Alparslan Türkeş ve Ülkücülük
Dr. Durmuş HOCAOĞLU 01 Ocak 1970
Ülkücülük, ilginç bir “gelişme” göstererek kurucusunu aşmış ve bu sebeple de baba ocağına sığmaz olmuştur. Ülkücülük, Türkeş’in şahsından da, MHP’den de daha büyük ve daha önemlidir. Bu hususun vurgulanması şu açıdan da hayati bir ehemmiyeti haizdir. Bir ideyi, bir ideolojiyi, bir siyasî parti ile veya bir şahıs ile özdeşleştirmek, siyasî bir kabilecilik ya da adam fetişizmi demektir ki böyle bir davranış o ideye veya ideolojiye dışarıdan yapılacak her türlü aleyhte müdahaleden daha yıkıcı neticeler doğurur.
Ülkücülüğün, kurucusunu da, baba ocağını da aşmasını bir sıhhat alâmeti olarak telakki etmek icap eder. Artık, “farklı içtihada sahip ülkücülükler”, daha açık bir deyimle, tekil bir “Ülkücülük” yerine aynı öze bağlı, ama farklı içtihatlara dayalı çoğul “ülkücülükler”, gözü kapalı reddedilmesi mümkün olamayan fiili bîr vakıa, bir realitedir. Bu durum, yani özde birlik fakat içtihadda farklılık, bir sapma, dalâlet ve hele “hıyanet” olarak değil, tam tersine, sıhhat alâmeti, ülkücülüğün gelişmesi olarak yorumlanmalı, içtihadı teşvik eden, hattâ içtihadı dahi “sevap” addeden temel akaid düsturu unutulmamalıdır.
Bu kısa yazıda, Alparslan Türkeş’e hamasî bir ağıt yakmaya değil, kısa ve öz olarak bu büyük adamın kurucusu, babası olduğu ülkücülüğün diğer adıyla, “Ülkücülük Hâreketi’nin, yakın dönem Türk tarihindeki rolünü, katkılarını ve kazanımları özetlenmeye çalışılacaktır. Ülkücü Hareket’e eleştirel bir yaklaşım başka bir yazıya konu edilmek üzere burada tehir edilecektir.
GİRİŞ
ALPARSLAN TÜRKEŞ ve “ÜLKÜCÜLÜK” HAKKINDA GENEL BİR MÜLÂHAZA
Ülkücülük, Türk Milliyetçiliği’nin çok özel etkili, en önemli bir versiyonudur. Hatta, bir adım daha ileri gidilerek denebilir ki, kelimenin tam ve gerçek anlamında hakiki Türk milliyetçiliği ülkücülük’ten başkası değildir. Şurası muhakkaktır ki Ülkücülük boşlukta vücut bulmuş değildir; temelleri çok eskiye dayanmaktadır.
Ancak bu hale gelişinde en büyük şeref payı, merhum Alparslan Türkeş’e aittir. Günümüzdeki şekli ve hali ile, ülkücülük’ün kurucusu Alparslan Türkeş ve Baba Ocağı da MHP’dir. Ancak, burada bir tespitte daha bulunmak gerekmektedir ki bu tesbiti belirtmemek, gerçeği yarım ifade etmek demek olacaktır.
ÜLKÜCÜLÜK HAREKETİNİN, YAKIN DÖNEM TÜRK TARİHİNDEKİ ROLÜ ve KATKILARI
Alparslan Türkeş ve onun siyasî mücadelesinin, yani “Ülkücülük Hareketi”nin, yakın dönem Türk tarihindeki rolünü ve katkılarını şöyle özetleyebiliriz:
Türk Milleti’nin ufku açılmış, tarihî ve coğrafi sığlık izale edilmiştir.
Birinci Harp’ten sonra ülkemizde alevlenen milliyetçi düşünceler sıhhatli ; bir milliyetçilik akımı halini alamamış, kısa bir süre sonra ise batılılaşma yönündeki bilinçsizce davranışlar, Türk Milliyetçiliği’nin beslenme damarlarını tıkamaya başlamıştır. Özellikle Atatürk’ün ölümünden sonraki CHP istibdadı döneminde hakim bir hale gelmeye başlayan sol düşünce, millî olan her şeye karşı sırt çevirmeye başlamıştır. Günümüzdeki solun büyük ekseriyetinin de fikrî temellerini oluşturan bu zihniyet, “ulusal” olmadan “evrensel” olunamayacağını kavrayamamış, kendisi olmadan başkası olmaya çalışmış, Türk Milliyetçiliği’nin gerçek beslenme kaynakları olan Türk Tarihi ve İslâm’a karşı bazen gizli ve dolaylı ve bazen da açıkça ve doğrudan cephe almıştır. Bu suretle, ‘Türk” kelimesinin içi boşalmaya, anlamsız, kof bir kabuk haline inkılab etmeye başlamıştır. Bu zihniyetin varmış olduğu acı sonuç, bizzat Türk devleti’nin bir “Türk devleti” olduğunun sorgulanması olmuştur.
