Yusuf Akçura ve Üç Tarz-ı Siyaset
Mehmet Kaan Çelen 01 Ocak 1970
Üç Tarz-ı Siyaset, 1904 yılında, Ali Kemâl’in Kahire’de çıkardığı Türk isimli gazetede, üç bölüm hâlinde yayımlandı ve Yusuf Akçura böylece günümüze kadar devam eden bir tartışmanın ilk fitilini yakmış oldu. Akçura’nın bizzat kendisinin de belirtmiş olduğu üzere, Osmanlı Devleti’ndeki siyaset tarzlarını isimlendirip; tasnif, tayin ve tahlil etmesi bakımından eser bir ilk olma özelliğini taşımaktadır[5]. Eser ile sahibinin, Volga kıyısındaki Simbir şehrinde başlayıp Osmanlı İstanbul’unda devam eden, daha sonra Trablusgarb, Fransa, Kırım ve Kazan’a kadar uzanan hayat hikâyesi arasında mutlak surette bir bağ olmalıdır. Farklı dünyalara ait tecrübeler, Akçura’ya Osmanlı-Türk aydınlarında olmayan bir bakış açışı kazandırmıştı. Nitekim bir Osmanlı aydını olan Ali Kemâl’in, Üç Tarz-ı Siyaset’i tarihî hakikâtlere muvafık bulmaması ve eseri zihnî bir eksersizden ibaret görmesi bu bağlamda manidardır[6].
Akçura, “Memâlik-i Osmâniyye’de, Garb’dan istifâza ile iktisâb-ı kuvvet ve terakkî arzuları uyanalı, Hükûmet-i Osmâniyye’ye tâbi’ milel-i muhtelifeyi temsîl ve tevhîd ile bir Millet-i Osmâniye vücûda getirmek, hakk-ı Hilâfet’in devlet-i Osmâniyye hükümdârında olmasından istifâde ederek, bütün İslâmları hükûmet-i mezkûre idaresinde siyaseten birleştirmek (Frenklerin Panislamisme dedikleri), ırk üzerine müstenid bir Türk milliyet-i siyâsiyyesi teşkîl etmek”[7] şeklinde üç siyasî mesleğin tasavvur ve takib edildiğini belirterek, bu üç siyaseti Osmanlı Devleti’nin menfaati nokta-i nazarından tahlil etmektedir.
“Millet-i Osmâniye vücûda getirmek” siyaseti Akçura’ya göre “nesebî ve ırkî olmaktan ziyâde, taleb-i vicdânîye müstenid” Fransız tipi milliyetçiliğe göre kurgulanmıştı. II. Mahmud zamanında başlayıp, Ali ve Fuad Paşalar zamanında zirve noktasına ulaşan bu siyasetin esasları, Osmanlı memleketindeki Müslim ile Gayrimüslim ahâliyi aynı hak ve vazifelerle mücehhez kılarak aralarında tam manâsıyla eşitlik tesis etmek ve din ve nesep ihtilâflarına bakmaksızın ayrı milletleri birbirine karıştırarak Amerikan milleti gibi yeni bir Osmanlı milleti inşâ etmekti[8]. Akçura, Osmanlı sınırlarını mevcut hâliyle muhafaza edebilmek için yegâne çarenin bu siyaset olduğunu teslim etmekle birlikte, iki kışkırtıcı soruyu tartışmaya açmaktadır:
1. “Osmanlı Devleti’nin hakikî kuvveti, şekl-i hâzır-ı coğrafîsini muhâfaza etmekte midir?”
