Hüseyin Namık Orkun
Ömer ÖZCAN 01 Ocak 1970
Cumhuriyet sonrası Türk fikir hayatının önemli isimlerinden biri olan Hüseyin Namık Orkun hakkında yazılanlar oldukça az sayıdadır. Yaşadığı dönemde yazdıkları, çalışmaları ile kamuoyunun yakından tanıdığı Orkun’a, ölümünden sonra gösterilen ilgilinin giderek azalmasını onun tanıyanların seyrekleşmesinin sebep olduğunu düşünüyoruz. Türkçülük fikrinin önemli isimlerinden olan Orkun’un çalışmalarının dönemin şartları içinde değerlendirilmesi gerekmektedir.
Ailesi ve Eğitimi
Orkun, anne ve baba tarafından İstanbullu bir aileye mensuptur. Hakkında en geniş biyografi yazısını neşreden fikir arkadaşı Tevetoğlu’na göre beş göbek geriye giden İstanbullu bir aileden gelmektedir.[1] 31 Ocak 1902 yılında İstanbul’da Kasımpaşa semtinde doğmuştur. İlmiye sınıfına mensup Mehmet Hayri efendinin ve Münevver hanımın oğludur. Kendisi ortanca çocuk olup bir ağabeyi ile kendisinden küçük bir kız kardeşi vardır. Baba tarafı Fındıkoğulları lakabı ile tanınmaktadır. Annesi Karadeniz Ereğlisi’nden olup Serçeoğulları lakabını taşıyan bir aileye mensuptur.[2] İlköğrenimini Kasımpaşa Numune Mektebi’nde, orta öğrenimini Nişantaşı Sultanisi’nde tamamlamıştır. Yüksek öğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarihi Bölümünde yapmış,1924 yılında buradan mezun olmuştur. 1925 yılında gittiği Macaristan’da Budapeşte Üniversitesi Felsefe Fakültesi’nde tanınmış Macar Türkoloğu Gyula Nemeth (1890-1976)’in öğrencisi olarak üst öğrenim yapmıştır.[3]Torunu tarafından yazılan makalede[4] ve hakkında yapılan yüksek lisans tezinde ise doktora yaptığı belirtilmektedir.[5]Burada Macarca, Almanca Fransızca, Çince, Mançuca, Moğolca, Arapça ve Farsça okumuştur. Macarca öğrenmesine rağmen, bu ülkede eğitim gören meslektaşları gibi bu dilden Türkçeye müstakil bir eser kazandırılması yönünde bir gayreti olmamıştır. Bazı ilmi makalelerin tercümesini yapmış, öğrendiği dil sayesinde bu dilde basılan Türk tarihi ve diliyle ilgili eserlerden araştırma ve yayınlarında çok istifade ettiği bilinmektedir. Türkiye’ye dönerken Macar arşivlerinde ileride yapacağı araştırmalarında kullanacağı çok sayıda arşiv belgesini beraberinde getirmiştir.
İlkokul öğretmeni Saide hanımla (1906-1981) yaptığı evlilikten iki oğlu bir kızı olmuştur. İstanbul’da ticaret yapan Erdem (D.1932-1999)’in Erinç isimli bir oğlu, Makine Mühendisi olan ikinci oğlu Erkin (D.1937)’in Ertim isimli bir oğlu ve Ankara’da Ufuk Üniversitesi’nde Biyokimya alanında öğretim üyeliği yanında özel bir laboratuar sahibi olan kızı Prof. Dr. Konçuy Mergen (D.1944)’in Nazlı Esim isimli bir kız torunu bulunmaktadır. Torunu Nazlı Esim dedesinin yolundan giderek tarih alanında akademik çalışmalar yapmaktadır.
Görevleri
1930 yılında Türkiye’ye dönerek öğretmenlik görevine başlamıştır. 28 Ocak 1931 tarihinde 2500 kuruş maaşla Gazi Terbiye Enstitüsü Tarih öğretmeni olarak meslek hayatına girmiştir. Gazi Eğitim Enstitüsü, Polis Koleji, Devlet Konservatuvarı ve Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Türk Tarihi ve Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi dersleri okutmuştur.
10.5.1944 tarih ve 48 sayılı Maarif Bakanlığı İnzibat Komisyonu kararı ile vekâlet emrine alınmıştır. 3 Mayıs 1944 tarihinde Ankara’da gerçekleşen ve cumhuriyet tarihinde ilk görülen öğrenci nümayişleri gerekçe gösterilerek yapılan tutuklamalar sonucunda gözaltına alınması üzerine açığa alınma gerçekleştirilmiştir. İnzibat komisyonunda Müsteşar İhsan Sungu, Teftiş Heyeti Başkanı Besim Kadırgan, Yüksek Öğretim Genel Müdürü Necmettin Halil Onan, Orta Öğretim Genel Müdürü Hayri Ardıç, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, Güzel Sanatlar Genel Müdürü Tevfik Ararad, Zatişleri Genel Müdürü İ. Erkal bulunmuşlar, açıkta bulunduğu süre içinde 35 lira asli maaşın karşılığı olan 100 liranın dörtte birini açık maaşı olarak almış ve ailesi büyük ekonomik sıkıntı içine girmiştir. Bu sırada en küçük çocuğu olan kızı üç aylık bir bebektir.
Davanın yargılama sürecinin sonunda serbest bırakılması üzerine yeniden Gazi Terbiye Enstitüsü’ndeki görevine dönmüştür. 27 Kasım 1947 tarihinde Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğretmenliğine nakledilmiştir. 3.12.1947 tarihinde 4926 sayılı kanunun 5. Maddesi gereğince Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü emrinde bakanlık tarafından neşredilmekte olan İnönü (daha sonra Türk) Ansiklopedisi’ni yayınlayan heyette görevlendirilmiştir. Bu görev değişikliğinin ansiklopedide çalışabilmesi için yapıldığı anlaşılıyor.