Bu sakat zihniyetin, ana hatlarıyla, şu şekilde tecellî ettiğini söyleyebiliriz.
Türklük bir bütün olarak algılanamamıştır. Bu bütünsüzlük ise iki ayrı veçheye sahiptir; Birincisi, Türk Tarihi’nin parçalanması, İkincisi Türk Coğrafyasının parçalanmasıdır. Buna göre, Türk târihi, esas itibariyle Anadolu coğrafyası ile sınırlandırılmış, onun öncesi ve dışı adetâ reddedilmiştir. Hattâ daha da ileri gidilerek, “Gerçek Türk Tarihi” Cumhuriyet’e indirgenmek suretiyle, Anadoluculuk fikri ön plana çıkartılmıştır. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti devletinin 1923 yılında bir boşluktan vücut bulduğu şeklindeki patalojik bir anlayış yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu zihniyet sapıklığının sağ ve sol versiyonları aynı kaynaktan beslenmiştir. Özellikle Nurettin Topçu okulunun Sağ Anadoluculuk hareketi, Türk tarihini ve Türkiye’yi İslâmi olduğu vehmedilen mahallî-kabilevî değerler adına Anadolu’ya hapsetmeye çalışırken, kabilecilik akımı ile beslenen Sol Anadoluculuk ise Türk tarihini ve Türkiye’yi bütünüyle Türklerin elinden almaya çalışmıştır. Birinci teze göre, Türk Milleti Anadolu’ya gelmeden önce mevcut değildir, bu topraklarda oluşmuştur. Bu tezin, bilinçsiz olarak Marksist düşünceden ne kadar derin bir etki taşıdığı açıktır. Beri yandan Sol Anadoluculuk’un tezi ise hemen bütünüyle Marksist bir temele dayandırılmıştır. Buna göre, Türk Milleti, Anadolu tarihinde yaşamış bütün kavim, ulus, millet ve halkların bir kaynaşmasından oluşmuş bir karma, bir “mozayik”tir. Bu tezin, daha sonraları, “Anadolu Halkları” ve “mozayik” kavramlarını nerelere götüreceği görülecektir. Eğer bu görüşe itibar edilecek olursa, “Türk Milleti”nin aniden buharlaştığı, ortadan kalktığı görülecektir. Sol Anadoluculuk akımı, şaşılacak bir şekilde Türk Milletini bir sihirbaz gibi yok etmektedir. Bu hâle göre, sanki insanlık bir rüya görmüştür, tarihte hiç Türk Milleti olmamıştır.
Ülkücü Hareket’in önemi kendisini burada göstermiştir. Ülkücülük, bir yandan Edirne ile Kars arasına sıkıştırılmış bir coğrafî sığlığı, diğer yandan da Anadolu tarihi ile, sınırlandırılmış bir tarihî sığlığı reddetmiş ve büyük bir ufuk yaratmış, bir aşılım, bir patlama yapmıştır. Bu patlama, bir yandan Türk Milleti’ne çok geniş bir tarih ve coğrafya ufku açarken, diğer yandan da onun gerçek kimliğini ortaya koymuştur. Türk Milleti’nin bir halklar karmaşası olmadığı tezi, aynı zamanda “mozayik” doktrininin de önünü kesmiş ve parçalanmaların yolunu tıkamıştır.
Böylece, Türklüğün, Anadolu coğrafyası ve A- nadolü-Türk tarihi ile sınırlandırılarak dejenere edilmesi önlenmiş, Anadolu’yu da kuşatan çök büyük bir coğrafyası ve Anadolu tarihini de ihata eden çok derin bir tarihsel boyutu olduğu fikri kabul ettirilmiş, bu fikir ancak Ülkücü Hareket sayesinde canlı tutulmuştur.
