« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

13 Nis

2020

Koca bir dünya batıyor…

Sinan Baykent 01 Ocak 1970

Koca bir dünya batıyor.

Bütün değer, kurum, kol ve şubeleriyle koca bir dünyanın batışına tanıklık ediyoruz.

Bundan yalnızca 30 yıl kadar önce “Tarihin Sonu”nu ilan eden dünya çürüyor, her yanından irin saçarken etrafına.

Rönesans öncesinde tel tel dökülen Orta Çağ gibi…

Sanayi Devrimi’yle birlikte parça parça ayrılan feodal imparatorluklar düzeni gibi…

Birinci Dünya Savaşı’na doğru koşulmadan neredeyse ölü doğan “Güzel Dönem” (La Belle Époque) devri gibi…

İkinci Dünya Savaşı’na giden yolun taşları döşenirken bağrında kaybolunan pasifizm rüyaları gibi…

Bir dünya daha, bu defa içinde bulunduğumuz dünya, kendi zamanının ruhunu çok dramatik bir şekilde teslim ediyor.

Aslında bu çöküşün emarelerini bizler görebiliyor ve sezebiliyorduk. Ancak şekillenen manzara karşısında üç maymunu oynayanlar inkarı seçmiş, her gün biraz daha fazla yığılan yapısal sorunlar toplamını hasıraltı etmeyi tercih etmişlerdi.

Kovid-19 salgını birçok insan tarafından saptanan fakat kamuoyunda muhtelif sebeplerle yeterince gündeme getirilmeyen batışı artık bütün çıplaklığıyla ifşa etmiş, hızlandırmış ve pekiştirmiş oldu.

Batan her dünya, en güçlü olduğunu sandığı noktasından yara almış ve kaçınılmaz sonuyla baş başa kalmıştır.

Orta Çağ’ın tepeden tırnağa her anına hükmeden Kilise Engizisyon’la ortalığı kasıp kavururken bir veba salgınıyla yetişmiş din adamlarını ekseriyetle kaybetti.

O dönemlerde Latince bilgisi ruhban sınıfı için belirleyici bir etkendi. Oysa bu dile hakim olanlar birer birer hayatını kaybetmiş ve Kilise oluşan açığı doldurmak adına üstünkörü bir eğitimden geçirdiği yeni rahipleri bünyesine katmıştı.

Metinleri okumakta güçlük çeken ve dolayısıyla da halkın manevî ihtiyaçlarına cevap veremeyen yeni din adamları, Katoliklerde kırılmalara yol açtılar.

Flagellant’lar başta olmak üzere Kilise’den bağımsız ve hatta Kilise’ye muhalif irili ufaklı topluluklar zuhur ederken, Protestanlığın da (Reform) fidelikleri teşkil edildi.

Nihayet bir zamanların kudretli varlığı olan Kilise, Rönesans’la birlikte Avrupa’nın büyük ailelerin elinde basit bir oyuncak statüsüne kadar geriledi.

Değişim, muktediri kendi üstün gücüyle sınamıştı.

Sanayi Devrimi’nde de benzer bir manzara meydana geldi.

Kentli burjuvazi kapitalistleşirken, kitleler köylerden şehirlere akın ettiler. Üretim adeta çiçek açıyordu.

Zenginleşme almış başını yürümüş ve eskiye nazaran biraz daha “demokratikleşmiş” duruyordu. Oysa bu “servet birikimi” Sanayi Devrimi’nin en güçlü noktasını ifade ederken, aynı zamanda onun yumuşak karnını da tayin ediyordu.

Nitekim kapitalistleşmeyle birlikte kısa bir süre zarfında alabildiğine kitleselleşen bir proleterleşme de tezahür etmişti.

Nihayet bu işçi ve emekçi sınıfı filizlenen bu burjuva kapitalizmini hem sağdan hem de soldan sarsmaya başladı.