21 Temmuz 1951 tarihinde Devlet Konservatuvarı öğretmenliğine nakledilmiştir. Ankara Devlet Konservatuvarı öğretmeni iken 22/23 Mart 1956 gecesi bire yirmi kala vefat etmiştir. 24 Mart 1956 Cumartesi günü Hacı Bayram Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra öğrenci ve dostlarının iştirakiyle Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verilmiştir. Mezarı başında dava arkadaşlarından Zeki Sofuoğlu Türklüğe, Türkçülüğe yaptığı hizmetleri ve kişiliğini anlatmıştır.[6]İkinci konuşma dava arkadaşlarından mülki idare amiri Mücellitoğlu Ali Çankaya tarafından yapılmıştır.[7]Ölümü üzerine birlikte görev yaptığı meslektaşlarının verdikleri ilan dikkat çekicidir: ‘Büyük bir kayıp: O örnek bir insandı, çalışkan bir öğretmendi, değerli bir Türkologdu, yalnız bağlı bulunduğu kürsüyle değil, konuşmalariyle, sohbetleriyle, yazılariyle cemiyette uyarıcı aydınlatıcı bir vazife görmüştü. Bütün konservatuvarciler Hüseyin Namık Orkun’un ufulüne ağlamaktadırlar. Eşine, çocuklarına, talebelerine ve onu sevenlere baş sağlığı dileriz’.[8]
1 Nisan 1956 tarihinden itibaren Ankara Bahçelievler 18 Sokak Numara 16’da ikamet etmekte olan ailesine ölümü sırasında almakta olduğu 252,19 lira olan maaşının 214,292 lirası emekli aylığı olarak bağlanmıştır.
Dönemin İstanbul gazetelerinde onun ölümünün haber olarak verilmemesi, dönemin haberleşme şartlarının yetersizliği gibi sebeplerle kamuoyu kaybından geç bilgi sahibi olmuştur. Polis Koleji’ndeki öğrencilerinden biri; ‘babacan tavrı, güleç esmer yüzü ve tatlı sesi ile gözlerinin önünde olduğunu, derslerini itinalı ile hazırladığı notlarından okumayı tercih ettiğini’ belirtmiştir.[9]Orkun, Türk Milliyetçisini şöyle tasvir etmiştir: ‘Hakikî milliyetçiler özü sözü doğru insanlardır. Hiç çekinmeden doğruya doğru eğriye eğri derler. Siyaset nedir bilmezler. Sözlerinde ve hareketlerinde itidal yoktur. Laflarını sakınmazlar. Kendileri için çok fena akıbetler doğurması muhtemel olan sözleri bile pervasızca sarf ederler. Biraz yüksekten atarlar ve her şeyi ifrata götürürler. İdeallerinde, hareketlerinde, sözlerinde ileri ve kırıcıdırlar. Kendi safındaki şahısları bile kırmaktan sakınmazlar.’[10]
Arkasından dönemin Türkçü dergilerinde muhtelif yazılar çıkmıştır. Bu yazılar Ziyaeddin Babakurban tarafından toplanarak küçük bir risale halinde neşredilmiştir.[11]
Meslek ve Cemiyet Çalışmaları
Daha üniversite öğrencisi iken 1921-1922 yıllarında, Türk tarihinin eski dönemleriyle ilgili konular üzerinde çalışma yapmak istemesi onun, Mustafa Nihat Özön ve birkaç arkadaşının yardımıyla çıkan Dergâh Mecmuası yazarları arasında yer almasını sağlamıştır.[12]Hüseyin Namık’ın öğretmenlik mesleğine başladığı yıllar Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş dönemi sıkıntılarının atlatıldığı ve milli kimlik inşasının şekillendirme çalışmalarının başladığı döneme rastlamaktadır. Dönemin yarı resmi yayın organı Hâkimiyet-i Milliye (daha sonra Ulus) gazetesine bakıldığında milli kimliğin iki önemli kolu dil ve tarih ile ilgili çalışmalara büyük ağırlık verildiği görülmektedir. Gazetenin başta ön sayfası olmak üzere iç sayfalarında da dille ilgili, geniş tabana yayılan tartışmaların, makalelerin, okuyucu mektuplarının, uzmanların görüşlerinin yer aldığı görülür. Orkun, cumhuriyet döneminde yetişen ilk tarihçilerden olmak hasebiyle bu yayın faaliyetinde ön planda yerini almıştır. Ölümünden sonra Nejdet Sançar’ın neşrettiği bibliyografyası incelendiğinde ilgi alanına dil ve tarihin aynı ağırlıkta girdiği görülür. Bu iki disiplinden hangisinin onun ana dalı olduğunu tespit etmek bile güçtür. Dil ve tarih konuları yanında yüksek öğrenimi sebebiyle bulunduğu Macaristan’a duyduğu yakınlığı sebebiyle edebiyatla da ilgilenmiştir.[13]Türk milletinin İslamiyet öncesi tarihi ile ilgili hemen hemen akla gelen her konuda uzun veya kısa bir yazısı bulunmaktadır. O adeta kendini, üzeri küllenmiş Türk tarihini gün yüzüne çıkarmakla görevlendirilmiş olarak kabul etmiştir. Bu tutum sadece Orkun’a has değildir. Mustafa Kemal’in önderliğinde en küçük yerleşim birimi köylerde bulunan öğretmenler olmak üzere bütün Türk aydınları bu heyecanı taşımıştır.
