« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

20 Nis

2020

KEMAL TAHİR - BİR HAKİKAT ARAYIŞÇISI

Ömer Faruk 01 Ocak 1970

Soyadı “Demir” olan Kemal Tahir, 13 Mart 1910 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Tahir bey deniz yüzbaşısı ve II.Abdülhamid’in yaverlerindendi. Ailenin en büyük erkek çocuğu olan Kemal Tahir, Cezayirli Hasan Paşa Rüşdiyesi’nden sonra girdiği Galatasaray Sultani’sinin 10.sınıfındaki eğitimini, annesinin vefatı üzerine yarıda bırakarak çalışmaya başladı. Avukat katipliği, Zonguldak Kömür İşletmeleri’nde ambar memurluğu yaptı.

1932’de gazeteciliğe adım atan Kemal Tahir; dönemin Vakit, Haber, Son Posta, Yedigün, Karikatür, Karagöz ve Tan gibi önde gelen gazete ve dergilerinde çalıştı. 1937’de Fatma İrfan hanımla evlendi.

1938’de Nazım Hikmet’le beraber Donanma Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde “Orduyu isyana teşvik” suçlamasıyla yargılandı ve on beş sene hapse mahkum oldu. İşlemediği bu suç yüzünden 1938’den 1950 senesine kadar tam on iki sene, tahta bavuluna doldurduğu sarı defterleriyle Çankırı, Çorum, Nevşehir, Malatya cezaevlerini dolaştı. “Orduyu isyana teşvik”ten suçlanıyordu, fakat aslında “Komünist”liğinin bedelini ödüyordu, işin trajikomik yanı ise: Kemal Tahir o yıllarda Komünist değildi, aksine, ülke sorunlarına duyarlı, Atatürk devrimleri konusunda tavizsiz, muhalif partiye (Serbest Cumhuriyet Fırka’ya) üye olan arkadaşıyla yumruk yumruğa kavga edecek kadar da ateşli bir Kemalist’ti. Kendi deyişiyle tutuklandığında kitaplığında ağırlıkla “sağ yayın ve kitaplar vardı”.

Eşine yazdığı bir mektubunda şöyle diyor Kemal Tahir: “Yarım yamalak bilgili kafama bir çok kocaman meseleler yığdılar. Kant, Descartes, Nietzsche, Engels hatta Marks bomboş kafamda koşmaca oynuyorlar. Demokrasi, liberalizm, komünizm, bolşevizm, faşizm, hitlerizm, emperyalizm fır dönüyor etrafımda. Gözleri yeni açılan anadan doğma bir kör gibiyim(…) Sınıf kavgalarının korkunç meydan muharebesine seyirci kalmak, muayyen bir cephenin üniformasını giymemek hakkına bile malik değilmişim. (Oportünist denilen şaşkınların arasında durduğun yeter!) diye haykıran inandırıcı bir ses duyuyorum.”

Bu kafa karışıklığına rağmen, sol eğilimli Tan Gazetesi’nde yazı işleri müdürlüğü yapıyor olması, Komünistlikten sicilli Nazım Hikmet’le arkadaşlığı, “uyduruk donanma davası”na adını karıştırmış ve hiç yoktan on iki sene hapis yatmasına neden olmuştu.

1950’de genel af yasasından yararlanarak özgürlüğüne kavuştu ve İstanbul’a döndü. İkinci eşi Semiha Sıdıka hanımla evlendi. Geçim sıkıntısından ötürü çeşitli takma isimlerle gazetelere tefrika romanlar, aşk ve macera kitapları yazdı. “6-7 Eylül olayları” sonrasında tekrar gözaltına alındı ve Harbiye cezaevinde 6 ay yattı.

Bu son ama kısa hapislik günlerinin ardından Kadıköy Şaşkınbakkal’daki evinde 21 Nisan 1973’e –ölümüne- kadar sürecek bir okuma, yazma ve düşünme mesaisi içine girdi.

Fikirleri

Kemal Tahir’i diğer Türk romancılarından ayıran en önemli özellik, bazı roman kişilikleri aracılığıyla dile getirdiği tarihsel toplumsal görüşleridir. Nedir bu görüşler? Kemal Tahir’in radikal ve ateşli solcular tarafından “sağcılıkla”, Kemalistler tarafından da “gericilikle” suçlanmasına, yerden yere vurulmasına neden olan fikirler…

Her şeyden evvel, Kemal Tahir Türk toplumunun gelişim ve evrelerini Batı toplumu ile bir tutmamış, tarihsel ve toplumsal meseleleri de bu çıkış noktasıyla ele almıştır. Çünkü, “Doğu devlet tipi”ni tartışmaya açan Tahir’e göre, tarih doğu’da batı’da olduğundan daha farklı şekilleniyordu. İşte bu yüzden Türk toplumunu anlamak için Osmanlı toplum yapısına merdiven dayamak gerekmektedir.

