Pîrimiz Yesevî ve Başbuğumuz Türkeş
Dr. Hayati BİCE 01 Ocak 1970
Başbuğumuz Türkeş’in ebedi âleme intikalinin 16. Yılında bu yılki 4 Nisan Başbuğ Türkeş Anma törenlerinden benim için en anlamlısının haberini Ülkü Ocakları’nın sitesinden okudum:
Başbuğ Alparslan Türkeş Türkistan’da Anıldı
Kazakistan’ın Türkistan (Yesi) şehrinde bulunan Türkistan Ülkü Ocakları, Başbuğ Alparslan Türkeş’in ahirete intikalinin 16.yıl dönümünde bir dizi anma programı gerçekleştirdi.
İlk olarak Yesevili Ülkücüler, Ahmet Yesevi Hz. türbesine giderek, burada Başbuğumuz Alparslan Türkeş için Yasin-i Şerif okudu. Ardından Türkistan Batır Jastar (Kahraman Gençler) salonuna geçen ülküdaşlarımız burada bir anma programı gerçekleştirdi. Programın açılış konuşmasını yapan Türkistan Ülkü Ocakları Başkanı Murat Aydınlı yaptığı konuşmada özetle şunları söyledi: “Ata topraklarımızda Başbuğumuzu anmanın ayrı bir duygu olduğunu hatırlatarak, “Rahmetli Başbuğumuzun hayâlleri”nin bugün bu salonda gerçekleştiğini görmek bizleri duygulandırmaktadır. Çünkü bu salonda, bugün Türk Dünyası’nın çeşitli yerlerinden gelen arkadaşlarımız bulunmakta ve onların yürekleri de Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in aramızdan ayrılışının 16. yıl dönümünde yine sızlamaktadır.” [1]
Bu haber beni bir andan Türkistan’da yaşadığımız günlere, 1994-1995 yıllarına götürdü. Türkistan’da görev aldığımı öğrenen son devrin Allah dostlarından Mustafa İhsan Karadağ, kendilerine veda maksadıyla İstanbul’da ziyaret ettiğimde her Cuma günü Hazret-i Türkistan’ın makamını ziyaret ile okuyacağım Yasinleri armağan etmemi tavsiye etmişti. Bu tavsiyenin gereğini, Türkistan’da yaşadığımız sürece, her Cuma günü eşim ve henüz ilk yaşını yaşayan oğlum ile aksatmaksızın ifa etmeğe gayret ettik. Hazret-i Pîr-i Türkistan’ın kabrinin ayakucunda yaptığım dualarda, Süleyman Hakîm Ata’dan Zengî Ata’ya, Hacı Bektaş’dan Sarı Saltuk’a bütün Yesevî dervişlerini; Ruhi Kılıçkıran’dan Gün Sazak’a, Yusuf İmamoğlu’ndan Ertuğrul Dursun Önkuzu’ya bütün ülkücü şehidlerimizi de yâd etmeyi bir görev olarak yerine getirdim.
Pîr-i Türkistan Yesevî ve Başbuğ Türkeş
Türkistan Ülkü Ocakları’nın kurulduğuna dair ilk haberi aldığımda çok mutlu olmuştum. Bu haber Hazret Sultan Yesevî’nin Anadolu’ya yönlendirdiği alperenlerin torunlarının ata toprağına geri dönüşü idi benim nazarımda… 1994’de Uluslararası Türk-Kazak Ahmed Yesevî Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak görev aldığım ilk öğretim yılında, Türkiye’den kaydedilmiş ilk öğrenci grubu ile (sayıları 15 kadardı.) Sovyet sisteminden kalıntı, her tarafı hurda halindeki yurt binasında yaptığımız kantin sohbetlerinde, Türkiye’den gelen öğrenci sayısı kırk kişiye ulaştığında Türkistan’da bir Ülkü Ocağı’nı –bizim için her ne kadar atayurt olsa bile, hukukî olarak yabancı bir ülkede gayrıresmi de olsa- kurma hayâlleri kurardık. İşte Türkistan Ülkü Ocakları’nın kuruluş haberinin ardından, yazılarını beğeni ile okuduğum Murat Aydınlıbaşkanlığında Türkistan Ülkü Ocakları’nın düzenlediği her etkinlik haberi beni tekrar o günlere götürüyor. [2]
Yesevî ocağının yüzlerce yıl önce Anadolu’ya gönderdiği ateşin, ülkücü hareket içerisindeki etkinliğinin arttırılması gereğine inandığım için Pîr-i Türkistan Yesevî ile çalışmalar yapmış birisi olarak zaman zaman ülkücü harekette ‘abartılmış bir Ahmed Yesevî algılaması’na yol açma eleştirilerine -ve hattâ yer yer suçlamalarına- maruz kaldım. Pîr-i Türkistan Yesevî’nin Türkiye Türkçesine aktardığım hikmetlerinin Türk yurtlarındaki manevî birliğin teşekkülündeki tarihî rolüne benzer bir etkiyi bugün de oluşturacağına inancım ile davet edildiğim her yerde Yesevî ruhunun yaşatılması gereğini vurgulamam, -nedendir bilemem- birilerini çok rahatsız etti.[3]
Bugün, yaptığım çalışma ile, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından defalarca basılan[4] Yesevî hikmetlerinden oluşan Divân-ı Hikmet’ten yararlanan her Türk’ün manevî dünyasının aydınlanmasına yaptığı katkının verdiği haz, benim için her türlü eleştiri ve zahmeti göze almaya değecek bir manevî duygudur.
Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî ile ilgili bu bahsettiğim duygularımın Başbuğ Türkeş tarafından da paylaşıldığının kanıtı hiç ummadığım bir yerde, MHP davasında Alparslan Türkeş’in yaptığı “son savunma” metninde önüme çıktı. Bugün tarihî bir belge olan Savunma’sında Başbuğ Türkeş Ahmed Yesevî ve dervişlerinin Türk tarihindeki fonksiyonunu çok net bir şekilde tarif ederek adeta bir tarih dersi vermişti. Bu tarihî dersi, özellikle genç ülküdaşlarım ile paylaşmak için Savunma’daki hali ile aynen vermek istiyorum.[5]
Alparslan Türkeş’in MHP Davası Savunması’nda Ahmed Yesevî
(…)
“Türk milleti, Asya’nın doğu kıyılarından, Büyük Okyanus’tan Atlantik Okyanusu’na kadar ve kuzey yarımkürenin buzullarından Hindistan yarımadasının güneyi, Arabistan Yarımadası ve Afrika’nın büyük sahra çölleri arasında kalan, bilinen en eski dünya toprakları üzerinde Batı Avrupa hariç çeşitli zamanlarda büyük devletler kurmuş, büyük medeniyetler meydana getirmiştir. Henüz tekniğin bugünkü gibi gelişmediği telgraf ve telsizin bulunmadığı, motorlu kara araçları ve uçakların icat edilmediği o çağlarda bu kadar geniş alanlarda kalabalık, çeşitli milletlerin ve medeniyetlerin üzerinde büyük imparatorluklar kurmak tesadüflere bağlanamaz. Çin gibi her devirde dünyanın en güçlü devleti ve büyük medeniyetlerinden biri olarak kabul edilmiş olan bu ülkede ve aynı şekilde bulunan Hindistan’da, dünyanın büyük medeniyetlerinden biri olan İran’da, Bizans imparatorluğu üzerinde ve diğer çeşitli topluluklar üzerinde hâkimiyetler kurarak, yerli medeniyetlerle kendi kültür ve medeniyetini sentez yaparak yeni medeniyetler meydana getirebilmek, yüksek vasıflara ihtiyaç gösteren bir husustur. Milletimizin bu başarıyı gösterebilmesi, gittiği her yerde insan haklarına saygılı olması, hak ve adalete dayanması, insan sevgisi ve insanları şefkatle sarmak yoluna gitmesi ile mümkün olabilmiştir. Gidilen her yerde insanları horlamak, ezmek veya yok etmek yerine, daima “Yaşa ve Yaşat” ilkesi ile hareket olunması, ırk, din, dil, renk farkı gözetmeksizin in-sanlara sevgi ve şefkatle, hak ve adaletle davranılması yoluyla büyük medeniyetler ve büyük devletler kurmaya muvaffak olunmuştur. Tarihimizde aa ve tahripkâr çöküntülere başlangıç teşkil eden iki büyük felaket vardır. Bunlardan birisi 13. yüzyılın başında Asya’nın doğusundan çıkan Cengiz Han’ın başkanlığındaki putperest Moğol istilasıdır. Diğeri ise 1683 yılında 2. Viyana muhasarası sırasında uğranılan yenilgidir. Bunlar sebepleri ve neticeleriyle seminerlerde konferanslarda işlenmeye çalışılmıştır. Bu konular gerek iddianamede gerekse mütalaanamede iddia makamı tarafından, ilme ve gerçeklere aykırı olarak, yorumlanmış ve böylece çok hatalı bir yorum yoluyla suçlamaya gidilmiştir. Bu sebeple konuyu mahkeme huzurunda mümkün olduğu kadar özet bir şekilde anlatmak ve açıklamak mecburiyeti hâsıl olmuştur.