Dille alakası Budapeşte Macar Dil Encümeni azası, Nemeth’in öğrencisi olmaktan ileri gelmektedir. İslamiyet öncesi Türk tarihini öğrenebilmek için temel kaynak olan Orhun Kitabeleri üzerinde geniş araştırmalar yapmış, eski Türk kitabelerini aralıklı olarak dört cilt halinde Türk Dil Kurumu yayınları arasında neşretmiştir. Dil ve tarih çalışmaları, Türk kültürü üzerinde söz söyleme imkânını kazandırmıştır. Orkun, Türkiye’ye döndükten sonra Macaristan’la ilişkilerini sürdürmeye çalışmıştır. Orkun, Türk Tarih Kurumu Başkanı olan Yusuf Akçuraoğlu ile birlikte 18 Kasım 1931’de bir mektupla Turan Cemiyeti’ne başvurarak 1934 tarihinde Budapeşte’de düzenlenecek Atilla kutlamalarına katılmak istediklerini bildirmiştir. Turancılık üzerine yapılan bir araştırmada, mektupta Turan Cemiyeti’ne üye olduğunu belirten Orkun’un bu iddiasını doğrulayacak bir belgeye rastlanmadığı kaydedilmiştir.[14]
Kısa hayatında Türk milletine hizmetin onun tarihini ve dilini ortaya koymakla olacağı düşüncesiyle ilmi çalışmalarını adeta Türklük çalışmalarına teksif etmiştir. Bu maksatla Macaristan’da bulunduğu yıllarda Turan Cemiyeti’nin yayın organı Turan dergisinde Türk Macar Akrabalık Meselesi isimli bir makale neşretmiştir.[15]
1931 yılında Türk Ocakları’nın kendini feshederek CHP katılmaya mecbur edilmesinden sonra bıraktığı boşluğu doldurmak üzere doğrudan parti yönetiminde bir kurum tesis edilmiştir. Halkevleri isimli bu yeni kuruluşun tüzüğünü hazırlamak üzere milletvekili Ziya Cevher Etili’nin başkanlığında Şevket Süreyya Aydemir, Sadi Irmak, Tahsin Banguoğlu, Hamit Zübeyr Koşay, Kerim Ömer Çağlar, Namık Katoğlu, Vildan Aşir Savaşır’ın görevlendirildiği komisyonda Hüseyin Namık Orkun’da yer almıştır.[16]Komisyon iki aylık bir çalışmadan sonra tüzüğü hazırlayarak CHP Genel Sekreteri Recep Peker’e sunmuştur.
Türk diliyle yakın ilgisinden dolayı 1932 yılında toplanan I. Türk Dili Kurultayı’na aza olarak iştirak edenler arasında yer almıştır. Kurultayın beşinci günü ‘Türk Dili’nin M.Ö. 23-24 Asır Önce Varlığı’ başlıklı bir konuşma yapmıştır.[17]Mustafa Kemal burada H. N. Orkun’a kendi el yazı ile yazdığı notla ‘Hitit’, ‘Eti’, ‘Saru’, ‘Hattu’ gibi kelimelerin aydınlatılması için talimat verip, ayrıca ‘Sümer, Mısır, Küçük Asya medeniyetlerinin kurucuları Samîler değil Türklerdir’ şeklinde görüşün araştırılmasını talep etmiştir.[18] II. Türk Dili Kurultayı’nda ‘Has İsimlerin Tetkiki’ başlıklı bir tebliğ sunmuş, III. Türk Dili Kurultayı’nda komisyon çalışmalarına katılmıştır.
Vefatından sonra hakkında yazılanlar, öğrencilerinin açıklamaları, yazışmaları onun Türk’e ait değerlerle meşguliyetinin derecesini göstermektedir. Bu yazılardan Türk tarihini sevdirdiği, milli tarih şuuru kazandırdığı yüzlerce öğrenci yetiştirdiği anlaşılmaktadır. Orkun, 1944 tutuklamalarından önce Ankara Radyosu’nda her pazar ‘Türk Tarihi Saati’ isimli bir program yapmıştır.[19]
Orkun’un gazete yazıları en çok Ulus’ta yayınlanmıştır. 1939 yılında dergi neşriyatının önüne konan engellerin kaldırılmasından sonra ortalıkta görünen Türkçü organlarda da yazmıştır. Orkun bu tarihe kadar tek parti yönetiminin şartlarında aynı fikirlerde buluşmadığı halde birlikte bulunmak mecburiyetinde kaldığı bazı meslektaşlarının görüşlerine karşı eleştirilerini yöneltmiştir. Aynı sahada çalıştığı, aynı fikri çizgide bulunduğu bazı bilim adamları ile tarih ve dil meselelerinde ki farklı yorumlarından dolayı ilmi tartışmaya giriştikleri de olmuştur. Bu tartışmaların bazıları ilmi endişelerin ötesinde çekememezlik gibi beşeri duygulardan da kaynaklanmıştır.