2. “Muhtelif cins ve dine mensûb olup şimdiye kadar birbirleriyle nizâ ve cidâlden hiç hâli kalmayan anâsırın, şimdiden sonra, terkîb ve meczi mümkün müdür?”[9]
Osmanlılık siyasetinin başarıya ulaşması hâlinde, meydana gelecek karma Osmanlı milleti dâhilinde Türkler eriyeceği ve devlet üzerindeki bütün hâkimiyet ve nüfûzunu kaybedeceği için, bu başarının Osmanlı Devleti’ne katacağı kısmî kuvveti, Akçura’nın pek anlamlı bulmadığı anlaşılmaktadır. Kaldı ki böyle bir birleşmeyi ne Türkler, ne Müslümanlar, ne gayrimüslimler, ne Rusya, ne Balkan hükûmetleri, ne de Avrupalılar istiyordu. Dolayısıyla “Osmanlı milleti vücûda getirmekle uğraşmak beyhûde bir yorgunluktu…”[10] Akçura, daha eserinin başında, “Millet-i Osmâniyye vücûda getirmek arzusu pek âlî bir gâye-i hayâlîye, pek yüksek bir ümîde doğru teâlî etmiyordu” diyerek Osmanlıcılık siyasetiyle kendi idealizmi arasına bir mesafe koymuştu. Hariçteki Müslümanlara ve Türklere taalluk etmemesi sebebiyle mahallî ve dâhili bir mesele olarak kalan Osmanlıcılık siyaseti, Akçura’ya yeterince çekici gelmiyordu. Millet tanımında ırkı (soyu) esas alan Alman milliyetçilik tipolojisini daha doğru bulduğu için Fransız tipi iradî milliyetçilik anlayışı üzerine kurulu ve Türklüğü bir referans olarak kabul etmeyen Osmanlıcılık siyasetini reddediyordu[11].
Akçura, Osmanlılık siyasetinin başarısızlığı üzerine Avrupalıların "Panislâmizm" adını verdikleri "İslâmiyyet politikası" ortaya çıktığını yazar. Yeni siyasetin esası, yeryüzündeki bütün Müslüman unsurları, aralarındaki soy farklarına bakmaksızın müşterek dinden istifade ederek, Müslümanlar arasında cari olan “din ve millet birdir” kaidesi çerçevesinde birleştirip modern mânâsıyla yeni bir millet inşa etmekti[12]. “İslâmiyyet politikası” Genç Osmanlılar’ın Avrupa’da bulundukları sırada, memlekete dair dışarıdan ve daha derin bir bakış kazanmaları neticesinde doğmuş ve II. Abdülhamid’le birlikte devletin resmî siyaseti mevkiine yükselmişti.
Akçura’ya göre İslâmiyet, İslâm dünyasının pek çok yerinde hâlâ Müslümanlar için en temel ve güçlü kimlik tayin edici unsurdu. İslâmiyet’in bu vasfından faydalanarak Osmanlı Devleti’nin idaresindeki Müslümanlar, “Osmanlı milletine” kıyasla daha sıkı bir bağla birleştirilebileceği gibi Osmanlı Padişahı’nın İslâm dünyasının büyük kısmı tarafından Halife olarak tanınması, bütün Müslümanların birleşmesinden doğacak büyük bir topluluğun vücuda getirilmesini mümkün kılabilirdi. Lâkin Osmanlıcılığa göre daha geniş bir proje olan İslâmcılık, kısmî dâhilî engellerin yanında ciddi haricî engellerle karşı karşıyaydı. İslâm devletlerinin hepsi Hristiyan devletlerin nüfuzu altındaydı ve hemen hemen bütün Hristiyan devletler, Müslüman tebaaya sahipti. “İslâmiyet politikasını” takip etmek demek, bütün Hristiyan dünyasına meydan okumak demekti ve en güçlü İslâm devleti olan Osmanlı’nın bile böyle bir teşebbüste bulunması zordu. Diğer yandan bu politika, Osmanlı tebaası arasındaki Müslim-gayrimüslim ayrışmasını körükleyerek ciddi toprak kayıplarına sebebiyet verecekti.