13. yüzyılın başlarında Moğol orduları doğudan batıya taarruza geçtiler. Bu sırada Türkistan’da Ural Dağları ile Hindistan arasında hüküm süren Harzemşahlar devleti bulunuyordu. Bu devleti kısa zamanda yıkarak büyük katliamlar yaptılar ve camiler, medreseler, birçok medeniyet eseri, kütüphaneler yakıldı, yıkıldı, yerle bir edildi. Bundan sonra bir kısım Moğol kuvvetleri Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya doğru akarken diğer kısımları da Horasan, İran ve Kafkaslarda bulunan Selçuk devletlerini çiğneyerek Anadolu’ya Irak ve Suriye’ye doğru aktılar. Bu sıralarda Anadolu Selçuklu Devleti kurulmuş ve büyük hükümdarlarından Alâaddin Keykubat’ın yönetiminde parlak bir dönem yaşıyordu. Fakat çok geçmeden Moğolların önünden dehşet içinde kaçan çeşitli Türk boyları Anadolu içlerine kadar dökülmeye başladılar. Bir zaman sonra İran’a yerleşen Moğollar tarafından İlhanlı Devleti kuruldu. Moğol orduları Anadolu’yu da baştan aşağı talan etmeye başladılar. Alâaddin Keykubat ölmüş ve kendisinden sonra gelen kardeşleri, oğulları ve torunları arasında taht kavgaları başlamıştı. Bu sıralarda Moğol akınlarını durdurmak için toplanan 80.000 kişilik bir Selçuklu ordusu Sivas’ın doğusunda Kösedağı bölgesinde Moğolları karşıladı. Fakat daha savaşa girilmeden sebepleri aydınlanmayan bir panik neticesinde Selçuk ordusu kaçarak dağıldı. Bundan sonra bütün Anadolu en ücra köyüne kadar talana uğradı. Kan ve ateş içinde kaldı. Selçuk devleti dağılmış, Anadolu birbiriyle boğuşan küçük beyliklere bölünmüştü. Bütün Türk ve Müslüman dünyasında birbirini takip eden katliamlar, zulümler ve yangınlar hüküm sürdü.
İşte bu sıralarda Türkistan’da kurulan Çağatay devleti ve İran’da bulunan İlhanlı devletine hükmeden Moğollar da İslamiyet’i kabul ederek Müslüman oldular. Fakat zaman içinde bu devletler de parçalanarak çöküntüye uğradılar. Hüküm süren bu perişanlık ve sıkıntılar içinde bulunulurken, Türkistan’ın Yesi şehrinde Hoca Ahmed Yesevî ismini taşıyan ve daha sonraları da “Hz. Türkistan” ismiyle anılan büyük bir iman ve ilim adamı zuhur etti. Bu zat İslamiyet’in ulu esaslarını yeniden öğreterek insanlar arasında sevgiyi, barışı, kardeşliği, hakkı, hukuku, adaleti ve Allah, Peygamber sevgisini yerleştirerek gözyaşlarını dindirmek üzere müritler yetiştirmeye başladı Hacı Bektaş Veli gibi, Taptuk Emre gibi, Baba İshak gibi, Saru Saltukgibi büyük iman ve fikir adamları yetiştirerek Horasan Bölgesinden Batı’ya doğru gönderdi. Saru Saltuk Karadeniz’in kuzeyinden bugün Romanya’da kalmış plan Kuzey Dobruca Bölgesine gelerek dergâhını açtı. Ahi Evran da Anadolu’da bir hayli dolaştıktan sonra Kırşehir’e yerleşti. Taptuk Emre Eskişehir Bölgesine yerleşti. Mevlâna Celâleddin-i Rumî Hazretleri de Horasan’ın Belh şehrinden kalkarak çeşitli Ortadoğu memleketlerini gezdikten sonra Karaman şehrine geldiler. Bir müddet burada oturduktan sonra Selçuk hükümdarının daveti üzerine Konya’ya yerleştiler. İşte bu büyük şahsiyetler İslam’ın büyük ruhunu aşılayarak, dergâhlarında müritler yetiştirdiler.
