Hacı İhsan Tamgüney, gönüllere taht kurarak “Sultan Baba” ünvanını kazanır. Dağıstanlı Şeyh Şerafettin-i Veli Hazretleri’nin manevi tasarrufunda yoğrulan Sultan Baba, Şeyh Şerafettin-i Veli Hazretleri’nin vefatından sonra halkı irşad vazifesine başlar. Rahmet-i Rahman’a kavuşana kadar yüzlerce talebe yetiştiren gönül sultanı; herkesin derdini dinler, müşkili olanların dertleriyle hemhal olur.
Sultan Baba yazımıza da O’nun öğrettiği şekilde Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı, Peygamber Efendimize (s.a.v.) selatu selam ile başlarız. Asıl ismi H. İhsan Tamgüney, ancak halk arasında çok sevildiğinden O’na “Gönül Sultanı” olarak “Sultan Baba” denir.
1904 yılında Artvin’in Arhavi ilçesinde dünyaya gelir. Daha 2 yaşında babası, 6 yaşında da annesi vefat eder. Yetim ve öksüz olarak büyüyen Sultan Baba, 1954 yılında İstanbul’a gelir. Zeytinburnu ilçesine yerleşir.
Dağıstanlı Şeyh Şerafeddin-i Veli Hazretleri’nin manevi tasarrufunda yoğrulan Sultan Baba, O’nun vefatından sonra halkı irşad vazifesine başlar.
Rahmet-i Rahman’a kavuşana kadar yüzlerce talebe yetiştiren gönül sultanı, herkesin derdini dinler, müşkili olanlara nasihat vererek çözmeye çalışır.
Halk arasında çok sevildiği için yaşça O’ndan büyük olanlar bile O’na “Baba” demeye başlar. Manevi tasarrufu ve kuvvetinden dolayı da kendisine “Sultan” ismi verilince “Sultan Baba” olarak meşhur olur. Kendisini Bayraktar Müslüman Türk Milletine hizmete adayan Sultan Baba’nın her halinde tevazu, şefkat, nezaket, hassasiyet ve fevkaladelik görülür.
Cömertliğiyle meşhurdu…
Cömertliğiyle meşhur olan Sultan Baba, Hicri Cemaziyel Evvel ayının 17’si, Miladi 24 Kasım 1991 Cumartesi günü dünyaya “elveda”, ukbaya “merhaba” der Ulvi davete icabet eder.
Bir kuş misali uçup, Canan’a kavuşur. (Allah rahmet eylesin. Fatiha en büyük ikram. Bunu kimse esirgemesin.) Ukba’nın şeref misafirlerinden biri olan Sultan Baba, güneyden Seyyidlerden gelen soylu bir ailenin çocuğu. Soy adından da anlaşılacağı gibi (Tamgüney); binlerce seveni tarafından Yalova’ya bağlı Güneyköy’de Şeyh Şerafeddin-i Veli Hazretleri’nin türbesine yakın bir yerde toprağa verilir. Allah ve Resulünü insanlara sevdiren ve onbeş yıl önce fani alemden beka alemine hicret eden Gönül Dostu’nu rahmetle anıyoruz. Mekanı Cennet olsun.
Okul gibi dükkan…
İstanbul’a geldikten sonra Zeytinburnu’nda açtığı bakkal dükkânı manevi derslerin okutulduğu bir akademi gibidir.
Sultan Baba’nın dükkânına gelen müşterilerin dertlerine şifa bularak ayrıldığı dükkânının yanında bir de kulübe gibi küçük bir evi vardır.
Gündüzleri saim, geceleri kaim olarak geçiren Sultan Baba’nın ikamet ettiği mütevazı evi, dergah olarak kullanılır, gelen-giden misafirler için yemekler pişirilir, haram olan günler dışında her gün iftar ve sahur sofraları kurulur.