Bunun sonucu olarak, bütüncül ve kuşatıcı “Dünya Türklüğü” fikri hayatiyet kazanmış; Azeri, Türkmen, Kırgız vb. gibi isimlerin zamanla ayrı birer millet haline inkılab ederek Dünya Türklü- ğü’nün parçalanması gibi tarih çapında dehşetli bir felaket önlenmiştir. Bu sebeple, Ülkücü Hareket’in, bütün dünya Türklüğünün kaderi üzerinde derin bir tesir icra etmiş olduğu söylenebilir.
TÜRKİYE’NİN BİR “TÜRK DEVLETİ” OLDUĞU FİKRİ KİTLELERE YAYILMIŞ, KİTLESELLEŞMİŞTİR.
Türkiye’de Ülkücü Hareket’in en önemli ve temelli başarılarından birisi, hiç kuşkusuz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gerçek kimliğinin aktüel bir şekilde ortaya konması olmuştur. Yukarıda bahsedilmiş olan, Cumhuriyet’in başlangıcında güçlenen Türk Milliyetçiliği idesinin zamanla sönmeye ve dejenere edilmeye yüz tutmasının, Türkiye’nin niteliği ve kimliği üzerinde bir tartışma doğmasina da yol açması kaçınılmaz olmuştu. Bu tartışma, Türk Devleti’nin “kimin devleti” olduğu şekline dönüşmeye başlamıştır ki bu , açıkça, Türk Devleti’nin sinsice Türklerin elinden alınması sonucuna doğru bir gidiş hasıl etmeye başlamıştır. İşte bu noktada ülkücü hareket, Türkiye’nin bir “Türk devleti” fikrini gündeme getirmek suretiyle tarih çapına büyük bir misyon ifa etmiş bulunmaktadır.
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ’NİN SADECE “ENTELLEKTÜEL BİR KÜLTÜR HAREKETİ” OLARAK KADÜKLEŞMESİ, BOĞULMASI ÖNLENMİŞ, TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ SİYASİLEŞTİRİLMİŞ, SİYASÎ BİR GÜÇ OLMUŞTUR.
Ülkücü’ Hareket’in en önemli ve kalıcı başarılarından ve hizmetlerinden birisi de, Türk Milliyetçiliği’nin siyasileştirilmesi olmuştur. Şüphesiz, her siyâsî hareket gibi ülkücülüğün de kuvvetli ve sıhhatli bir entellektüel temele ciddî bir ihtiyacı vardır ve daima olmuştur. Ancak, bir fikrin sadece ‘ entelektüel bir karakter taşıması, onun sosyalleşmesi açısından yetersiz kalmaya mahkûm olması, Schopenhauer’un teşbihi ile, “ihtiyar akademisyenler ile genç akademisyenler arasında icra edilen akademik bir gevezelik” olması demektir. Özetle ifade edecek olursak, bir “fikir” şayet “siyasî” bir harekete dönüşürse “dâva” haline de dönüşür. Dâva ise, bir fikrin soyut ideler dünyasından (âlem-i misâl) somut eşyanın dünyasına (âlem-i şuhûd) inmesi, cisimleşmesi, teşahhus ve tecessüm ederek Hayat’a yön vermeye başlaması demektir.
Bu konuda şu iki örnek yeterli olabilir: Resulullah sadece bir tebliğci olmakla yetinmemiş, İslâm idesi’ni siyasîleştirmiştir ki, İslâm ancak o zaman isbat-ı vücut edebilmiştir. Yani, bir din olması hasebiyle, İslâm soyut bir ide olarak kalamazdı; onun, hayata yön vermesi, dünyayı tedvir etmesi gerekmekteydi. Bu ise, ancak ve yalnız siyasileşmesi ile kabil olabilecekti ki Allah Elçisi’ni aynı zamanda bir siyasetçi, bir devlet adamı, bir baş kumandan yapan da budur. Keza; Marksist felsefe, Lenin’in ellerinde aktif bir şekilde siyasîleştirilmekle hayat bulmuş, filozoflar arasındaki kapalı devre entellektüel tartışmalar olmaktan ileriye giderek hayata yön vermiştir. Lenin’in teşkilatçılığı olmasaydı Marks’ın fikirleri hakimane mücerret ideler olarak kalmaya mahkûm olacaktı.
