Osmanlı, Kürtler ve Aleviler
Taha AKYOL 27 Mart 2007
DÜNKÜ yazımda Osmanlı'nın İran'la savaşlar sebebiyle "Alevi Türkmenlere Kürtleri tercih ettiğini" yazmıştım. Üç türlü tepki aldım.
Türkçü tepki: Osmanlı'yı "ümmetçi" diye suçluyordu. Zaten Osmanlı bir devşirme devletiydi, Türk düşmanıydı!
Kürtçü tepki: Osmanlı İran'ı bahane edip din sömürüsü yaparak "Kürdistan'ı istila etmiş, haraca bağlamış"tı, emperyalistti!
Alevi tepkisi: Osmanlı İran savaşları yüzünden değil, şeriatçı olduğu için özgür düşünceli Alevilere düşmandı!
Hemen belirteyim, evvela, bu tür aşırı genellemeler "zaman"ları karıştırıyor: O çağlarda trenler, otobüsler aranamayacağı gibi milliyetçilikler de aranamaz. Milliyetçilik modern zamanların işidir. İkincisi, siyasi, jeopolitik, ekonomik, kültürel sebepleri olan karmaşık süreçleri ırka veya dine indirgemek de yanlıştır.
Osmanlı ve Kürtler
İktisat tarihçisi Prof. Şevket Pamuk'un gösterdiği gibi, 12. yüzyıldan itibaren üç asır süreyle Anadolu buhran ve çöküntü içindedir: Moğol istila dalgaları, artan göçebelik, bu şartlarda ortaya çıkan Babai'ler gibi isyanların yaptığı tahribat... Bu yüzden dünya ticaret yollarının Anadolu'dan uzaklaşması.
Bu yüzyıllara ait mimari eserleri bilhassa Doğu'da azalıyor.
Böyle bir bunalım sürecinde Batı'da Osmanlı, sonra da Doğu'da Safevi imparatorlukları düzen ve istikrar faktörleri olarak yükseliyor; kurumlaşma, ziraat, ticaret gelişiyor.
Jeopolitik faktör ikisini çatıştırıyor: Şah İsmail'in elinde Şiilik, Yavuz'un elinde Sünnilik siyasi doktrin işlevi görüyor. Safevi akınları en çok Diyarbakır dahil doğuda tahribat yapıyor. Kürt beyleri toplanıp büyük âlim İdris-i Bitlisi'yi İstanbul'a göndererek Osmanlı himayesini istiyorlar. Bunu en iyi anlatan, Kürt Beyi Şeref Han'ın "Şerefname" adlı tarihidir.
Osmanlı düzeninin kurulması, ardından Suriye ve Mısır'ın alınması gibi faktörler hem zirai üretimi hem ticareti geliştiriyor. Bölgedeki Osmanlı dönemi mimarisi bu gelişmenin eserleridir.
"Sömürge, talan, haraç" gibi laflar 'etnik milliyetçi' çarpıtmalardır.
Aşiret ve devlet
Osmanlı'yı Türkmen aşiretleri kurdu. Zamanla aşiret hayatının serbestliğiyle çatışan merkeziyetçi ve kurumlaşmış bir "devlet" gelişti. Bu şekilde "kenar"da kalan aşiretler kendileri gibi bir Türkmen hükümdarı olan Şah İsmail'e yöneldiler, İran yollarına koyuldular:
"Açulun kapular Şah'a gidelüm"
Böylece iki imparatorluğun jeopolitik çatışması şiddetlendi.
İran'da Şah İsmail de yerleşik, kurumlaşmış bir "devlet" kuruyor, bu da aşiret yapısıyla çelişiyordu. Osmanlı'da zamanla devşirme "vezir"lerin ağır basması gibi, Şah'ın devletinde de "gulam" denilen devşirmeler ve Fars'lar ağır bastı, aşiretler dışlandı. (A. Bassuani, The Persians, sf. 147-148)
"Şah'a giden" Türkmenler de zaman zaman Şah tarafından kılıçtan geçirildi.
Sorun, özünde mezhep olsaydı, Osmanlı'da Bektaşiler baş tacı yapılmaz, aşiretlerin gözünde "evliya" hatta "mehdi" olan "Şah İsmail Hatai" Türkmenlere bunu yapmazdı.
Netice: Tarih yüzünden, tarihin siyasi, jeopolitik ve sosyolojik faktörleri yüzünden bugün birbirimize ırk ve mezhep adına soğuk bakmak fevkalade yanlıştır. Çeşitliliğimiz zenginliğimizdir.
Şah İsmail'in nefeslerini ben bir ilahi dinlemenin vecdini duyarak okuyorum bugün.