Müslümanların Birliği için
Talebeleri diyor ki:, “Sultan Babamızın en büyük özelliklerinden birisi; Allah’a niyazda bulunurken asla kendi nefsi için dua etmez, O, dualarında, Ümmet-i Muhammed’in esaretten, sıkıntılardan ve baskılardan kurtuluşu için yalvarır, kuşlar gibi çırpınırdı”
Milli Görüş davasını desteklediğini açıkça ifade eden Sultan Baba, etrafında bulunanlara, çocuklarına ve sevenlerine Allah yolu’nda yürüyen, Müslümanların birliği için çalışan, yürekli ve dürüst olan siyasi lidere yardımcı olmalarını söylerdi.
Çaresizlerin, yoksulların ve yetimlerin manevi babası, gönül saraylarımızın sultanı, en zor şartlarda yaşama mücadelesi veriyordu.
Terazisi şaşmaz
Hak dava uğrunda kendini feda eden Sultan Baba, durma ve dinlenme bilmez, Kur’an okurken gözlerini dinlendirdiğini, oturmaktan canı sıkılınca, namaz kıldığını söyler, daima Allah’ı zikrederdi.
Arhavi, Bilecik, Zeytinburnu adreslerinde ikamet eden Sultan Baba, dördü erkek, biri kız, toplam beş çocuk babasıydı. Helal lokma için çalışan Zeytinburnu esnaflarından, Ramazan ve Kurban Bayramı hariç, sürekli oruç tutan, az ama öz konuşan bir mürşiddi. Yanında lafazanlık yapanları ikaz eder; “Ya sus, ya hakkı söyle ki, imanına gölge düşmesin” der, terazisinde tartısı şaşmaz, yaratılanlardan asla korkmazdı.
Dik ve sert yürür, hikmetli bakar, ağzından bal akardı. Uzun boylu olmadığı halde çok heybetli gözükürdü. İslamın emirlerine göre yaşayan cefakâr ve vefakâr bir insandı. Bazen bir komutan edasıyla sanki ordulara hükmeder, bazen öyle yumuşak olurdu ki, gören “Bu bir melek” derdi.
Özelliklere ve güzelliklere sahip olan efendi hazretleri Gaye İnsan ve Ufuk Peygamberinden, O yaratılanın en güzelinden örnek almış, güzel mi güzel bir insandı.
Sultan Baba’nın Yolu
Sultan Baba’nın Yolu, Peygamber Efendimizin yolundan başkası değildi. İcazeti 12 imam lehçesinden, rahleyi tedrisinden olup, fazıl bir medrese talebesiydi. Allah’a yakınlaşma yolunda salihler makamından şeyhliğe yükselmiş, tevazuda çok ileri gitmiş üçlerdendir.
Büyük imamlardan Şerafeddin-i Veli hazretlerinin müntesibi olan Sultan Baba, Yalova’nın Güney köyünde, Cennet Tepesi’nde medfundur. Asude görünümlü selvi ağaçlarının altında şeyhinin makamının yanında.
Sultan Baba, “Şeyh Şerafettin Hazretleri’ni ziyaret etmeden, kimse bize gelmesin” buyurmuşlardır. Sultan Baba tam bir gizli ilimler hazinesiydi. Gayb insanı denecek kadar gayb ilmine sahipti. Peygamberi ahlaka sahip olan Sultan Baba’nın himmeti ve hikmeti sayılamıyacak kadar çoktu.
Tasavvuf; mürşidden alınan hâl ilmidir
Sultan Baba, talebelerinden Hacı Harun ağabeyin: “Tasavvuf nedir?” sorusuna hiç düşünmeden şu cevabı verir: “Bunu bilmeyecek ne var evlat! Tasavvuf; kal ilmi değil, kamil bir Mürşidden öğrenilen hal ilmidir. Yani kitap okumakla tasavvuf öğrenilemez. Mutlaka bir üstada talebe olmak gerekir.