Aynı şey Türk Milliyetçiliği için de geçerlidir. Eğer Alparslan Türkeş ve dâvâ arkadaşlarının bütün ömürlerini hebâ etmek bahasına Türk Milliyetçiliği idesini siyaset zeminine taşıma mücadelesi olmasa idi, Türk Milliyetçiliği, Hayat ile bağları asgari bir dereceye inmiş, soyut bir ideden başka bir şey olmayacaktı. Türk Milliyetçiliği’nin soyut ideler dünyasından somut gerçeklikler dünyasına inmesi, bir siyasî parti olarak MHP’ yi iktidara taşımadı; ancak, Türk Milliyetçiliği’ni büyük ölçüde iktidara taşıdı, kitleselleştirdi, kabul ettirdi.
ÜLKÜCÜ HAREKET, “GENÇLİĞİN SİYASETE TAŞINMASI” ve “SİYASETİN KİTLESELLEŞMESİ” HUSUSLARINDA BÜYÜK BİR HİZMET GÖRMÜŞTÜR.
Ülkücü Hareket’in bir diğer başarısı da, Türkiye’de “gençliğin siyasete taşınması” ve “siyasetin kitleselleşmesi” hususlarındaki mücadelesinde aldığı sonuçlar olmuştur. Bu itibarla, Ülkücü Hareket’in bu mücadelesinin, Türkiye’ye bu bakımdan büyük ufuklar açmış olduğunu da belirtmek icap etmektedir.
Siyaset’in kitleselleşmesi, Modernite’nin en önemli temsilcilerinden birisidir. Modern toplumlarda siyaset, herkesin işidir. Çağdaş toplumun, yani “Sivil Toplum”un insanı, yani çağdaş insan, aynı, zamanda “siyasî insan” demektir. Bu sebepledir ki, Ülkücü Hareket’in, Türkiye’nin sivilleşmesinde de önemli bir katkısı olduğunu kabul etmek gerekmektedir.
ÜLKÜCÜ HAREKET, TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ’NİN BÜTÜN TÜRKİYE’DE ÇOK ETKİN BİR AĞIRLIĞA ULAŞMASINI SAĞLAMIŞTIR.
Ülkücü Hareket’in Türk Milliyetçiliği idesini soyut bir “söylem” olmaktan çıkararak somut bir “eylem” haline dönüştürmesinin, kendisi dışında birbirine zıt iki etki yaratmış olduğu, söylenebilir. Birinci etkisi, bir tepki doğurması, İkincisi ve buna zıt olan ise, zamanla, Türk Milliyetçiliği’nin bütün Türkiye’de yaygınlaşmasını sağlamasıdır. Bu yaygınlaşma, muhakkak ki hiçbir kesimde ülkücüler arasında olduğu gibi dominant bir hale, bir var-oluş biçimine inkılab etmemiştir; ancak, hemen her kesimde, milliyetçi temaların yaygınlaşması neticesini hasıl etmiştir. Meselâ bu etki, ülkücülere karşı kavgalı bir siyaset takip etmeyi ilke edinen eski CHP, şimdiki DSP’de, milliyetçiliği bir ideoloji olarak kabul etmeyen AP, ANAP, DYP gibi merkez-sağ kitlesel siyasî partilerde, hattâ milliyetçiliği doktriner olarak reddeden MSP ve RP’de dahi açıkça görülebilmektedir. Dikkat edilecek olursa, bu siyasî partilerin savunmuş olduğu ilkeler, fikirler, sembollerde önemli ölçüde milliyetçilik izleri bulunmaktadır. Yani, Türkiye’deki hemen – hemen bütün kitle partileri, açık veya gizli; örtülü veya alenî, bilinçli veya bilinçsiz, bir nebze “ülkücüleşmiştir” diyebiliriz.
Ülkücüleşme, belirli bir ölçüde devletin anlayışına dahi etkide bulunmuş, hattâ, MHP tarafından savunulan bazı fikirler ve ilkeler, bu partiyi kapatıp liderini ve kadrolarını hapse atan 12 Eylül darbecileri tarafından dahi bir “devlet politikası” olarak uygulanmıştı. Bu itibarla, devletin dahi bazı bakımlardan “ülkücüleşmiş” olduğunu söylemek abartı olarak kabul edilmemelidir.
Bunda kuşkusuz, Ülkücü Hareket’in yaratmış olduğu fikrî tesir bulunduğu gibi, bu hareketin oluşturduğu tabanın siyasî tercihlerini oya tahvil etme oportünizmi de bulunmaktadır.
