Unutulmayan Türkçüler: Necati Torun
Prof.Dr. Necmeddin Sefercioğlu 01 Ocak 1970
TÜRK milliyetçiliğinin 1945’ten sonraki öncüleri art arda dünyamızdan ayrılıyor. Tanrı’nın takdirine dayanan tabiî olaylar olmasına rağmen kaybettiklerimiz için üzülüyor, mahzum oluyoruz. Çünkü, hayatta iken arkadaş, dost, gönüldaş, ülküdaş olduğumuz, kendilerinden fikrî gelişmemizde yararlandığımız, kendileri ile birçok güzellikleri, acıları paylaştığımız bu kişilerin yitimi, bizde bir ‘öksüzlük’ duygusu oluşturuyor. 6 Nisan 1995’te uçmağa varan Necati Torun da onlardan biri.
O, Türkçülük eylemlerinin daima ön safında bulunmuş, her zaman milliyetçi kuruluşların doruk hizmet yerlerinde görev almıştı. Bu yüzden Türkçü eylemlerin tasarlanmasında, uygulanmasında, yönlendirilmesinde, önemli katkıları oldu. Türkçülüğe önemli, değerli hizmetlerde bulundu. Fakat çalışmalarını daima bir karıncanın sessizliği ve çabası içinde yürüttü. Hep ön saflarda bulunduğu hâlde hiç öne çıkmadı. Bundan dolayı Türkçü hareketin ‘adsız kahraman’ ları arasında yer aldı. Büyük şairimiz Mehmet Âkif’in
“Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir”
mısraında ifadesini bulan bir hayat yaşadığı için günümüzün gençleri O’nu fazlaca, hatta hiç tanımazlar. Bu yazı, Onu, karakter ve özelliklerine ilişkin birkaç önemli çizgiyı belirginleştirerek tanıtmak ve tümüyle unutulmasını önlemek amacındadır.
•••
Ben, Necati Torun’u 1950 yılında, Türk Milliyetçiler Derneği’nin üst yöneticilerinden biri olduğu sırada tanıdım. O yağız çehreli genç adam Derneğin ‘umumî idare heyeti’nde muhasip üye idi. Abdullah Savaşçı ile birlikte, Derneğin başlıca hizmetlerini yürütür; malî sıkıntıların çözülmesi yükünü üstlenirdi. Her ikisi de, resmî işyerlerinden çıktılar mı doğruca Dernek Merkezine gelirler, önemli işleri yaparlar, geriye kalanları da kendilerine yardım için bekleyen biz gençlere dağıtırlardı. Seksen şûbeli Derneğin aylıklı bir sekreterliği bulunmadığı için bütün çalışmalar gönüllü çabalarla yürütülürdü.
O iki arkadaş, daha doğrusu ülküdaş arasında bir kader birliği de vardı. Ondan dolayı hayatlarının önemli bir bölümünü birlikte geçirdiler, hayat mücadelesini birlikte yaptılar. Huyları ve mizaçları benzeşmeyen bu ikiliyi birbirine yaklaştıran ve bağlayan başlıca nitelikleri ‘Türkçülük’leri idi. Birbirlerine onun için katlanabiliyor, destek olabiliyorlardı. Yıllarca aynı bekâr odalarını paylaşmışlar, akşam yemeklerini abone lokantalarında birlikte yemişler, dost ziyaretlerine birlikte gitmişler, toplantılara birlikte katılmışlar, Türkçülük mücadelelerini –omuz omuza- birlikte yapmışlardı. Evlenip ayrı evler kurmalarından sonra bu ilişkileri azalmış ise de asla kopmamıştı. Bu güzel ilişki Savaşçı’nın 1976’da uçmağa varışına kadar sürdü.
Ben de her ikisi ile olan ilişkilerimi, onlar ebedîlik âlemine göçünceye kadar sürdürdüm. Rahmetli Abdullah Savaşçı ile, aynı işyerinde çalışmak, aynı mesleği seçmiş bulunmak, birçok durumlarda halef-selef olmak gibi sebeplerle sürekli yakın ilişkiler içinde olmuştum. Necati Torun ağabeyle 1950’de başlayan dostluğumuz ise, onu ebedîlik âlemine yolcu edinceye kadar, hiç eksilmeyen bir saygı ve sevgi havası içinde süregeldi.