Bir gün genç bir üniversite talebesi Sultan Baba’yı ziyarete gider. Elini tazimle öper ve Sultan Baba’ya sorar:
“Sultan Baba, sahte dervişleri gerçek dervişlerden nasıl ayırabiliriz. Yani ölçü nedir?”
Sultan Baba, O’na şefkat nazariyle bakarak şu cevabı verir: “Bak evladım, sana üç tane temel ölçü söyleyeceğim. Bunlara uyanlar gerçek, diğerleri sahte derviştir:
1- Gerçek dervişler, haramlardan kaçınırlar.
2- Gerçek dervişler, farz olan ibadetleri mutlaka yerine getirirler. Sünnetleri de terk etmezler.
3- Gerçek dervişler, dünya işleriyle de ilgilenir ancak, hiç bir zaman ahireti unutmazlar.”
Yanlışta ısrar eden şeytanın oyuncağı olur
Sultan Baba’nın kızı Fatma abla Babasına sormuş. “Sultan Babam, ‘Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır’ sözünden maksad nedir?”
Sultan Baba, orada bulunanlara da hitap ederek “Kulaklarınızı açın ve beni iyi dinleyin” demiş ve şu cevabı vermiş: “Bâyezid-i Bestâmî’ye atfedilen bu söz, eski tasavvuf kitaplarımızdan itibaren hemen bütün kaynaklarda yer alır. Buradaki “şeyh” kelimesi mutlak manada mürşid demektir.
Bütün uygulamalı ilimlerde o ilmin öğrenilmesi, bir üstad aracılığı ile olur. O konuya dair eserleri okumak, o ilmi öğrenmek için yetmez. Meselâ İslâmî ilimlerden “Kırâat” uygulamalı bir ilim olduğundan fem–i muhsin”den (yetkili ağız) öğrenilir.
Tecvid ve kıraat kitapları okunarak kurrâ olunamaz. Marangozluk, kaportacılık gibi çağdaş işler, futbol gibi oyunlar bile mutlaka bir ustadan öğrenilir. Futbol kitabı yazan biri, iyi bir futbolcu olmayabilir. Marangozluğun kitabını yazan da öyle.
Hatta Tıp Fakültesini bitiren kimse nasıl bir uzmanın yanında ihtisas görmeden uzman doktor olamaz ve olmaya kalkıştığında insanları canından ederse, aynı şekilde bir üstadın yanında tasavvufi eğitim görmeden kendi kendine şeyhlik etmeye kalkışan bir kimse mutlaka yanılır ve şeytanın oyuncağı haline gelir.
Bu sözde şeyhsizlikten maksad da tasavvuf ilminin şeyhsiz öğrenilip uygulanamayacağıdır. Yoksa herkesin mutlaka bir şeyhe bağlanması anlamına gelmez.”
Sultan Baba’nın sadık talebelerinden Rahmi amca sormuş: “Sultan Baba, Osmanlı padişahları tasavvuf a nasıl bakıyordu?”
Sultan Baba, Rahmi amcanın bu sorusuna şöyle cevap vermiş: “Osmanlı sultanları genelde iyi bir devlet adamı olmanın yanısıra gönül dünyası zengin deryâ-dil insanlardı. Amaçları kuru bir cihangirlik kavgası değildi. Dışa yansıyan atak ve savaşçı kişiliklerinin derinliğinde içli bir ruh dünyaları vardı.
Bu özellikleri onların tasavvuf, edebiyat ve şiirle de ilgilenmelerinde etkili olmuştu.
Devlete adını veren Osman Gazi’den itibaren son padişaha kadar genelinde bu özellikleri görmek mümkündür. Osman Gazi’nin bir ahî şeyhi olan Şeyh Edebâlî’nin kızı ile evlenmiş olması belki bu yakınlığın en bâriz ve ilk örneğidir. Osmanlı, altıyüz yıl yaşayacak olan muhteşem imparatorluğun temellerini ordu, medrese ve tekke üzerine binâ etmiştir.