Bunlar bütün Anadolu’ya ve daha sonra da Rumeli’ye yayıldılar. Gittikleri her yerde sevgi, kardeşlik, hak, hukuk, adalet ruhunu yerleştirmek için çalıştılar. Bu uğurda büyük hizmetler etmiş olan değerli şair ve iman adamı Yunus Emre’de Taptuk Emre’nin dergâhında yetişen bir müritti. Ahi Evran esnaf ve sanatkârları nizama kavuşturan, sosyal adalet ve sosyal güvenlik teşkilatı ile düzenleyen büyük hizmetler yaptı. Bu şekilde yetiştirilen ve Allah (c.c.) rızası için topluma faydalı olmak çalışmalarını benimseyen bu insanlar, tarih kayıtlarına göre dört ayrı isim altında ve dört ayrı kol halinde fakat birbiriyle koordineli ve dayanışma içinde Türk toplumunu yeniden ileri bir hukuk düzenine ve yüksek bir ahlak düzenine kavuşturdular. Bunlar sırasıyla; Gaziyân-ı Rum, Ahiyân-ı Rum, Bacıyân-ı Rum, Abdalân-ı Rum adları ile teşkilatlanan gruplardır. [6] Bunların görevleri ve gayeleri toplum içinde eğitim, yardımlaşma, dayanışma, sosyal adalet, sosyal güvenlik ve millî güvenlik hizmetlerini düzenlemek ve geliştirmektir. Bu faaliyetlerin sonunda 14. yüzyıl ve 15. yüzyılda batıda Osmanlı Cihan İmparatorluğu, kuzeyde Altınordu Devleti ve Doğuda da Türkistan Devleti, Hindistan’da da Babüroğlu Türk İmparatorluğu medeniyetleri meydana geldi. Türk Milletinin tarihi boyunca meydana getirebildiği en büyük ve en parlak eseri Osmanlı imparatorluğu ve Osmanlı medeniyetidir.
İslamiyet’ten önceki Türk devletlerinde de “Alp”lik geleneği bulunmaktaydı. Alpler, yüksek ahlakı temsil eden millî kültür sahibi ve millî ülkü sahibi kahraman yaradılışlı devlet ve millet için her fedakârlığı yapabilen insanlar olarak vasıflandırılıyordu. Yani gerek Alpler ve gerekse daha sonra “Alperen” isimleriyle anılan bu idealist ve imanlı insanlar teokratik nizam ile ilgisi olmayan kimselerdi. Bunlar tarihimizde ve millî kültürümüzde yer almış olan bir topluluktur. Biraz önce belirtilmiş olan değerli kişiler tarafından yetiştirilen bu müritlere zaman zaman “Alperenler” ve “Derviş Gaziler” denilmiştir. Bunların Türkiye Cumhuriyetini meydana getiren, bugünkü toplumumuzun nereden nereye geldiğini anlatmak ve insanlarımıza millî ruh ve güven duygusu vermek için ve millî kültürümüzün nasıl geliştiğini anlatmak için öğretmeye çalıştık.
İddia makamının iddia ettiği gibi suç teşkil eden herhangi bir fiili gerçekleştirmek için yapmadık. İnsanlarımızı, anayasamızın başlangıç bölümünde öngörüldüğü gibi vatandaşlarımızı, millî şuur ve ülküler etrafında birleştirmek ve yabana ideoloji ve yabana kültür saldırılarına karşı uyanık ve dayanıklı hale getirmek için yaptık. Özellikle bölücülük ve komünizm akımlarına karşı, kanlı terör tedhişine karşı, anayasa düzenini daha şuurlu bir şekilde benimsemeleri için yaptık.”