Orkun, cumhuriyetin değerlerine sahip çıkmış, bilhassa tarih alanında yapılan çalışmaların başarıya ulaşması için gayret göstermiştir. Türk Ocakları’nın kapatılmasından sonra onun yerine ikame edilen Halkevleri’nin kuruluş yıldönümünde tarih çalışmalarını değerlendirmiştir.[20]
1939 yılından itibaren savaşın gidişatındaki safhalara göre Türk fikir hayatında gruplaşmaların netleştiği görülmektedir. Gruplar, fikirler ve bunların mensupları giderek kalın çizgilerle ortaya çıkmıştır. Orkun, bu gelişmede kültürel birikiminin gereği milli endişeleri ağır basanların tarafında yerini almıştır. Onların neşrettiği dergilerde yazmış ve ilişki kurmuştur. Onun Türkçülük ve Turancılık fikrine yönelmesinde gördüğü eğitimin, yüksek öğretim için bulunduğu Macaristan’daki ortamın muhakkak tesiri olmuştur. Macaristan’da bulunduğu yıllar ülkede faaliyette bulunan Turan Cemiyeti’nin güçlü ve etkin olduğu yıllardır.[21]3 Mayıs 1944 hadiseleri cereyan etmeden önce hükümet devam eden savaşın sonucunun belli olması, Almanya’nın kaybettiğinin netleşmesi ve kazanan taraflar arasında yakın komşu Sovyetlerin bulunması üzerine iç politikada, oluşan yeni dengelere göre yeni bir düzenleme yapmayı kararlaştırmış, Türkçü-Turancı düşüncede olan kimselerle ilgili geniş çaplı bir tutuklama yapmayı tasavvur ettiği dönemle ilgili araştırmalarda tespit edilen hususlardandır. Bu maksada uygun olarak Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel başkanlığındaki bir heyetin hazırladığı rapor İçişleri Bakanlığı vasıtasıyla İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na gönderilmiştir. Bu rapora ek listede Nihat Atsız, Mustafa Hakkı Akansel, Reha Oğuz Türkkan, M. Şakir Ülkütaşır, Orhan Şaik Gökyay, Zeki Sofuoğlu, Hüseyin Namık Orkun, Hamza Sadi Özbek, Nihad Sami Banarlı, Hüseyin Emir Erkilet, Cafer Seydahmet Kırımer, Peyami Safa, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan, Ahmet Caferoğlu, Muharrem Feyzi Togay, Mehmet Altunbay, Mehmet Sadık Aran, Nebil Buharalı, Hüseyin Avni Göktürk, Tahir Akın Karauğuz gibi isimler bulunmakta idi.[22]
Hüseyin Namık Orkun, çıkardığı Orhun dergisinde dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’da hitaben neşrettiği açık mektupların muhtevasındaki iddialarından dolayı Sabahattin Ali’nin açtığı dava sebebiyle duruşmaya katılmak üzere Ankara’ya gelen Nihal Atsız’ı 2 Mayıs 1944 akşamı evinde yemeğe davet etmiştir. Atsız, Orkun’un Bahçelievler Küçükevler Sitesi’ndeki evine Cemal Oğuz Öcal ile birlikte gitmiştir. Evde üç kişi daha vardı ve bunlardan birisi poliste mühim mevki işgal eden birisiydi. Orkun, bu zatı kasden çağırmış, Atsız’ın takip edildiğini bildiğinden, polislerin evde nelerin konuşulduğunu anlamak isteyeceklerini, endişe edilecek bir şey olmadığını, Türkçülük hareketinin yalnız komünizm aleyhinde bulunduğunu anlatmak için bu tedbiri almıştı.[23]Ertesi günü 3 Mayıs 1944’de yakın dönem siyasi hayatımıza ‘1944 Milliyetçilik Olayı’ olarak geçen öğrenci hadisesi cereyan etmiştir.
Hükümet önceden yaptığı hazırlıklara dayanarak 3 Mayıs’ta Ankara’da meydana gelen hadiseleri bahane ederek emniyet marifetiyle önder olarak gördüğü kişilerin evlerinin aranmasını ve tutuklanmalarını sağlamıştır.7 Mayıs 1944’te Atsız’ın İstanbul Maltepe’de bulunan evi aranmıştır. Orkun’da, 13 Mayıs 1944 tarihinde tutuklanmış ve aynı gün evi aranmıştır.[24]Onun istihbaratının kuvvetli olması sebebiyle başına gelecekleri önceden bildiği için hazırlıklı bulunmuş, hükümeti nelerin korkutacağı hakkında bilgisi bulunduğundan evinde bulunan bazı mektupları imha etmiştir. Bütün bu tedbirlerine rağmen normal düşünceyle hareket ettiğinden Atsız ile bir fotoğrafçı dükkânında çekilmiş resminin ise suç teşkil edeceğini kestirememiştir.[25]