Sultan Baba’nın tasavvuf tarifi: Mürşidden alınan hâl ilmidir
Talebeleri bir gün Sultan Baba’ya sordular:
“Sağlam bir tasavvuf çizgisinde hangi özellikler bulunmalıdır?”
Sultan Baba, talebelerinin sorularına şu cevabı verdi: “Bugün tasavvuf konusunda sapla saman birbirine karıştığı, şeyhlerin sahtesi ile gerçeği yaygın bir biçimde her yanda bulunduğu için bunları birbirinden tefrik etmek zordur. Bunların doğrularını tanımak için şu ölçülere ihtiyaç vardır.
1- Ehl-i sünnet ve ve’l-cemaat çizgisinde sağlam bir inanç.
2- Kitap ve sünnete uygun derin bir ibâdet hayatı (sâlih amel).
3- Düzgün bir muâmelât.
4- Muhammedî bir ahlâk.”
Sultan Baba, Tasavvuf’un ölçüleri içinde taşıdığı özellikleri talebelerine ve sevenlerine anlatırken şöyle sıralardı:
a- Tasavvuf manevi tecrübe ile anlaşılan hal ilmidir,
b- Tasavvufi bilginin konusu ma’rifetullah’tır,
c- Tasavvuf tatbiki bir ilim olduğundan mürşid vasıtasıyla öğrenilir,
d- Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir, çünkü tecrübe ilmidir.
e- Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelâm gibi akılla sınırlı değildir. İlham ve keşf de bilgi kaynağı olarak kabul edilir.
f- Tasavvufi eğitim, “tarikat” denilen özel yollarla kat’edilir.
Dilinde deva, kalbinde vefa vardı
Şifa ayetleriyle tedavi
Kendisine tabiplik icazeti verilen Sultan Baba, devrinin insanlarına Kur’an-ı Kerim’den şifa ayetlerini okuyarak Allah’ın izniyle tedavi ederdi.
Rahmet-i Rahman’a kavuşan talebelerinden Harun ağabey Sultan Baba’ya: “Dervişlik nedir?” diye sorar. Sultan Baba, O’nun bu sorusuna Yunus Emre’nin dilinden ve yine O’nun mısralarıyla cevap verir:
“Beni iyi dinle evladım. Burada bulunanlar da iyi dinlesinler. Çünkü dervişlik, pirimiz Yunus Emre’nin dediği gibidir. Yani: ‘Dervişlik olaydı tâc ile hırka/ Biz dahi alırdık otuza kırka’ Yine Yunus Emre diyor ki: ‘İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir/ Sen kendini bilmezsin/ Bu nice okumaktır’ Kısaca, tasavvuf; insanlara önce kendini sonra Rabbini tanıtma (ma’rifet) yolunu gösterir. Yolun kenarındaki trafik işaretleri gibidir.”
Şifa pınarı Sultan
Sultan Baba’nın, cihadı keramet, kerameti cihaddı. Küçük dükkânının etrafına kasıtlı olarak iki defa gaz döküp kibrit çakarak yakmak isterler, ancak muvaffak olamazlar. Suikasti yapanlar, O’na bunu nasıl önlendiğini sorarlar. Sultan Baba, suikasti yapanlara gayet emin bir ifadeyle: “Kul, Cenab-ı Allah ile, O’nun yolunda olunca, yol boyunca kimse zarar veremez” karşılığını verir.
Kendisine tabiplik icazeti verilen Sultan Baba, sağlığından şikayetçi olan insanlara Kur’an-ı Kerim’den şifa ayetleri okuyarak Allah’ın izniyle tedaviye çalışır. İnleyerek gelen insanlar, dua ederek ayrılırdı dergahından.
Sultan Baba, okunmak için dükkanına ya da dergah olarak kullanılan evine gelenleri hiç kırmaz, hemen okumaya başlar, hastalar arasında, zengin-fakir, meşrep ve mezhep ayırımı yapmazdı. Medine rüzgarı gibi nefesiyle okuduğu insanlar, O Kur’an okuyunca huzur bulurlar, inlemeleri durur, yüzleri gülerdi.