(…)
Türk’ün Başbuğu’na Duâ: “Yesevî Yoldaşın, Mahşer Meydanı’nda Koldaşın Olsun…”
4 Nisan 2013 günü Ülkücü Yazarlar Derneği (ÜLKÜ-YAZ) olarak kuruluşumuzu takiben ilk defa kabri başında ve bilahare Hacıbayram Camii’nde duâlarla yâd ettiğimiz “Başbuğ Türkeş Anmaları”nı bir gelenek halinde yaşatma azim ve kararlığındayız. Aradan geçen asırlara ve her türlü baskı ve zulme rağmen nesiller boyu unutulmayan, unutturulamayan Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî gibi Başbuğ Alparslan Türkeş’in adı da gönüllerde yaşayacaktır. Buna imanımız tamdır.
Bugün kendilerini çok muktedir olarak görenlerin bir gün kendilerini er-geç bulacak olan ölümleri sonrasında, bakalım toprağa gömüldükleri “iki metrekare”nin binlerce kilometre uzağında adlarını anacak bir Allah’ın kulu çıkacak mı? (Kendi kanaatimi, tarihin çöp sepetine gitmiş nice isimlerin durumuna bakarak, lâfı eğip bükmeden söyleyeyim: Hiç mi hiç, sanmıyorum…)
İşte budur, Başbuğ Türkeş’i -geçmişte yaşamış ve bugün yaşayan- sıradan parti başkanlarından ayıran nitelik…
Selâm olsun Türkistan’ın Pîri Hoca Ahmed Yesevî’ye, dünyanın her neresinde bir Türk nefes alıp veriyorsa, ayaklarını bastığı toprağa adını verdiği Türkistan’dan… “Türk’e her yer Türkistan…”
Selâm olsun Türk’ün Başbuğ Türkeş’ine; dünyanın her neresinde yaşatılıyor ve adı-sanı hürmet ile ve gönülden duâlarla yâd ediliyorsa… “Başbuğu her Türk’ün Türkeş…”
Selâm olsun Türk’ün bayrağına… Her nerede dalgalanıyor ve hangi Türk oğlu tarafından dalgalandırılıyorsa…
Ölümsüzlük, -var ise yeryüzünde- işte budur!..
______________________________________________
(*) Dr. Hayati BİCE, ÜLKÜ-YAZ Genel Başkanı.
İletişim: http://hayatibice.net
[1] Haberin tamamı için bkz. http://www.ulkuocaklari.org.tr/turkistanda-basbug-alparslan-turkes-anildi.html
[2] Ahmed Yesevî Üniversitesi’nde görev yaptığım sürede yaşadıklarım “Türkistan Rüyası” adlı otobiyografik romanıma konu edinilmiştir. (Hayati Bice, Türkistan Rüyası, Bizim Büro Basımevi, Ankara-2012) http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=596547&sa=137526934
[3] Son olarak 20 Mart 2013 günü Konya’da, Selçuk Üniversitesi Edebiyat ve Sanat Kulübü’nün daveti ile seçkin bir grup önünde “Ahmed Yesevî sohbeti” yapma fırsatı buldum. Bu vesile ile konukseverlikleri ile beni onurlandıran S.Ü. Edebiyat Fakültesi dekanı Prof. Dr. Âlim Gür, Türk Dili Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ahmet Sevgi ve Edebiyat ve Sanat Kulübü’nün değerli yöneticileri olan öğrencilere teşekkür ediyorum.
[4] Hoca Ahmed Yesevi, Divân-ı Hikmet (Yay. Hazırlayan: Dr. Hayati Bice), Türkiye Diyanet Vakfı Yay. (6. Baskı), Ankara-2010.
[5] MHP Davası’na sunulan son savunmasının hazırlanmasında başta avukatları olmak üzere birçok kişinin katkısı olmakla birlikte, sonuçta bu tarihî metnin altındaki imza ve metnin içeriği Alparslan Türkeş’e aittir. Dokuz Işık ile ilgili olarak da sık sık dile getirilen bu türden iddialar, Başbuğ Türkeş’in tarihî misyonunu gölgeleme gayretinden başka bir şey değildir. Burada verilen metnin tamamı için bkz. Alparslan Türkeş ve Ülkücü Hareket, Savunma, Hareket Yayınları, İstanbul-2011, s.16-20.