket edilmesini engellemek için harekete geçti.

Atlantik cephesi Halife Haftar üzerindeki etkisini kullanarak bu süreci baltalamaya çalışsa da Türk-Rus işbirliği, sorunun çözülmesinde tek seçenek olduğunu ortaya koydu.

Türkiye-Suriye temasları ve Süleymani’nin öldürülmesi

Libya görüşmelerine paralel Türkiye ve Suriye istihbaratı, en üst düzeyde Rusya’nın arabuluculuğunda bir araya geldi. Bunun kamuoyuyla resmî olarak paylaşılması, Suriye sorununun kökten çözünü açısından umut ışığı oldu.

Bu umut ışığı, Atlantik cephesi açısından da yolun sonuna işaret ediyordu.

O dönemde dünya bir de Süleymani’nin öldürülmesiyle sarsıldı. Onun “günahlarından” birini de yeni öğrendik.

ABD’nin New York Times gazetesinin yazdığına göre Birleşik Arap Emirlikleri, Eylül 2019’da Washington yönetiminden habersiz İran ile gizli görüşmeler yapmış ve görüşmeler, ABD saldırısında öldürülen Süleymani tarafından planlanmıştı. ABD, kendi inisiyatifi kırıldıkça deliye dönüyordu.

İdlib’de yeniden gerilim ve merkezkaç kuvvetler

İşte tam bu zamanda, yani Suriye ve Libya meselelerinde Türkiye’yle Rusya’nın inisiyatifi ele aldıkları sırada, bir hafta geçti geçmedi, aynı uçak krizinde olduğu gibi, bir cepheleşme durumuna geçildi. Rus subayların öldürülmesi, ardından Mehmetçiklerin şehit edilmesi yeni bir krizi doğurdu.

Ancak her üç ülke, Türkiye, Suriye ve Rusya, açısından da geçerli bir kanun var. Hatta bu kanunu, ABD’nin hedefindeki her ülke, her bölge için de kabul edebilirsiniz. En basit şekilde formüle edelim.

Bütün merkezkaç kuvvetler, dolaylı ya da dolaysız ABD’nin enstrümanıdır ve adı, sanı, ideolojisi, niyeti ne olursa olsun emperyalist planlara hizmet eder, bölgenin huzur ve refahının karşısındadır.

Merkezkaç kuvvetler, fay hatlarını tetiklemektedir, ABD’nin hedefindeki bir ülkede yaşanacak kırılmanın diğer ülkelere sirayet etmemesi mümkün değildir.

Hatta Suriye’de bölücü ya da yobaz herhangi bir merkezkaç iktidar odağı diğerinin de yaşam garantisidir.

Zaten Astana sürecinin temel ilkesinin Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanması olması da bundan kaynaklanıyordu. Öyleyse merkezin merkezkaçı tasfiyesi, her üç ülkenin de lehinedir.

Bu, ülke liderlerinin siyasetleri açısından da turnusol kâğıdı işlevi görmektedir. Ne kadar merkezkaç kuvvetlerin tasfiyesinden yanasın, o kadar vatanseversin; ne kadar merkezkaç kuvvetleri destekliyorsun, o kadar ülkenin milli çıkarlarının karşısında yer alıyorsun.

Çıkar çatışması yok

Bakın burası çok önemli: Türkiye liderinin tutumu, ilk önce Türkiye’ye karşı sorumluluğundan kaynaklanmaktadır, Rusya’ya ya da Suriye’ye karşı değil. Rus ve Suriyeli liderlerinki de.

Daha açık şekilde ifade edecek olursak Putin, bölücü güçlerin tam tasfiyesini ne kadar geciktirirse, o kadar kendi ülkesinin çıkarlarına ihanet etmiş olur.

Erdoğan da İdlib’deki terör odaklarını ne kadar kollarsa, o kadar Türkiye’nin çıkarlarına zarar verir. Aynısı Esad için de geçerlidir.

Dolayısıyla Suriye’de ülkeler arasında nesnel olarak bir çıkar çatışması yoktur. Ülkelerin birbirlerine vermesi gereken tavizler de yoktur.