Ermeniye abdest aldırdı
Sultan Baba’nın talebelerinden Malkaralı Ahmet ağabey, enterasan bir olayı anlatmadan geçemiyor: “Bir Ermeni vatandaş, herkes gibi, Sultan Baba’nın şifa pınarı olduğunu duymuş, ‘Ben de nasipleneyim’ diye okunmak için dükkanına gelmiş. Sultan Baba, Ermeni vatandaşı tebessümle karşılamış, talebelerine: ‘Efendiye abdest yerini gösterin” demiş.
Abdesthaneyi gösteren kardeşimiz, Ermeni vatandaşa abdest almasını da öğretmiş. Aynı onun gibi besmele çekerek abdestini alan Ermeni vatandaş, Sultan Baba’ya okunmuş ve iyi olmuş.”
Dilinde deva, kalbinde vefa vardı
Sultan Baba’nın sadık talebelerinden Malkaralı Ahmet abi diyor ki: “Sultan Baba insanların ayıbını yüzüne vurmaz, İslâm’ın emirlerini bilmeyenlere öğretir, yaratılanı yaratandan ötürü hoş görürdü. Sultan Baba’nın işine akıl-sır ermezdi.
Sultan Baba’nın çok vefakar olduğunu bildiren sadık talebelerinden Kastamonulu Recep abi diyor ki: “Sultan Baba’nın dilinde deva, kalbinde vefa vardı. O herkese yardı, dertli, keyifli hep onu arardı. Çünkü o Peygamber Efendimizin ahlakıyla ahlaklanmış bir insandı. O’nun gibi ibadet eder, O’nun gibi zikir yapardı. O mübarek sultanımız bize ‘Dünya bir misafirhane, asıl yurdumuz ahirettir’ diyordu”
Can ve cihanda Hakkı hakim kılmak
Sultan Baba’yı ziyarete gelen Gaziantepli bir emekli öğretmen: “Sultan Baba, seyr-i sülük ne demektir?” diye sorar. Sultan Baba, şu cevabı verir: “Tasavvuf ve tarîkatlardaki eğitim ve terbiye işine verilen genel ad seyr-i sülûktür. Lügatte seyr gezmek ve yürümek demektir. Sülûk ise gitmek ve yola girmek demektir. Tasavvuf ıstılahında seyr, cehâletten ilme, kötü huylardan güzel ahlâka, kulun fânî varlığından Hakk’ın varlığına yönelmesidir. Sülûk ise tasavvuf yoluna girmiş kişiyi Hakk’a vuslata hazırlayan ahlâkî eğitimdir. Bir başka ifâdeyle seyr u sülûk, tasavvuf ve tarîkata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar geçen safahatın adıdır.
Seyrin başı sülûk; yani yola girmek, sonu da vusûl; yani Hakk‘a vuslattır. Hakk’a vuslat Allah’ı görüyormuşçasına kulluk (ihsân) şuûruna ermek, dâimâ Hakk ile beraber bulunduğu (maiyyet-i ilâhiyye) bilincini yakalamak O’na teslim olup O’ndan razı olmaktır. Her iş ve fiilin gerçek fâilinin Allah olduğunu kavramak ve varlık iddiâsından kurtulup gerçek tevhîde ermektir. Can mülkünde ve cihan mülkünde Hakk’ı hâkim kılmaktır.”
İslam Birliği’ni savunurdu
Sultan Baba hayatı boyunca İslam Birliği’ni savunur, bu birliğin kurulması için elinden gelen çabayı harcardı. Müslümanlar arasında nifak çıkaranları kınar, ihanet edenlerin çok büyük bir azaba düçar olacaklarını söylerdi.
Doğuştan mücahid Sultan Baba, “Müslüman nerde darda, nerde narda ise biz oradayız. Orada olmaya mecburuz. Bizi olur olmazla meşgul etmeyin” derdi.