Orkun, savcılık iddianamesinde, ‘Irkçı ve Turancılardan olup etrafa bu arada talebesi Ziya Özkaynak, Cemal Oğuz Öcal ve Reha Oğuz Türkkan’a her fırsatta aynı fikirleri telkinden ve bu harekette ön safta faaliyet gösteren Reha Oğuz ve Atsız arasındaki şahsi anlaşmazlıkları bertaraf etmeği kendisine bir işi edinmekten fariğ olmadığı, ırkçı ve Turancı harekete yakından ilgili olduğu ve bu hareketi geriden idare ederek nazım rol oynadığı’ iddia edilmiştir.[26]
Orkun’un, birlikte hapishane arkadaşlığı yaptığı 23 kader arkadaşı ile birlikte çileli günleri yanında zaman zaman neşelendikleri, Dr. Fethi Tevetoğlu’nun nitelendirmesi ile 1944 tutuklamalarının vakanüvisi Nejdet Sançar’ın notlarından anlaşılmaktadır.[27] Yargılamalar sırasında son müdafaa günü olan 2 Şubat 1945 günü akşamı askeri cezaevinde bir müsabaka tertip olunmuş, herkes karar gününün tarihini tahmin etmiş, buna en yakın tarihi tahmin edene verilmek üzere Dr. Hasan Ferit Cansever ortaya bir portakal koymuştur. Orkun, 22 Mart 1945 tarihinde kararın açıklanacağını tahmin etmiş, kararın 29 Mart 1945 günü ilan olunacağı ortaya çıkınca 28 Mart tarihini söyleyen Cihat Savaş Fer ortaya konan kocaman portakalı afiyetle yemiştir.[28]
Orkun, hapishanede saatlerinin çoğunu yatağının içinde geçirmesi ve pastırmaya düşkünlüğü ile meşhur olmuştur.[29] Pastırma-sucuk ve köfteye düşkün olan Orkun’la Tevetoğlu, hapishanede et yiyenlerin (Carnivore’ların) başını çekmişlerdir. Dr. Hasan Ferit Cansever ile ona mürit kesilen Nejdet Sançar ise sebze ve meyve sevenlerin (Vegetarien’lerin) öncüleri olmuşlardır.[30]
1944 hadisesi sebebiyle yargılananların savunmaları kitap halinde neşredilmiştir. Savunmaların incelenmesinden zanlılara yöneltilen suçlarla ilgili iddialar ortaya çıkmaktadır. Bu iddiaların ekseriyeti mesnetsiz, delile dayanmayan, afakî hususlardır. Orkun, kendisine yöneltilen suç iddialarını delilleri, gösterilen tanıkları ile birlikte değerlendirmiştir. Savcılık iddianamede Cemal Oğuz Öcal, Ziya Özkaynak[31],Reha Oğuz Türkkan’a ırkçılık tahrikâtı yaptığını ileri sürmüştür. Orkun, adı geçenlerin ifadelerinde bu iddiayı doğrulayacak ikrarlarının bulunmadığını göstererek suçu çürütmüştür. Savcılık bunun üzerine onun Türkkan’a neşredeceği derginin kapağına konmak üzere Göktürk harfleriyle ‘Her Irkın Üstünde Türk Irkı’ ibaresini talep üzerine yazıp vermesini, İsmail Hami Danişment’in anne tarafından Çerkez olduğunu Atsız’a yazmasını suç olarak ileri sürmüştür.[32]Orkun, savunmasında bu iddiaları çürütecek ilmi deliller göstermiştir. Sadece Türkkan’a değil bütün öğrencilerine Göktürk alfabesini öğrettiğini, bu harflerle metin yazdırdığını, ‘Her ırkın üstünde Türk ırkı’ ibaresini yazmanın suç olamayacağını, bu başlıklı bir makale yazdığını, böyle bir yazıdan dolayı yargılanmanın milli tarihimize ve adliye tarihine geçecek bir olay olduğunu belirtmiştir. Bu makaledeki tezlerinin ırkçılık olarak nitelendirilemeyeceğini ifade etmiştir.
İsmail Hami Danişmend’in annesinin Çerkez olduğu bilgisini eniştesi Kütahya milletvekili Dr. Ali Süha Delilbaşı’dan alarak Atsız’a yazdığını, dünyanın hiçbir yerinde bir adama mensup olduğu soyu söylemenin suç sayılamayacağını, Danişmend’inde bilahare annesinin Çerkez olduğunu kendisine söylediğini, eğer Danişmend’i Çerkez olduğu için tahkir etmiş, aşağı görmüş olsaydı o zaman şahsına suç isnat edilebileceğini belirtmiştir. Danişmend’in dostu olduğunu, çıkarmış olduğu Türklük dergisinde makalelerinin çıktığını, yaşayan Türkçüler isimli gayri matbu eserinin bir bahsini ona tahsis ettiğini ifade etmiştir.[33]
1944 hadiseleri ile ilgili yargılamalar 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlanmış sanıklardan bazıları beraat etmiştir. Orkun, beraat edenlerin arasında bulunduğu için serbest bırakılmıştır. İstanbul Birinci Sıkıyönetim Mahkemesi’nin kararı bir üst mahkeme tarafından 25 Ekim 1945 tarihinde bozulması üzerine 26 Ağustos 1946 tarihinde dava yeniden başlamış ve 31 Mart 1947 tarihinde bütün sanıkların beraat etmesiyle sonuçlanmıştır.