Türkiye, Rusya ve Suriye arasında yaşanan her çatışma, ülkelerin ters düşen çıkarlarından değil, öznel sebeplerden kaynaklanmaktadır.

ABD’nin teslim alma operasyonu

Kuşkusuz dışardan müdahaleler, tertipler de söz konusu olabilir. ABD’nin çöken Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) can suyu olabilecek tek şey geriye kaldı.

O da Türkiye’yle Suriye ve Rusya’yı çatıştırmak, Türkiye’yi müttefiklerinden yoksun bırakarak yalnız kalmasını sağlamak.

Washington’un “Türkiye’nin yanındayız” yalanları da bu stratejinin bir parçası. Resmin tümüne baktığımızda bunu rahatça görmek mümkün.

Yoksa ABD, stratejik ortağı PKK/PYD’den vazgeçmiş değil. Doğu Akdeniz’de de tam anlamıyla Türkiye’nin karşı cephesinin başoyuncusu olmaya devam ediyor. Aynı ABD, “Yüzyılın Antlaşması”nı da daha yeni ilan etmedi mi?

Türkiye, her cephede ABD’yle karşı karşıya iken sadece Rusya ve Suriye karşıtı bir çatışmada Türkiye’nin yanında gözükmesinin bir sebebi var.

Amaç, Türkiye’yi kolay lokma haline getirip, diğer taraftan da ekonomik tehditleri/operasyonları harekete geçirerek teslim almaya çalışmak.

Şam’la temas ve göç dalgası

Ancak bu krize zemin oluşturan içerden kaynaklı nedenler de var. Bunun başında da AKP iktidarının ısrarla Şam’la gerektiği gibi doğrudan temas etmemesi geliyor.

Şam’la temas kurulmayınca Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanması ve buna bağlı olarak Türkiye’nin milli güvenliğinin garanti altına alınması süreci, dışarıdan tertiplere açık hal kazanıyor.

Ayrıca İdlib konusunda bir göç dalgasını engelleyecek olan da Şam’la işbirliği. Ankara’nın Şam’ı toprak bütünlüğünü sağlamaktan alıkoyması olanaksız.

Devlet devletse, doğası gereği bunu yapacaktır. Bu, devlet refleksidir. Orada sen de varsan, sürecin içinde bulunursan, birlikte planlarsan o göç dalgasını engellersin.

Türkiye’nin, Şam’ın kendi toprak bütünlüğünü sağlama iradesini engelleme şansı yoktur (bunda çıkarı da yoktur), ama Şam’la birlikte hareket ederek o sürecin planlanmasında bulunarak ve gerekli tedbirlerin alınmasını sağlayarak göç dalgasını engelleme imkânı vardır.

Altıncı kol faaliyetleri

Bunlarla birlikte her üç ülkede de işbirliğini baltalamak isteyen güçler olduğunu belirtmek gerekir. Rusya’da açıktan Batıcı çizgiye sahip güçler, beşinci kol olarak nitelendirilebilir, izole durumdadır ve bunların devletin politikalarını etkileme şansı yok denecek kadar azdır.

Ancak Putin’in çevresinde kümelenmiş liberal bir takımın olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu altıncı kol faaliyeti (basın içinde de yuvalanmıştır), Türkiye’yle krizlerin pususuna yatmıştır.

Türkiye’de bu eğilim kendini mezhepçilik üzerinden gösterirken, Türkiye’yle yaşanan sorunların üstüne körükle gidenler, Suriye’de de yok değildir.

Kendilerinin de bu tür yalanlarla karşı karşıya kalmasına rağmen Suriye parlamentosunda emperyalist Ermeni soykırımı yalanının kabul edilmesi, bunun örneklerinden biridir.

Yapılan bir hata, iki ülkenin çıkarlarına mugayir, karşılıklı diğer hataları tetiklemektedir. Şehitlerimizle yaşadığımız acı, böyle bir kısırdöngünün sonucudur.