Hindikuş Dağları’ndan gelen savaşçı
Sultan Baba’nın büyük oğlu Ahmet ağabey anlatıyor: “Bir gün Sultan Babamın dükkanına Hindikuş Dağlarından geldiğini söyleyen bir Afgan mücahidi girdi. Daha içeri girer girmez, Sultan Baba’mın ayaklarına kapandı ve: ‘Sizi verdiğiniz adresten buldum Ey Allah dostu. Ve Size mücahidlerden çok selam getirdim. Aç susuz yiğitlere su veren, sepetinden simit dağıtan sizdiniz? Buldum sizi’ dedi. Daha sonra, babamın masasında bulunan zemzem tasını görünce, ‘İşte su dağıttığınız tas’ dedi. Babam gülümserken, biz şok olmuştuk.”
Mücahid Şeyh!..
Yine Sultan Baba’nın oğlu Hüseyin ağabey anlatıyor: “Babamla birlikte Hacca gitmiş, Arafat’ta vakfede bulunuyorduk. Bir anda Afgan mücahidleri Sultan Baba’mın etrafını sarıp ellerine sarılıp ‘Mücahid Şeyh!.. Mücahid Şeyh!.. Hindikuş Dağları’nda bizimle savaşan sendin. Seni tanıdık. Sen O’sun’ dediler.
Ben de ‘Dergahta bazen dalıp giden babamın nerelere gittiğini o zaman anladım ve hayretler içinde kaldım. Sultan Babam sanki bir ayıp işlemiş gibi, Afganlı Mücahitlere yalvarıyor; ‘Yapmayın, etmeyin, gençler. Açık vermeyin’ diyordu.
Kimsenin kalbini kırmayın
Sultan Baba, insanların kalbini kırmamaya dikkat ederdi. Talebelerine de kimsenin kalbini kırmamalarını tavsiye ederdi. Sultan Baba bu konu üzerinde çok dururdu. Bir insanın kalbini kırmanın ne kadar büyük bir günah olduğunu ise şöyle açıklardı: “Gerekirse Kâbe’yi yık, ama bir insanın kalbini yıkma. Çünkü Kâbe’nin mimarı, insan. O’nu yıkarsan yine yapılır. Fakat bir insanın kalbini yıkarsan o yapılamaz. Çünkü ustası yok.”
Millî Gazete ve sabun
Malkaralı zeytinci Ömer ağabey diyor ki: “Sultan Baba, dükkânına gidenleri boş çıkarmazdı. Adam hiçbir şey almadan çıkacak olsa, Sultan Baba, “Evladım bir Millî Gazete ile bir de sabun alır mısın” derdi.
Adam, itiraz etmeden alırdı ama, parayı öderken içinde bir ukde kalmış gibi Sultan Baba’ya bakardı. Sultan Baba o insanın içinden geçenleri okurcasına: ‘Bak evladım, bu gördüğün sabun insanın bedenindeki maddi pislikleri temizler.
Milli Gazete ise insanın kalbini ve ruhunu manevi pisliklerden temizler’ derdi”
Mescid-i Aksa’nın altını oyuyorlar
Sene 1990. Türkiye Gazetesi’nde muhabirim. Bir yakınım dedi ki:
“– Yahudiler, yıkmak için Mescid-i Aksa’nın altını oyuyormuş.” Ona:
“– Bunu kimden duydun?” diye sordum.
“– Sultan Baba’dan” cevabını verdi.
“– Peki Sultan Baba Kudüs’e gitmiş mi?” “– Ne gerek var, o bir Allah dostu” dedi. Aradan bir hafta geçmeden arkadaşım Şeref Özata, gazetenin yönetimine “Kudüs’e gidip röportaj yapmak istiyorum” diye teklif vermiş. Şeref’in röportaj teklifi olumlu karşılanmış.