Kimi ülkelerde yıkılışa gebe kalan bu atılım, kimi diğer ülkelerdeyse en azından birtakım “ıslah” gayretlerini tetikledi.

Güçten yine zafiyet doğmuştu.

Ardından “Güzel Dönem” çaldı kapıyı. Refah, sanat, bilim ve teknoloji dörtlüsü ve parlamenter demokrasi/meşrutî imparatorluk tasavvurları yüzünü güneşe dönüyordu.

Görece (!) bir sükûnet içinde geçen bu dönem, bünyesindeki sakinliğinde aslında yeni arayışları, zincirlerinden boşanmaya ant içen şiddeti ve monotonluğun ete kemiğe büründürdüğü hoşnutsuzluğu da dolaylı olarak besliyordu.

Filippo Tommaso Marinetti’nin Fütürist Manifesto’su, anarşist eylemliliğin tırmanışı ve hatta edebî eserlerin günlük hayata yansıttığı nihilist dürtüler bu bağlamda oldukça kayda değerdi.

“Geliyordu gelmekte olan”.

Birinci Dünya Savaşı’yla yenileşmeye ayak uyduramayan aşınmış imparatorluklar düzeni zerrelere bölündü.

İmparatorlukların daha büyük ve daha haşin yayılma hırslarıyla giriştiği bu savaş onları lime lime doğradı.

Çarlık Rusya’sı, Osmanlı İmparatorluğu, Alman Reich’ı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarihe karıştı.

Son bir manevrayla galipler cephesine dâhil olan İtalya’nın da kadim yaprakları büyük ölçüde rüzgara karıştı.

“Bir daha asla” şiarıyla Birinci Dünya Savaşı’nın harabeleri üzerinden ebedî barış umutlarına tutulanlar ve dört başı mamur bir pasifist teoriyi örenler imzalanan sakat “barış” antlaşmalarına aldırış etmemek taraftarıydı.

Ancak yine ana akım savın gücü, merkezde kendi imha tohumlarını da barındırıyordu.

İkinci Dünya Savaşı bütün vahşeti ve topyekûn radikalizmiyle yer üstünde ne varsa biçti geçti. Geride yitirilen milyonlarca can, toza dumana karışan şehirler ve aşılması güç travmalar kaldı.

1945 yılında kurgulanan ve en azından Batı dünyasında ayağa kaldırılan “liberal demokratik medeniyet” uzunca bir süre Sovyetlerin varlığından süzülen çift-kutuplu dünya çelişkisinin de etkisiyle yaşayışını uzun yıllara yayabildi.

Hakkını yemeyelim, bu süreçte pek çok maharet emareleri de gösterdi.

Ne var ki 1991 yılında varlığını yürütücü çelişkinin silinmesiyle birlikte küresel çapta bildirilen “mutlak zafer” artık hükümranlığı tek bir nizama ve tek bir değerler ve pratikler manzumesine veriyordu.

İşte bugün idrak ettiğimiz batışın başlangıç aşaması da tam olarak burasıdır, bu “an”dır.

Küreselleşme kendisine direnenleri müthiş bir kıvraklıkla bütünüyle dağıttı.

“Artık dünya küçük bir köy” olmuştu, “ulus” fikrine ne gerek olabilirdi?

Bundan böyle milliyetçilik çağdışılıkla eşanlamlıydı, faşistlikti en kolayından. Milliyetçilik cüzzam, milliyetçiler de cüzzamlılardı. Bizden uzak durulması salık veriliyordu. Yaklaşmak “cız” idi.

Kapitalist paradigmanın şefkatli (!) kollarında eskisinden çok daha iyi, çok daha uzun ve çok daha geniş imkanlarla yaşıyorduk, dolayısıyla onu eleştirmek “eski kafalılık”, “dar görüşlülük” ve hatta “hayalperestlik” olabilirdi ancak.

Sahi, bizim zihinlerimizi örümcek ağları mı işgal etmişti?