Sözde “milliyetçi” sloganlar

Her üç ülkede de içerden bu kışkırtmalar, sözde “milliyetçi, yurtsever” sloganlarla süslenmektedir.

Oysa güçlü düşmanın karşısında yalnız bırakmak, önüne daha büyük sorunlar çıkartarak esas tehdit karşısında zaafa uğratmak, hatta esas tehditten dikkatleri çekerek enerjini ortak çıkarlara sahip olduğun potansiyel dost kuvvetler karşısında harcamak, bu ülkelere verilecek en büyük zararların başında gelmektedir.

Sinsi emperyalist kuvvetleri bayram ettiren bu politikaları, “Ankara’dan bakmak”, “ne o, ne bu” diye yutturmak mümkün değildir.

Hele bir de “ABD ve Rusya anlaştı, Türkiye’yi bitirecekler” gibi hayat ve olgulardan tamamen kopuk komik komplo teorileri de bu çizgiyi kurtarmıyor.

Tehdidi güçle dengelemek

Kesin olan bir şey varsa, o da savaşın güçle kazanıldığıdır. Karşınızdaki tehdidi dengelemek için içerde birleşik bir güç yaratmak şarttır.

Ama tehdidin büyüklüğü, uluslararası ittifaklar zinciri inşa etmeyi de gerektirir. Bu, her hâlükârda savaşın maliyetini ve kayıpları azaltmanın da yoludur. Bu ittifakalar manzumesinin ortak çıkarlar temelinde yaratılacağını belirtmeye gerek yok sanırım.

Yukarıda Türkiye’nin çıkarlarının kimlerle ortak, kimlerle zıt olduğunu ifade ettik. Böylesine açık bir tabloda “ne o, ne bu” politikası Ankara’dan bakmak dışında, niyetine göre başka her yerden bakmaya benzemektedir.

İstiklal Savaşı tecrübesi

Türkiye’nin İstiklal Savaşı tecrübesi ve kurduğu uluslararası ittifaklar, bu konuda önemli derslerle dolu. “Ankara’dan nasıl bakmak” gerektiğini, Ankara’yı Ankara yapanlardan öğrenebiliriz.

İstiklal Savaşı’nın başarıya ulaşmasında esas rolü, şüphesiz “milletin kendi azim ve kararı” oynamıştı. Türkiye “önce kendi gücüne önem” vermişti, ama Mustafa Kemal Paşa’nın dediği gibi, “düşmanlarımızın sayısının çokluğunu dikkate alarak kuvvet ilave etmek farz” olmuştu.

Kafkasya, hammadde kaynaklarına ve özellikle de petrole sahip olması, Karadeniz’den Orta Asya açılan yolların üzerinden geçmesi ve Türkiye ile Rusya arasında bir tampon bölge oluşturması açısından dünyanın paylaşım mücadelesinde stratejik bir role sahipti.

Başta İngiltere olmak üzere İtilaf Devletleri, bu mücadeleden galip çıkmak için Kafkas Seddi planını ortaya koyarken, Türkiye ve Sovyet Rusya ise kendileri açısından hayati önem taşıyan bu planı bozmak için askeri işbirliğine gitmek zorunluluğuyla karşı karşıya kalmıştı.

Ankara’nın bu askeri işbirliği politikası, doğuda bir dayanak noktası yaratarak ülkenin batısını kurtarma stratejisine dayanıyordu. Aslında İstanbul’un kurtuluşu ve Yunan işgaline son verilmesi buna bağlıydı.

Güney Kafkasya’daki işbirliğinin iki önemli ayağı Ermenistan ve Gürcistan’da cereyan etti. İki ülkedeki İngiliz işbirlikçisi hükümetlerin ortadan kaldırılması ve buralarda Sovyet iktidarlarını oluşturulması Ankara ve Moskova’nın ortak planı haline geldi.

Ayrılık noktaları değil, ortak çıkarlar

Türk Ordularının ve Kızıl Orduların ortak harekâtlarıyla ilk olarak bu hedefe Ermenistan’da ulaşıldı.