Ancak gazetenin sahibi Enver Ören bey, “Yanına akıllı bir adam alsın” demiş. Şeref iki arkadaşımın ismini vermiş, Enver bey itiraz ederek: “– Bunlarla yola çıkılmaz. Mesela Selami Çalışkan olabilir” demiş. Teklif bana geldi. Balıklama daldım ve “Hemen kabul ediyorum. Ne zaman gidiyoruz?” diye Şeref’e sordum. Arkadaşım: “– Her şey hazır, sadece İsrail’in İstanbul Başkonsolosluğu’ndan vize almamız gerekiyor” dedi. Onu da temin ettik. Tam bir haftalık seyahate çıktık.
Gazze, Ramallah, Hayfa’yı da gezdik ama, günlerimizin çoğu Kudüs’te, tabii ki Mescid-i Aksa’da geçti. Mescid-i Aksa’nın altının “Tarihi eser arıyoruz” bahanesiyle Yahudilerce oyulduğunu gözlerimizle gördük ve fotoğrafını çektik. Bu aynı zamanda Sultan Baba’nın kerametinin de fotoğrafıydı.
5
O bir Kur’an aşığıydı
O mübarek insan sihir yapanların dinden çıktığını ve kafir olduğunu söylerdi. Kendisi devamlı Kur’an okurdu. Çünkü O bir Kur’an aşığıydı. Hz. Osman gibi her sohbetine Rahman ve Rahim olan Allah’ın Kur’anı ile başlar, sohbetini yine Fatiha ile bitirirdi.
Zakir ile Şakir’in manası...
Sultan Baba Allah için hiddetlenir, Allah için sevinirdi. Dünya için gam çekmezdi. Azimliydi ama haset değildi. Dilinde devamlı Mevla’nın ismi. Kısaca zikirle meşguldü. Dünya lezzetlerine küsmüş, mevki makam hırsı yoktu. Sultan Baba, “İman var ya iman; işte o ne büyük hazine. İnsan bir düşünebilse” derdi. Sultan Baba’nın zikir meclisi zahiriydi. Yani sesli zikir yapar ve yaptırırdı. Birgün H. Ahmet amca Sultan Baba’ya sordu: “Zakir ile Şakir’in manası nedir?” H. Ahmet amcayı çok seven Sultan Baba şu cevabı verdi: Zakir; Cenab-ı Allah’ın isimlerini zikreden, Şakir ise Cenab-ı Allah’ın verdiği nimetlere şükreden demektir.” Benlik duvarını yıkmış, maddeye asmıştı. Neşesi, eğlencesi, şükür ve zikirdi onun (Entel hadi, entel Hû) dilindeki terennüm, dilindeki ilahisi.
En büyük kahraman!..
Sultan Baba diyordu ki; “En büyük kahraman, çavuşu (nefisi) esir alandır. Sen ona emret, o sana emretmesin. Onun ifadesi ile nefsin ismi çavuş. Öldür onu, Rabbine kavuş. Hak tokmağı ile vur, beynini patlat. Bu en büyük cihad. Bütün azalar kalbe, kalp teslim olmuş Rabbe. Gece feryat, gündüz cihad, Tam bir ömür hey hat!.. Ne muhteşem bir manzara. Yaratanla yaratılanın muhabbet tablosu. (Elhamdülillah) Onlar din, iman, mümin. Onlar peygamberimin sağ kolu. Sultan Baba, yurt içinde ve yurt dışında ikamet eden yüzlerce talebeye sahip. Talebelerine eğitimlerinde sadece kurtulmayı değil, başkalarını kurtarma iradesini empoze ediyor. Ashab-ı Kiram’ı, o gökteki yıldızları örnek gösteriyordu.
O bir Kur’an Aşığıydı
O mübarek insan sihir yapanların dinden çıktığını ve kafir olduğunu söylerdi. Kendisi devamlı Kur’an okurdu. Çünkü O bir Kur’an aşığıydı. Hz. Osman gibi her sohbetine Rahman ve Rahim olan Allah’ın Kur’anı ile başlar, sohbetini yine Fatiha ile bitirirdi.