•••
O, Artvin’in Ardanuç ilçesinde doğup büyümüş bir genç olarak geldiği Ankara’da İçişleri Bakanlığında başladığı memurluk hayatını Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğünde sürdürmüş ve oradan emekli olmuştu. Evini de birkaç yıl önce İstanbul’a taşımıştı. O yüzden kendisi ile görüşemez olduk. 1994 yazında Istanbul’a gittiğimde kendisini telefonla aramış, hatırını sormuştum. Israrla, konuk olduğumuz oğlumun evine yakın bulunan evine dâvet etmiş olmasına rağmen, bir fırsatını bulup ziyaretine gidememiştim. Yazık ki o, son konuşmamız oldu. Bir ara Ankara’ya geldiğini, kısa bir süre kalıp Istanbul’a döndüğünü kendisini görebilen ortak dostlarımızdan öğrenip görüşemediğimize çok üzülmüştüm. Son yıllarda sağlığının iyi olmadığını, bir kalp spazmı geçirdiğini, hatta yüzüne kısmî felç geldiğini biliyordum. Kızı doğum yapacağı için Ankara’ya gelmek üzere iken yeni bir kalp bunalımına kurban gitmesi beni çok sarstı. O günlerde ÖSYM denetçisi olarak Nevşehir’e gittiğim için Ankara’ya getirildiğini sonradan öğrendiğim cenazesinin defnedilmesi töreninde de bulunamamış olmaktan doğan üzüntüm ise katlanılabilir gibi değildi.
•••
Yukarıda da belirttiğim gibi, Necati Torun ağabeyin beni etkileyen bazı nitelikleri vardı. Onları her Türkçüde bulunması, örnek alınması gereken özellikler olarak algılardım. Burada onlara kısaca değinmek istiyorum.
O’nun en önemli niteliklerinden biri, dürüstlüğü idi. Bundan dolayı görev aldığı bütün gönüllü kuruluşların değişmez “muhasip ve/veya vezneci” üyesi olurdu. O, kendisi için uygun görülen bu önemli görev(ler)i nazlanmadan kabul eder, titizlikle ve eksiksiz yapardı. O görevlerden birinin veya ikisinin Necati Torun’a verildiği yönetim kurullarında hiç kimsenin malî konulara ilişkin bir kuşkusu veya kaygısı bulunmazdı. Görev aldığı gönüllü kuruluşların zaten çok kıt olan imkânlarının en tasarruflu, en verimli kullanılması, tek kuruşun boşa harcanmaması için büyük çabalar gösterirdi. Savrukça harcamalara şiddetle karşı çıkar, önlemeğe çalışırdı.
O, aynı zamanda bir doğruluk timsali idi. Kimsenin hakkı kimseye geçsin istemez, ‘kayırmacılık’tan nefret ederdi. Memur olarak ‘özlük işleri’ alanında uzmanlaşmış, atamalarda etkin olacağı görevlerde bulunmuştu. Bu resmî hizmetleri sırasında hiç kimsenin lâyık olmadığı bir göreve alınmasında aracı olmaz, üstlerince alınmak istenenleri de gücünün yettiği ölçüde engellemeğe çalışırdı. O konuda akrabalık, arkadaşlık, ülküdaşlık tanımazdı. Yasalara uymayan ve adayın lâyık bulunmadığını belirlediği iş isteklerini daha ilk başvuruda geri çevirirdi.
Necati Torun’un bir niteliği de tutumluluğu idi. Zaten az olan aylığını ‘idareli’ kullanırdı. Üzerinde daima “üç-beş kuruş” bulunurdu. Ondan dolayı yakın dostlarının ‘faizsiz banka’sı idi. O yıllarda birbirimizden borç istemek durumunda kalırsak, borç için başvurduğumuz arkadaşımıza “Gözüme bak” derdik. Bu, aramızda borç isteme parolası idi. Tabiî kendisinden en çok borç istenen kişi de Necati Torun olurdu. O, borç isteyenin gözüne bakar, istediğini sessizce verirdi (Gözüne bakılmasını en çök isteyen de, sanırım, rahmetli Abdullah Savaşçı idi). Gözüne baktıkları aldıklarını geri vermede ihmal gösterseler bile ses çıkarmazdı. Borcun alanca hatırlanıp iade edileceği günü sabırla beklerdi. Bazen borcunu unutanlar da olurdu. Sanırım, hatırlanamayan bazı küçük meblâğlar için çoğumuzdan alacaklı kalmıştır. Kendisi ile helâlleşme fırsatı bulamayan benim gibi dostları için ne büyük talihsizlik!