Ancak gerek Batı’nın kışkırtmalarıyla, gerek Rusya ve Türkiye’nin içinden girişimlerle, gerekse de Taşnakların Türk ve Kızıl Ordularını birbirlerine düşürme çabalarıyla bu süreç sabote edilmeye çalışıldı.

Ne de olsa yüzyıllardır, özellikle Kafkasya’da devam eden rekabetin tortuları da vardı.

Ancak iki ülkenin askeri ve siyasi liderleri, Türkiye’nin savunmasının Rusya’nın savunması, Rusya’nın savunmasının da Türkiye’nin savunması olduğunu gördü.

Bu gerçekler kavranınca ayrılık noktaları değil, ortak çıkarlar ön plana çıkmış ve işbirliği daha da sağlamlaşmıştı. İki ordu arasında çıkan sorunlar, bu anlayışla aşılabilmişti.

Kazım Karabekir’in Batum krizindeki rolü

Aynı askeri işbirliği, ardından Menşevik Gürcistanı’nda da hayat buldu. İngiliz işbirlikçisi Menşevik iktidarı yıkılmıştı ama bu sefer de Batum’da iki ordu karşı kaşıya kaldı. Ufak çatışmalara ve karşılıklı ölümlere kadar varacak bir kriz ortaya çıktı.

O sırada da iki ülke heyetleri, Moskova’da görüşme halindeydi. Batı açısından Moskova’da bir antlaşmanın imzalanması, planlarının mahvolması anlamına geliyordu.

Türkiye ve Rusya’nın Batum’da birbirine girmesi, Batı açısından tek çareydi. 16 Mart 1921’de Moskova Antlaşması imzalandı ve Batum Sovyet tarafına bırakıldı. Fakat kriz, şehirde hala iki ordunun da bulunması sebebiyle devam etti.

Batı da bir taraftan Ankara’ya Türkiye’nin himayesinde Rusya’ya karşı Kafkasya Federasyonu projesini dayatıyordu.

Sonuç olarak Türk Ordusunun Antlaşmaya uyarak Batum’dan çekilmesiyle sorun çözüldü.

Krizin aşılmasında Kazım Karabekir’in sağduyulu ve meseleye Ankara’dan bakan tavrı, önemli rol oynadı. 27 Mart 1921’de Mustafa Kemal’e gönderdiği mektup, bu bakışın bir özeti niteliğinde:

Londra konferansının içyüzünün, Rus ve Gürcü savaşında Türkleri Kafkas emelleri peşine saldırıp Gürcülerle bağlaşık olarak Ruslara karşı savaş açmak ve böylece Türkiye’yi ateş çemberi içinde eritmek ya da hiç olmazsa Gürcülere karşı Ruslarla birlikte hareketten alıkoymak için bir oyun olduğu artık gün gibi ortaya çıktı. İtilaf’ın Kafkas oyunu çoktanberi sarih görerek can çekişen Menşevik Gürcü hükümetiyle anlaşılmasına ve hatta Kafkas Konfederasyonu yapmaya kadar varılmasını ve Batum işgalinin de Millet Meclisince o denli alkışlanmasını, Doğu durumunu ve Rusya’nın hayati çıkarlarını bilenlerimizin az olmasına karşı bizi her taraftan saran İtilaf propagandasının dehşetine bağlıyorum. (…) Ruslar Kafkasya’ya egemen oldukları sürece onlarla dost, hatta bağlaşık kalmalıyız. Bu da Rusların hayati çıkarlarında gözümüz olmadığını, sözle ve davranışlarımızla onları inandırmakla olur. Çarlık Rusya zamanında fabrika ve demiryolları tümüyle Bakû kaynaklarına göre yapılmış olduğundan Rusya ne şekle girerse girsin Bakû’süz olmaz, Bakû de Butum’suz olmaz. Bu iki önemli limanı birbirine bağlayan demiryolunun korunması için gerekli (…) sınırın kuzeyinden artık Ruslar kuşkulanmamalıdır. Bunun için ilk önce Bakû ve Tiflis ve diğer yerlerdeki temsilcilerimiz karşıdevrim komitelerinin yatağı olmamalıdır. Mümessillerimiz hükümetimizin de çizdiği siyasetten şahsî hissiyatla veya sair tesiratla aykırı düşmeyecek zatlar olmalı ve ellerinde açık talimat bulunmalıdır. İtilâf Devletleri o kadar kuvvetli propaganda yapıyor ki ve o kadar masraflar ediyor ki bunların karşısında şaşırmamak için büyük dirayet ve zekâ ile beraber pek de metin bir ahlâka malik olmak lâzımdır. Aksi halde antanta kendi âmâlini bizim memurlarımıza takipte devam edecekler ve Kafkasya’da karşı inkılâb hücrelerini bizim siyasî memurlarımızın muhitinde teşkil ile Ruslarla aramızda ebedî kuşku bulunduracaklardır. Bu ise Rusların kavi olduğu müddetçe bizim için felâketli bir siyasettir.