Zikir sohbetlerinden önce 3 defa “Allahu ekber, Allahu ekber, La ilahe illallahu vallahu ekber” diye tekbir getirilir, tekbirin Türkçesi olan “Ya yücelerin yücesi Allahım, Sen’den başka ilah yoktur. Vallahi Sen Ekbersin. Bütün Hamdü Senalar Sana aittir” cümlesi yine üç defa tekrar edilirdi. Sonra yine üç defa “Eşhedü en la ilahe illallah, ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu” denilerek kelime-i şehadet getirilirdi. Bunun Türkçesi olan “Şehadet ederim ki Allah’dan başka ilah yoktur. Yine Şehadet ederim ki Muhammed (a.s.) Allah’ın kulu ve elçisidir” cümlesi üç defa tekrar edilirdi.
Sonra 500 defa “Estağfirullah el azim” diye tevbe istiğfar edilirdi. Bir Fatiha-i şerif, 11 İhlas-ı şerif okunurdu. Felak ve Nas surelerinden sonra yine Fatiha-i Şerif okunur, bu surelerden sonra 500 kere “Allahümme salli Ala Seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim” selavat-ı şerif okunurdu. Sultan Baba “Faelemennehu” dedikten sonra 1000 defa Lailahe illallah=Yoktur ilah Allah’dan başka” denirdi. Bin defa da “Allah” denirdi. Sonra 100 defa Cenab-ı Allah’ın güzel isimlerinden (Bütün güzel isimler Allah’ındır) “Ya Tabib”, 100 defa “Ya Müsebbibel Esbab” 100 defa “Ya Kadir”, 100 defa “Ya Latif” 100 defa “Ya Fettah”, 100 defa “Ya Kahhar” denir, bütün İslam düşmanları Cenab-ı Allah’ın Kahhar ismine havale edilirdi. Tekrar 100 defa “Allahümme salli Ala Seyyidina Muhammedinin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim” denir. Tekbir ve şehadet getirilir. Fatiha okunduktan sonra Sultan Baba’nın “Amin” demesiyle duaya başlanırdı.
Okunan Kur’an-ı Kerim, tevhid, şehadet ve selavat-ı şeriften hasıl olan sevaplar Evvela bizzat,. Hace-i Kainat, sebeb-i mevcudat, Hz. Muhammed Mustafa (S.a.v.) Efendimize, ondan hasıl olan sevap Hz. Adem’den (as) Hz. Muhammed’e (a.sv.) kadar gelmiş geçmiş ne kadar Nebi, Resul Peygamber-i Zişan Efendimiz varsa cümlesinin ruhlarına bağışlanır. Ondan hasıl olan sevap, müctehid imamlarımızın, alimlerin, zahidlerin, meşayih-i kiram’ın, bütün akraba ve taallukat ve bütün Ümmet-i Muhammed’in ruhlarına bağışlanır, Allah Rızası için okunan Fatiha ile ders sona ererdi. Dersten sonra mutlaka çay ikram edilirdi.
Peygamber kabri üstünde namaz kılınır mı?
Bindokuzyüzdoksanyedi’de Sultan Baba’nın talebeleriyle birlikte Umre ziyaretine gitmiştik. Yanımdaki arkadaşıma Beytullah’ın yanındaki hilal şeklindeki duvarı göstererek,
“– Bu duvarın içinde namaz kılmak çok faziletliymiş” deyiverdim. Bu sırada konuşmamızı duyan bir Hacı Abi:
“– Bilmeden konuşmayın. O duvarın çevrelediği yerde en az 15 Peygamber’in kabri bulunduğu rivayet edilir. Peygamber kabri üstünde namaz kılınır mı?” dedi.
Serde gazetecilik var ya. O Hacı Abi’ye tekrar sordum:
“– İyi de orada 15 Peygamberin kabri olduğunu siz kimden duydunuz?”
Hacı Abi, gayet sakin:
“– Sultan Baba’dan”