Fakat bu güç ,ancak belirli bir yüzde olarak MHP’de temerküz edebilmiştir. Bu da, MHP’nin bir parti olarak kitleselleşmesini ve bizzat iktidara gelmesini önlemiştir! Fakat, bütün ülkücüler tarafından bilinmektedir ki kitleselleşmesini ve bizzat iktidara gelmesini önlemiştir. Fakat, bütün ülkücüler tarafından bilinmektedir ki, MHP’nin sayısal oy değerleri, hem en geniş anlamıyla Türk Milliyetçiliği’nin ve hem de MHP misyonunun, daha açık bir ifade He, “Ülkücülüğün” gerçek gücü için sağlıklı bir kriter olarak alınamaz. MHP; bu gücün sadece bir kesri, bir buz dağının su üstündeki* kısmıdır.
ÜLKÜCÜ HAREKET, ULUS-DEVLET’İN OLUŞMA SÜRECİNİN HIZLANMASINA KATKIDA BULUNMUŞTUR.
Ülkücü Hareket tarafından geliştirilen Türk Milliyetçiliği fikri, Türkiye’nin Ulus-Devlet sürecinin hızlanmasına da önemli katkılarda bulunmuştur. Modern devlet tipi olan Ulus-Devlet’in dayandığı temellerden birisi de “milliyetçilik”tir. Vakıa, burada söz konusu etmiş olduğumuz Modern Milliyetçilik, kendisini en yetkin bir şekilde, ancak sınaileşmiş toplumlarda izhar edebilmektedir ve Türkiye bu şartı sağlayabilmiş değildir, yani Ülkücü Hareket’in geliştirmiş olduğu ; Türk Milliyetçiliği bu itibarla tam anlamıyla Modem Milliyetçilik olarak addedilemez; ancak, bu milliyetçiliğin alt-yapısını hazırlamış olması büyük bir başarıdır ve Türkiye’nin tam anlamıyla bir Ulus-Devlet olma sürecini hızlandırmıştır.
ÜLKÜCÜ HAREKET, KENDİSİNE ÖZGÜ BİR MİLLİYETÇİLİK GELİŞTİRMİŞTİR.
Ülkücü Milliyetçilik’de, ırkçı, şoven, saldırgan bir Avrupa Milliyetçiliği veya kompleksli bir Üçüncü Dünya Milliyetçiliği reddedildiği gibi, İslâm’dan ve hattâ kutsal olan herşeyden arındırılmış bir Profan Milliyetçilik de reddedilmiştir.
Ülkücülük, birçok bakımlardan kendine has bir tezdir. Ülkücü Milliyetçiliği, şu milliyetçilik anlayışlarından önemli ölçüde ayrılmaktadır. Avrupaî Milliyetçilik, Üçüncü Dünya Milliyetçiliği, Kemalist milliyetçilik. Ülkücü Milliyetçiliği, başlangıçta bunların her üçü ile de bazı yakınlıkları ve benzerlikleri bulunmasına karşılık zaman içersinde bir tekâmül seyri göstererek onlardan ayrılmıştır.
Avrupaî Milliyetçilik, esas itibariyle iki ana unsura dayanmaktadır. Avrupalılık’ın üstünlüğü ve Sanayi Toplumu. “Avrupalılık’ın üstünlüğü”, bir çıkış noktası olarak, ırkçılık ile sömürgeciliğin birbirine karışmış olduğu bir temeldir. Sanayi Toplumu ise, yukarıda da temas edilmiş olduğu vechiyle, henüz Türkiye’nin tam olarak tanışmış olmadığı bir sosyal safha olması hasebiyle farklı bir milliyetçilik anlayışını temellendirmiştir. Ernest Geller’in deyimiyle, modern toplumun ve milliyetçiliğin iki çatal dişinden birisi olan proleterya sınıfına dayanan bu milliyetçilik anlayışı ile ülkücülük arasında bazı nokta nazarlardan hayli temelli farklar bulunmaktadır.
Üçüncü Dünya Milliyetçiliği, mazilerinde bir sömürge olmanın ezikliği bulunan toplumlara has, anti-kolonyalist, kompleksli ve fanatik, bir “ezilmişlik milliyetçiliği”dir. Bu itibarla, bir bakıma, Avrupaî Milliyetçilik’e karşı duyulan şiddetli bir tepki ve onun kolonyalizmin bir simetrisi olarak da yorumlanabilir. Türkiye hiçbir zaman bir koloni olmadığı için Türkiye’nin şartlarında böyle bir milliyetçiliğin revaç bulması mümkün olamazdı. Böyle bir milliyetçilik anlayışı, Türkiye için seviyesiz, sağlıksız, irticaî bir anlayış demektir.