Necati ağabey az ve öz konuşurdu. Konuşmaktan çok dinlemeyi severdi. Dernek ve ülküdaş toplantılarında çok seyrek söz alır, konuya ilişkin düşüncesini kısaca, fakat açık biçimde ortaya koyardı. Sorulan sorulara da kısa ve net karşılıklar verirdi. “Söz gümüş ise sukût altındır” atasözü ona bakılarak söylenmiş sanırdınız. Yeri gelmişken, bu niteliğini yansıtır sandığım bir anımı aktarmak isterim: Türk Milliyetçiler Derneği’nin şer güçlerinin kışkırtması ile Menderes Hükûmetince kapattırıldığı 1953 yılının yazında, bir Cumartesi veya Pazar gününün öğle sonunda, zamanın tek gezi ve yürüyerek sohbet yeri olan ve Ulus’u Samanpazarı’na bağlayan Anafartalar Caddesinde dolaşıyorduk. Sanırım üç kişi idik: O, ben ve yaz tatili dolayısıyla Ankara’da bulunan öğretmen Mehmet Ateşoğlu! Ateşoğlu, kendisine özgü o heyecanlı ve ateşli anlatımı ile Türk Milliyetçiler Derneğinin kapatılmasındaki yanlışlığı, mantıksızlığı ve haksızlığı belirtiyor, Derneğin seksen şûbesi ile ülkeye yaptığı hizmetleri değerlendiriyordu. Konuşmasının bir yerinde Necati Torun’a dönerek “Siz tarihî vazifenizi yaptınız, Necati Beğ!” dedi. Necati ağabeyin ona verdiği karşılık üç kelimeden ibaretti: “Evet, Derneği kapattırdık!” Bu çarpıcı karşılıkta ne hikmetler gizliydi… Ateşoğlu’da ve bende konuyu sürdürme mecali kalmadığını hatırlıyorum.
O, aynı zamanda ketum, sır saklayan bir insandı. Bu, az konuşur olmasından kaynaklanan tabiî bir olgu idi. Türkçülük konuları ile ilgili pek çok bilginin onunla birlikte gömüldüğünü düşünüyorum. Onları bir yolunu bularak dinleyip kayıt etmediğimize yanıyorum.
•••
Necati Torun, görev aldığı bütün gönüllü Türkçü kuruluşlarda tam bir özveri ile ve bir “ülkü neferi” anlayışıyla çalıştı. Türk Kültür Derneğinde, Türk Milliyetçiler Derneğinde, Ankara Türk Ocağı’nda, Türk Ocakları Merkez Heyeti’nde ve başka birçok Türkçü kuruluşta, hep bu özverinin derin izleri vardı. Bütün bu kuruluşlarda, bir Türkçü’de, bir ülkücü’de bulunması gereken doğruluk, dürüstlük, çalışkanlık, ketumluk gibi meziyetleri ile, bu kutsal ülküye gönül bağlamış gençler için örnek alınacak bir karakter sergiledi. Evlendikten sonra da iyi ve sevecen bir aile babası olarak temayüz etti.
Kısacası; sözlerine inanılır, dostluğuna güvenilir, örnek alınacak ‘güzel bir insan’dı. Türk milliyetçiliğine çalışmaları, görüş ve düşünceleri, etkinlik ve davranışları ile büyük hizmetlerde bulunmuş, bunları hiçbir karşılık beklemeden ve sessizce yapmış, ölümlü dünyadan yine sessizce ayrılmış bir ülkü eri idi. Gösterişsiz ve alçak gönüllü hayatını Anatüzüğündeki “İnsanlara hürriyet, milletlere istiklâl şiarımızdır” sözü bahane edilerek kapatılan 80 şubeli Türk Milliyetciler Derneği’nin yöneticisi olarak aldığı ‘on lira hafif para cezası’ ile taclandıran, bir karıncayı bile incitmekten çekinen Nacati ağabeye uçmak kapılarının ardına kadar açılmış olduğuna inanıyorum.
Yüce Tanrı rahmetini O’ndan esirgemesin; nur içinde yatsın!