Kültürel farklılıklar gitgide anlamsızlaşıyor, sınırlara duyulan ihtiyaç buharlaşıyordu. Artık esas olan ticaret idi ve dünya ekonomilerinin birbirine bağlanması durumu beraberinde Montesquieu’nün de vaktiyle altını çizdiği üzere “örflerin yumuşamasını” da sağlayacaktı.

Böylelikle “serbest ticaret” ve gümrüklerin kaldırılması insanlığa hizmetti. İnsanlık düşmanlığına tevessül edemezdik herhalde!

Liberal demokrasiler birbirleriyle savaşmazdı, dolayısıyla bir zamanlar İmmanuel Kant’ın “daimî barış” tezinden ilham almak suretiyle demokrasinin liberal sürümü dünyada tek geçer akçe konumuna ulaşmalıydı.

Demokrasiler birbirleriyle savaşmadığı için, her devlet (liberal) “demokratikleşmeli” veya zorla (liberal) “demokratikleştirilmeliydi”.

Böyle olmalıydı ki, merkez demokrasiler periferik karakterdeki demokrasileri bir güzel mideye indirsin.

Ne de olsa “akıl” ve “mantık” bunu dikte ediyordu.Yoksa akla ve mantığa karşı çıkan kaçıklardan mı olacaktık?

Peki, ya sosyal devlet? Unutun onu.

İnsanlar sosyal devleti çalışmamak, tembellik içinde yüzmek ve ense yapmak için kutsuyorlardı. Çalışmaya istekli olan herkes kapitalist üretim ilişkilerinde hakkını pekala alabilirdi.

İnsan risk almalı, inisiyatif kullanmalı ve girişimci olmalıydı - böyle olanlar için fırsatlar sınırsızdı, tabii kâr da öyle. Eğer yoksulsanız, garibansanız, bunun sorumlusu her şeyden evvel sizdiniz- “sistem” değil, asla!

Tabiatmış, ekolojik dengeymiş, bitki ve hayvanların velhasıl yeryüzündeki bütün canlıların yaşam alanının korunmasıymış – geçiniz!

Kalkınmayı yavaşlatmak izah edilemezdi. Ekonomiler büyümeliydi, doğa nasılsa kendi başının çaresine bakabilir, kendi kendini yenileyebilirdi.

21'nci yüzyılda hippiliğin ne lüzumu vardı?

“Yeni” dünya, gücünü işte bu sütunlara dayayarak bina etmişti.

Oysa bugün dünya milletleri, çok trajik bir musibet eliyle de olsa, en azından batan bu dünyayı artık olduğu gibi tanımlayabiliyor ve kavrayabiliyor.

Kovid-19 salgını başladığından beri her millet kendi ulusunun, devletinin kanatları altına sığınıyor.

Her yönetici sınırların bütün propagandalara rağmen ne kadar hayatî bir araç olduğunu keşfediyor.

Çok-uluslu şirketler kaçışırken, baki kalanın sosyal devlet ve ulusal organik dayanışma bağları olduğu ortaya çıkıyor.

Bu esnada liberal demokrasiler birbirinin kuyusunu kazıyor, birbirinin maske ve diğer korunma araç-gereçlerine arsızca el koyuyor ve birbirinin ilaçlarını çalıyor. Uluslar-üstü yapılar ise çatırdıyor.

Hülasa, koca bir dünya batıyor.

En güçlü davalarının kalbinden vurularak üstelik, geçmişteki dünyaların tecrübe ettiği gibi.

Ve yeni bir dünya kurulacak, eski dünyayı içten yiyip bitiren zıtlardan mülhem.

Batandan daha sosyal, daha ulus ve sürdürülebilir üretim odaklı olacağa benzese de tam çehresinin ne olacağı şimdilik meçhul.

Ancak en azından artık ne olmayacağı belli.

© The Independentturkish

Ziyaret -> Toplam : 125,23 M - Bugn : 120510

ulkucudunya@ulkucudunya.com