Kemalist Milliyetçilik ise, bazı bakımlardan Ülkücülük ile çağrışımlar yapmasına ve Ülkücü milliyetçiliğin çocukluk dönemlerine çok derinden tesir etmiş olmasına karşılık artık ondan önemli ölçekte ayrılmış ve ilgisi kalmamıştır. İkisinin arasındaki en önemli fark, Batı karşısındaki seçmecilik ve İslâm ile olan mesafe olmuştur. Kemalist Milliyetçilik, Batı karşısında “seçmeci” ve Batı ile ‘hesaplaşmacı’dır. Batı’dan gelen her şeye karşı Kemalistlerdeki peşin teslimiyet ülkücülerde söz konusu değildir. Bunun yanında, Ülkücü Hareket’in ilk yıllarında İslâm ile daha mesafeli durulurken bu mesafe zamanla önemli ölçüde kapanmış ve hattâ Ülkücülüğün bir başka versiyonu, İslâm’ı siyasî bir Archimedes Noktası almaya doğru meyletmiştir.
Hasılı, İslâm’dan ve hattâ kutsal olan herşeyden arındırmış, laik olmanın da ötesine taşarak din karşısında agresif, laisist, hattâ profan bir milliyetçilik olmaya yönelen Kemalist Milliyetçilik ile Ülkücülük’ün hiçbir versiyonunun bu hususta bir ortak noktasından söz edilemez.
Türk Milliyetçiliği’nin bu gelişme seyrinin, bilinçli bir şekilde daha da ileriye götürülmesi gerekmektedir. Tarih, Türk Milliyetçiliği’nin, onun en olgunu olan Ülkücülük’ün omuzlarına, bütün İslâm-Türk tarihinin karşılaşmış olduğu en zorlu problem olan Batı Problemi’ni çözmek ve Türk’ü Türk yapan, onun kimliğini şekillendiren en temel unsur olan İslâm’ı yeniden keşfederek kendisine alem yapmak görevini yüklemiştir.
ÜLKÜCÜ HAREKET, TÜRKİYE’NİN AFGANİSTANLAŞMASIN! ÖNLEMİŞTİR.
Ülkücü Hareket’in Türkiye’ye en büyük hizmeti, hiç şüphesiz ve tartışmasız, bu olmuştur. Vatan’ın bağrına hançer dayandığında, o bahtı kara mâderi kurtarmak için sadece ülkücüler koşmuştur.
Burada herkesçe bilinen bu konuyu yeniden bir daha ele alarak mâlûmu ilân yapmak gereksizdir. Ancak, hulasaten söylenmesi gereken şudur:
Bir Türk atasözünde dendiği gibi, yağmurlar yağınca çatlaklar düzlenir. Kıssadan hisse: Aradan zaman geçince, nisyan ile mâlûl olan beşer hâfızası, mazide yaşanmış birçok acı hatırayı, kötülüğü hattâ ihaneti dahi unutup o günleri nostaljik bir sempati ile hatırlayabilir. Fakat, böyle bir şey herkes için mâzur olabilse de bir ülkücü için olamaz. Bir ülkücü bunları unutamaz, unutma hakkına sahip değildir. Hepimiz o ateşten çemberin içinden geçerek geldik; o günler, bizler için, sırtımıza giydiğimiz ateşten bir gömlekti. Bugün Kâbeleri çökmüş, putları yıkılmış olduğu için şaşkın ve ürkek, tırnakları ve dişleri sökülmüş olduğu için suya düşmüş fare yavrusu kadar zavallılaşmış komünistlerin, Türkiye’yi bir Sovyet peyki haline getirmek üzere nasıl canavarlaşıp ellerini nasıl kana buladıkları unutulmamalıdır. İşte, o günlerin bir felâket ile sonuçlanması, ancak ve yalnız, ülkücülerin, Türk Milletinin bu en hassas duygularına sahip, en üst düzeydeki milletsever ve vatansever evlatlarının, adetâ çağımızın sahabeleri olan bu neslin kanları ve canları bahasına verdiği mücadele ile önlenmiş oldu.
Ülkücülük, başka hiçbir şeyi olmasa dahi sadece bu hizmeti ile erişilmez bir mevki kazanmıştır.
Bendeniz bunun, bu akıl almaz fedakârlığın birtek faktör ile açıklanabileceği kanaatındayım:
Ülkücülük, “milletseverlikte ve vatanseverlikte son sınır” demektir.