Orkun, beraat kararının verildiği gün serbest bırakılmasından sonra Ankara’ya dönmüştür. İlmi çalışmalarına bıraktığı yerden devam etmiştir. Orkun, 1944 hadiselerinde başının derde girmesine rağmen sorumluluk duygusuyla fikri planda hizmet etmeye devam ettiği Türkçülük hareketine fiili olarak teşkilat çalışmalarına katılmaktan geri durmamıştır. 1946 yılında çok partili siyasi hayatın başlamasından sonra dernek kurmanın önündeki engeller de kaldırılmıştır. Ortamın elverişli hale gelmesi üzerine gençlik kesiminde Türkçü dernekler kurulmuştur. Bu derneklerden biri olan Türk Kültür Derneği, 24 Ekim 1949 tarihinde Ankara’da DTCF salonunda Ziya Gökalp hakkında bir konferans düzenlemiştir. Konferansta Dr. Fahri Kurtuluş, Hüseyin Namık Orkun Ziya Gökalp’in Türkçülüğü, Necati Akder Gökalp ve Modern Milliyetçilik konularında konuşmuşlardır.[34]1931 yılında kapatılmış olan Türk Ocakları’nın 10 Mayıs 1949 tarihinde Hamdullah Suphi Tanrıöver tarafından yeniden açılmasından büyük heyecan duymuştur. Ocağın Ankara şubesini kurma çalışmalarına katılmış, 8 Ocak 1951 tarihinde şubenin açılması çalışmalarına Demokrat Parti Erzurum milletvekili bulunan Bahadır Dülger ile birlikte en büyük desteği vermiştir. Tevetoğlu, Dülger ile birlikte sık sık evlerinde toplanarak Türk Ocağı müteşebbis heyetini oluşturmaya çalışmışlardır. Daha önce Askeri Tıbbiye öğrencisi iken ocaklı olan Prof. Dr Nüzhet Şakir Dirisu’nun başkanlığında meydana getirilen yönetim kurulunda üye olarak görev almıştır.[35]
1944 hadiselerinin cereyanından bir süre sonra yaralar sarılmış mağduriyete uğrayanların sıkıntıları giderilmeye çalışılmıştır.1950 yılında yapılan seçimlerde iktidarın el değiştirmesiyle 3 Mayıs tarihi Türkçüler Bayramı olarak kutlanmaya başlanmıştır. Bu kutlama geleneği Ankara ile sınırlı kalmamış ve giderek bütün Türkiye’de mütevazı veya gösterişli merasimlerle devam ettirilmiştir. 1950’li yılların en etkili Türkçü bir dernek olan Türk Milliyetçiler Derneği 3 Mayıs Türkçüler Bayramı’nı geniş katılımlı bir toplantı yaparak kutlamıştır. 3 Mayıs 1951 tarihinde dernek salonunda yapılan törende Orkun, günün manasını ve o güne ait hatıralarını anlatmıştır. Daha sonra topluca bir lokantaya yemeğe gidilmiş, burada Isparta milletvekili Said Bilgiç, Haluk Karamağaralı, Erhan Löker, Baskil Kaymakamı olan Mücellidoğlu Ali Çankaya konuşma yapmışlardır, Sami Yavrucuk, Sadık Erdem, Mehmet Ateşoğlu, Turan Atasever, Ayhan İnal, Ali Rıza Özer, Hikmet Kızıltan, Sadık Özen, Hayrettin Başeğmez, Yaşar Bahadır, Halil Soyuer, Mustafa Hacıömeroğlu, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu okudukları şiirlerle geceye renk katmışlardır. Orkun, Ali Vecihi Birler, Yalçın Uraz’ın konuşmalarıyla gece sona ermiştir.[36]
1946 yılında yapılan seçimlerde Demokrat Parti belli sayıda milletvekili kazanmıştır. Demokrat Parti grubunda ve parti yönetiminde CHP’ye karşı yürütülen muhalefet tarzı hususunda anlaşmazlık çıkmış ve bazı milletvekilleri partiden ihraç edilmiş, bazıları istifa etmişlerdir. Ondan ayrılanlar Millet Partisi adıyla yeni bir siyasi parti kurmuşlardır. Bu parti İsmet İnönü’ye keskin bir muhalif tavır sergileyen eski genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak’ın himayesi altına girmiştir. Partinin yönetim kadrolarında cumhuriyet dönemi devlet yönetiminde görev almış idareciler ve seçkin bilim adamları yer almıştır. Bu dönem yıllarca suskunluk içinde kalan toplumun konuşan bir toplum haline geldiği yıllardır. Ortamın elverişli hale gelmesiyle siyasi arena çok sesli hale gelmiştir. CHP milletvekili Dr. Fahri Kurtuluş ile Cumhuriyet gazetesi ve Serteller arasında basında şiddetli bir polemik yaşanmıştır. Cumhuriyet gazetesinin Dr. Kurtuluş’a karşı giriştiği kampanya mahkemeye taşınmış ve sonuçları kitap halinde neşredilmiştir. Orkun, haksızlıklar karşısında sessiz kalmadığını bu hadisede de göstermiş, Ulus gazetesine gönderdiği bir mektupta , ‘Dr. Fahri Kurtuluş hakkında Cumhuriyet gazetesinde çıkan yazıları teessürle okuduğunu, yapılan neşriyatın bu gazeteye karşı duyduğu sempatiyi tamamıyla yıktığını belirtmiş, Cumhuriyet’in bu yazılarını teessür ve infial ile karşıladığını açıklamıştır’ .[37]Orkun,14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan genel seçimlerde Millet Partisi’nin Ankara listesinde bağımsız olarak yer almıştır.[38]Seçimlerde tahminlerin aksine Demokrat Parti ezici bir üstünlük kazanmış ve Orkun’un bulunduğu liste başarılı olamamıştır.
İlim Anlayışı
Orkun, I. Türk Tarih Kongresi’ne katılmıştır. Kongrenin tutanaklarının yayınlandığı kitapta iştirak edenler arasında, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Azalarından Hüseyin Namık (Gazi Terbiye Enstitüsü Tarih Muallimi) olarak ismi bulunmaktadır.[39] Bu kayda rağmen Türk Tarih Kurumu ile ilgili kitapta onun üyeliğiyle ilgili herhangi bir kayıt bulunmamaktadır.[40]Kurumun resmi tarihinin yazıldığı ve yine kurum yayını olarak çıkan bir eserde onunla ilgili herhangi bir bilginin verilmemesinin izahı bulunmamaktadır. Orkun, Türk Tarih Kurumu üye kayıt defterinde 19 sırada kayıtlıdır. Kuruma kayıt tarihi 12 Mart 1931’dir.Yine aynı defterde üyelikten çıkarıldığı kaydı bulunmakla birlikte bu kararı veren disiplin kurulunun işlemiyle ilgili tarih ve sayı bulunmamaktadır.