Mustafa Kemal Paşa da Karabekir’e verdiği cevapta aynı şekilde düşündüğünü ve bu hareket tarzının milli menfaatlere uygun olduğunu belirtmiştir.

Gerçek vatanseverlik ve devlet adamlığı

İşte meseleye Ankara’dan bakmak, büyük devlet adamı ve komutan olmak ve ülkeyi 30 Ağustoslara taşımak tam da budur.

Karabekir, belki de Sovyet Rusya’ya ideolojik ve siyasi olarak en uzak isimlerden biriydi, ama gerçek bir vatansever olması, başarı ve zafere kitlenmesi, onun bu işbirliğinde en kararlı tavrı almasına yol açmıştı.

Üzerine üstlük Batum’un o dönem Türkiye için arz ettiği önemle İdlib’in statüsü kıyaslanamaz bile.

İdlib, eninde sonunda Suriye toprağıdır ve Suriye merkez otoritesi altına girmesi kadar doğal bir şey yoktur. Bunun da Türkiye’nin lehine olduğunu çok kez vurguladık.

Hedef, Fırat’ın doğusu

Türkiye’nin yoğunlaşması gereken yer Fırat’ın doğusudur. Türkiye’nin İdlib’deki konumu da Fırat’ın doğusundaki terör odaklarının temizlenmesi açısından bir anlamı olduğu sürece önem göstermektedir. (Göç dalgası konusunu yukarıda açıklamıştık.)

Türkiye, 2016 yılında başlayan askeri harekâtlarla birlikte Suriye’de önemli başarılara imza attı ve Amerikan koridoruna izin vermedi.

Bu başarıda da uluslararası planda kurduğu ittifaklar ve Astana süreci çok önemli rol oynadı.

Ama nihai başarı için bu çizgide ısrar ve bu süreçte yapılan hatalardan vazgeçilmesi de şarttır. Şam’la ülkemizin çıkarları temelinde acilen doğrudan temas edilmelidir.

Türkiye’nin komşusuyla görüşmek için aracıya ihtiyacı yoktur.

Türkiye’nin Astana sürecinde ısrar etmesi, müttefiklerinin Fırat’ın doğusu konusunda daha istikrarlı tutum almasını da sağlayacaktır. Türkiye’ye Doğu Akdeniz’de yeni müttefikler kazandıracaktır.

Rusya, Türkiye’siz; Türkiye de Rusya’sız yapamaz. Suriye’si de İran’ı da bu denkleme dahil. Bu süreçte yine zorunlulukların belirleyici olması kaçınılmaz.

Bu zorunluluklar, sadece devlet politikalarını değil, iktidarları da belirleyecek kadar kendini dayatıyor. Ama her geçen zaman, maliyeti bir o kadar da arttırıyor.

O yüzden Ankara’dan bakalım, Kazım Karabekir’den ders alalım!

© The Independentturkish

Ziyaret -> Toplam : 125,29 M - Bugn : 48747

ulkucudunya@ulkucudunya.com