Akçura, son olarak “ırk üzerine müstenid bir Türk milliyet-i siyâsiyyesi husule getirmek” fikrinden bahseder ki eser şöhretini büyük ölçüde bu bahse borçludur. İlmî ve kültürel plânda oluşmaya başlayan Türk milliyetçiliğini, siyasî bir proje hâline getirmesi sebebiyle “Üç Tarz-ı Siyaset”i “Komünist Manifesto”ya benzeterek Türk milliyetçiliğinin manifestosu olarak kabul eden araştırmacılar dahi olmuştur. Tarihte hiçbir Türk devletinin bu fikrin takipçisi olmadığını belirttikten sonra yakın dönemde de mevcudiyetine işaret olabilecek herhangi bir ipucuna rastlamadığını ifade eden Akçura, Osmanlı Türklerinin Almanlarla münasebetlerinin artması neticesinde Alman tarih ve dilbilim araştırmalarının etkisiyle İstanbul’da Türk milliyetçiliğine taraftar bir mahfilin oluştuğunu yazar. Grup siyasî olmaktan ziyade ilmî bir hüviyet taşımaktadır. İslâmcılık gibi umumî bir siyaset olan Türkçülük, Türk dünyasının muhtelif yerlerinde de doğum emareleri göstermektedir, fakat Akçura bu siyasetin henüz çok yeni olduğunu itiraf eder.
Üç Tarz-ı Siyaset’in belki de en önemli özelliği, tahlil edilen üç siyasî fikri mukayese ederek bir birleri arasındaki çelişkileri ortaya koymasıdır. Bu bağlamda Akçura’nın Osmanlıcılık ve İslâmcılık karşısında Türkçülüğe kazandırdığı pozisyon ilgi çekicidir. Osmanlı Devleti’nin Türkçülük siyaseti takip etmesi, coğrafyasının ve altı asırlık tarihî yapısının büyük ölçüde değişmesine sebebiyet vererek bir Balkan devleti olmaktan çıkıp bir Asya devleti olmasıyla neticelenecekti. Osmanlı sınırları içindeki gayrimüslim ve Türk olmayan Müslüman unsurlar ayrışacaktı, fakat Osmanlı sınırları içindeki Türkler hem ırkî hem de dinî rabıtalarla sımsıkı birleşecekler ve Türk olmadığı hâlde bir dereceye kadar Türkleşmiş Müslüman unsurlar tamamen Türkleşeceklerdi. Bundan daha önemlisi “dilleri, ırkları, âdetleri ve hattâ ekseriyetinin dinleri bile bir olan ve Asya kıt’asının büyük kısmıyla Avrupa’nın cihet-i şarkıyyesine yayılmış bulunan Türklerin birleşmesiyle” büyük bir siyasî Türk milliyeti vücuda gelecekti.
Yusuf Akçura’nın Türkçülük ve İslâm arasında kurduğu ilişki, Türk milliyetçiliğinin fikrî sistematiğinin oluşumu açısından bir başlangıç noktası kabul edilebilir. Türkçülüğün önündeki haricî engeller İslâmcılığa göre daha azdı, ne var ki Türkçülük ciddi dâhilî engellerle karşı karşıyaydı. Din-i İslâm, bu engellerin aşılmasında ve Türk milliyetinin teşekkülünde mühim bir unsur olabilirdi. Bir kısım milliyet tariflerinde din bir amil olarak sayılmaktaydı ve Türklerin büyük çoğunluğu Müslüman’dı. Bu suretle dini, milletin objektif unsurları içine alan Türk milliyetçiliğinin klasik millet telâkkisi oluşmaya başlıyordu.
Akçura, bahsi geçen üç siyasetten hangisine taraftar olduğunu doğrudan ifade etmeyerek objektif kalmaya dikkat etmiştir, fakat bilhassa eserin son kısımlarında Türkçülüğe eğilimini gizlememiştir. Osmanlıcılığı faydalı fakat imkânsız bulmaktadır. İslâmcılık ve Türkçülük siyasetlerindeki menfaat, mahzur ve zorlukların hemen hemen eşit seviyede olduğunu söyleyerek tatbikine çalışılması lâzım gelen siyasetleri ikiye indirmiştir. “Türk cerîdesinin ismini işittiğim zaman, nihayet beni dâima iz’âc eden şu suale cevap bulacağımı ümîd ve ismine nazaran o cevabın da Türklük siyaseti olacağını zanneylemiştim.” cümlesiyle aslında “tek tarz-ı siyasette” karar kıldığını üstü kapalı bir şekilde beyan etmiştir.