II. Türk Tarihi Kongresi’ne de iştirak etmiştir. İleri derecede miyop olmasına rağmen gece geç vakitlere kadar çalışmalarını sürdürmüştür. Bilgisi ve ilgi alanı sebebiyle Mustafa Kemal’in sofrasında bulunmuş ve kendisine sorulanları cevaplandırmıştır. Macarcaya hâkim olması sebebiyle gerektiğinde mütercimlik yapmıştır. Orkun’un yayınlarının incelenmesinden ilmi görüşlerinde, içtihatlarında tavizsiz olduğu anlaşılmaktadır. Doğru bildiklerini yazılı hale getirmekten, ilmi tercihleri istikametinde polemiğe girmekten imtina etmemiştir. Yazdıklarından dolayı sosyal konumunun zararı uğrayabileceğinin hesabını yapmamıştır. Türkiye’de dönemin bilim anlayışını şöyle özetlemiştir: ‘Bizim memleketimizde ilmin mercii yoktur, her aklına esen, her birkaç kitap karıştırmış olan hemen âlimane bir yazı yazar. Bu kargaşalık o hale gelmiştir ki buna artık nefretle bakmamak imkân haricindedir.’ [41]
İlmi kanaatlerinde, mutat olandan farklılığı sebebiyle hayatının çeşitli dönemlerinde muarızlarıyla arasında yazılı polemikler olmuştur. Anlaşmazlık konularında bazen karşılıklı sert ifadeler kullanılmıştır. Onun bütün olanlara rağmen inandığı doğruların arkasında durduğu görülmektedir. Polemiklerin ekseriyeti onunla aynı konular üzerinde çalışanlarla gerçekleşmiştir. Bu sebeple ilmi yönden farklı düşünmenin ötesinde çekememezlik gibi hususların da önemli bir faktör olduğu açıktır. Türkiye’de Dede Korkut üzerinde ilk çalışanlardan olan Orhan Şaik Gökyay, bu konudaki eserini çıkardığında Orkun bir tanıtım yazısı kaleme almış ve kaynaklar hakkında tenkitte bulunmuş, diğer hataları maddeler halinde sıralamıştır.[42] Türk kültürüyle ilgili birçok konuda neşriyatı bulunan Orkun’un ‘Oğuzlara Dair’ isimli eseri üzerine O. Şaik Gökyay da bir eleştiri yazmıştır.[43]Gökyay ile aralarındaki tartışma sürecinde onu destekleyen bir makale yazan Abdülkadir İnan’ın açıklamalarını tatmin edici bulmayarak düşüncelerini yazılı hale getirmiştir.[44]
DTCF’de öğretim üyesi olarak çalışan W. Eberhard’ın Çinin Şimal Komşuları isimli eseri hakkında yazdığı tenkit ikili arasında yeni bir tartışma meydana getirmiştir.[45]Eberhard eleştiriye verdiği cevapta, ‘ilmi bir kitabın tenkidi, bu saha ile alakası olmayan biri tarafından yapılırsa, bu müellif için utanç değildir’ ifadesini kullanmıştır.[46]Onun başlıca dayanağı Orkun’un Çince bilmemesidir. Orkun, Eberhard’ın cevabının ‘cüret cehaletten ileri gelir’ sözüyle izah edilebileceğini belirtmiş, 6 madde halinde onun görüşlerini çürüten karşılıklar vermiştir.[47]
Üyesi bulunmasına rağmen ilişiğinin kesilmesi hususunda fazla bilgi bulunmayan Türk Tarih Kurumu’nun neşrettiği Belleten’de çıkan bir makaledeki fikirlerin ilmi kanaatlerine uymaması üzerine sessiz kalmayı tercih etmemiş, eleştirilerini yazılı hale getirmiştir.[48]Orkun, Belleten’in bu sayısında çıkan makaleleri neşir sırasına göre tanıtmış ve bazılarının muhtevası hakkında düşüncelerini keskin biçimde dile getirmiştir:
‘Bundan sonraki makale Zarif Paşa’nın hatıratı adını taşımaktadır. 12 yaşında baş muhasebe kalemine çırağ edilmiş olan bu zatın tarihte mühim bir şahsiyet olmadığı malumdur ve hatıratının da bizce pek ehemmiyeti yoktur.
Mecmuanın en mühim yazısı üstat Uzunçarşılı İsmail Hakkı’nın Osmanlı devleti zamanında kullanılmış olan bazı mühürler hakkında bir tetkik başlığını taşımaktadır. Şimdiye kadar kendi sahasında birçok orijinal tetkikler neşretmiş olan bu değerli âlimin makalesini zevkle okumamak imkân haricindedir. Mühürler hakkında bir mukaddime vardır ki bunun son derece noksan olduğu göze çarpmaktadır. Üstat bize Elamların, Sümerlerin ve Hititlerin mühürleri olduğunu haber vereceği yerde Uygur Türklerinin de böyle mühürler kullandığını tafsil etmiş olsa idi ve Doğu Türkistan’ın da bulunan yüzlerce vesikadaki mühürlerden bahseylemiş olsa idi şüphesiz daha yerinde bir mukaddime yapmış olurdu.
Bu değerli yazıdan sonra merhum büyük âlim Halil Edhem Eldem’in Türk Tarih Kurumu’na hediye ettiği estampaj kopyaları izah edilmektedir. Maatteessüf bu estampajların ilmi ve esaslı bir surette izah edilmediği göze çarpmaktadır. Daha ilk satırda Sahibe Sultanlar mezarları diye bir ibareye tesadüf edilmektedir. Sahip Sultanlar diye tarihte kimsecikler yoktur. Bunlar herhalde Sahip Ata Oğullarına ait eserler olsa gerek.
Burada isimlerin yanlış okunduğu görülmektedir. Huand, Bail gibi yazılıp okunan isimlerden sonra yeni bir tabir ile karşılaşmaktayız. Kurani Kitabe: yani bu sözden kastedilen herhalde Kurandan bir parça, ayet olsa gerektir.
Halil Edhem gibi adına heykel dikebileceğimiz ciddi ve büyük bir âlimimizin senelerce didinerek topladığı bu mühim estampajların daha ciddi ve ilmi bir surette tanıtılmasını bekleriz’.
Bu eleştiriyi yazılı getirdiğinde kendisine gösterilecek tepkinin ölçüsünü hesap etmemesi mümkün değildir. Bu eleştirisine, Türk Tarih Kurumu Genel Sekreteri olan ve Halil Edhem’in estampajları ile ilgili makaleyi yazan Uluğ İğdemir cevap vermiştir:
‘Bu yazı cevaba değer ilmi bir tenkit ve tahlil olmaktan çok uzakta, bulunmakla beraber şahsıma taalluk eden bazı noktaları tavzih etmeği zaruri addetmekteyim.
Bay H. Namık, Türk tarihinin bütün devirleri hakkında serbestçe kalem oynatmak salahiyetini daima kendisinde gören bir zattır. Bu itibarla Belleten’in Hunlardan başlayarak Tanzimata kadar gelen yazılarını kendisine mahsus bir eda ile tenkit etmek cesaretini göstermektedir. Yalnız bir eseri tenkit değil hatta hülasa edebilmek için serlevhasını ve baştan birkaç satırını okumak kifayet etme, eseri baştan aşağı dikkatle okumak ve mevzuu hakikaten kavramış bulunmak iktiza eder.
Bay H. Namık en son olarak listesi tarafımdan neşredilmiş olan rahmetli H.Edhem’in Türk Tarih Kurumu’na hediye ettiği kitabe estampajlarına ilişmektedir.
Hülasa B.H.Namık Belleten’de tenkit edilecek noktaları aramış ve makalelerin yalnız isimlerine ve ilk satırlarına bakarak sadece bir takım sathi mütalealarda bulunmuştur. İşte asıl ilmi ve ciddi olmıyan bu tarzdaki yazılardır.’[49]
İlmi kaygılarla tartıştığı kimseler arasında aynı fikirleri paylaştığı ve birlikte hapis yattığı dostları da bulunmaktadır.[50]
Eserleri
Orkun’un çok yazan ve araştıran bir bilim adamı olduğu görülmektedir. Kısa sayılabilecek ömrüne farklı alanda çok sayıda kitap ve makaleyi sığdırabilmesi dönemin şartları dikkate alındığında takdirle karşılanmalıdır. Makaleleri çok sayıda dergi ve gazetede neşredilmiştir. Orkun’un eserleri ve makaleleri hakkında iki ayrı bibliyografya çalışması yapılmıştır.[51]Bunların bütün çalışmalarını ihtiva ettiği söylenemez. Hakkında yapılan tez çalışmasında makalelerinin izahlı bir listesi verilmekle birlikte gazetelerdeki bazı makalelerinin bu listeye dâhil edilmediği görülmektedir. Makaleleri Ana, Aramak, Banka, Beden Terbiyesi ve Spor, Bozkurt, Çalışma, Çığır, Çınaraltı, Dergâh, Evliya Çelebi Travels, Fikir Hareketleri, Folklor Bahisleri, Gurbet, Kalem, Konuşmalar, Konya, Kopuz, Kürşad, Mefkûre, Memur Muhasip Mecmuası, Müzik Görüşleri, Oğuz, Orkun, Özleyiş, Resimli Tarih Mecmuası, Tanrıdağ (1942,1950 yıllarında farklı editörler tarafından neşredilmiştir) Tavukçuluk, Toprak, Türk Dili, Türkeli, Türklük, Türk Yurdu, Ülkü, Ün, Varlık, Yeni Mecmua, Yeni Türk, Yeşil Türkiye, Yücel, Ziraat Dergisi, Doğu dergileri ile Cumhuriyet, Hâkimiyeti Milliye, Hürses, Kudret, Millet ve Ulus[52] gazetelerinde çıkmıştır. Çimen, araştırmasında Orkun’un Türkiye ve Macaristan’da toplam 713 yazısının neşredildiğini belirtmektedir.[53]Bu rakamın gazetelerde tarihi konuları ihtiva eden roman tarzında kaleme alınmış tefrika yazılarının da dâhil olduğu anlaşılmaktadır. Yazıları bibliyografya, biyografi, destan, edebiyat, dil, milliyetçilik-Türkçülük, kültür, medeniyet ve büyük ağırlıkta tarih konularını ihtiva etmektedir.
Orkun, ihtisası doğrultusunda ilmi ve toplumu aydınlatıcı yayın faaliyetinde bulunmayı Macaristan’da öğrenci iken tasarlamıştır. İlk makalesini bu ülkede Turan dergisinde neşretmiş ilk eserini burada hazırlamıştır. Bu ülkede iki eseri 4 makalesi Macarca olarak basılmıştır. Yine burada iken eski Türk yazıtlarını Türkiye Türkçesi ile neşretmeyi daha 1926 yılında düşündüğü bilinmektedir. Eski Türk yazıtlarının neşri üzerinde yaptığı çalışmalarını Türk Dil Kurumu’ndan resmi teklif aldıktan sonra yoğunlaştırmış ve 10 yıllık mesaisinin ilk ürününü yine kurum yayını olarak neşretmiştir. [54]Bu eserin ikinci cildi 1938, üçüncü cildi 1940, dördüncü cildi 1941 yılında neşredilerek tamamlanmıştır. Daha sonra Türk Dil Kurumu