Kemal Tahir Osmanlı konusundaki görüşlerini “Devlet Ana” adlı romanıyla dile getirdi. Yıl 1967 idi. Bu romandan evvel 1960’lı yıllarda Marks’ın Asya Tipi Üretim Tarzı Türk sosyalizminin gündemine girdi.

İşte bu ATÜT tezi Kemal Tahir’in fikir dünyasının temelini oluşturdu. Tahir’e göre; Bizans, ilk dönemlerinde halkı kollayan, onu sömürmeyen (yada az sömüren) “devletçi” bir model uyguluyordu. Halk da hoşnuttu. Ne var ki sonraki dönemlerde Bizans ATÜT’den ayrılarak tekfurlar eliyle Avrupa feodalliğine benzemeye başladı. Böylece halktan yana olan “insancıl sistem” bozulmaya başladı. Osmanlılar ise işte tam bu yıllarda “Tımar” yada bir başka ad ile “Ikta” sistemine geçerek eski devletçi Bizans modeliyle Ortadoğu devlet biçimlerinin bir sentezini kuruyordu.

Hamurunda dini inançlara ve insana duyulan saygı ve sevgi olan bu model, yükselmekte olan Avrupa feodalizminden daha insancıl ve daha ferah bir yaşam vaat ediği için başta Balkan halkları olmak üzere bütün Doğu Avrupa toplumlarını, köylülerini akın akın Osmanlı bayrağı altına çekiyordu. Köylüler Avrupa feodalizminin zulmünden kaçıyordu. Osmanlı tarihçilerinin araştırmaları da incelendiğinde, ki Kemal Tahir’e de ilham kaynağı olmuş olan Halil İnalcık hocamızın da vardığı sonuç budur. İşte Osmanlı’nın kolayca büyüyüp yayılıp yüzyıllarca ayakta kalabilmesinin sırrı bu sistemdedir: “Tımar” yada “Ikta” sistemi. Ana sebep, ne “İman gücünde” ne de “yeşil sarıklıların” yardımlarında, yalnızca ama yalnızca bilimde, ekonomik şartlarda yatmaktadır…

Tahir, “Tımarlı sipahi sistemini” uygulayan Osmanlı devlet ve toplum yapısını sınıfsız olarak takdim etmektedir. Kemal Tahir’in Osmanlı’ya duyduğu hayranlık bilimsel çalışmalarında ne denli etkili ve yönlendirici oldu bilinmez. Fakat Kemal Tahir, kendince sınıfsız olan bu toplum yapısının, dümen batılılaşmaya kırılmasaydı sosyalizme gideceğini iddia etmiştir.

İşte bu şekilde, Osmanlı Avrupa feodalizminden “daha insancıl ve daha gelişmiş” bir model oluşturduğu için ayakta kalabilmiş, büyümüştür; fakat gene aynı denklemin tam ters biçimi yüzünden, yani feodalizmin bağrından doğan kapitalizme alternatif bir modelle var olamadığı, kendini yenileyerek karşı koyamadığı için, tarihsel olarak kapitalizm karşısında geri duruma düşmüş ve küçülmüş, yıkılmıştır.

Kemal Tahir bu duraklama ve çöküş evresinden kurtulmak için, Tanzimat’tan hatta öncesinden (Yeniçeri ocaklarının kaldırılmasıyla) başlayan Batılılaşma çabalarını sertçe eleştirmiştir. Kemal Tahir Tanzimat’la başlayan süreci Cumhuriyet’le devam ettirir, Cumhuriyet’le pek bir şeyin değişmediğini, gidilen yolun aynı olduğunu söyler. Cumhuriyet devrimlerinin “milletin vicdanında” yer edememiş olduğunu iddia eder. Toplum Doğu-Batı değer yargıları ile ikiye bölünmüş gibidir. Kemal Tahir Yeniçeriliğin kaldırılmasıyla başlayan Batılı olma kaygılarını, değişim denemelerini “bir pislik çukurunda debelenmekten” ibaret olarak görmüştür. Bu nedenle batılılaşma, gerekli altyapısı olmayan bir topluma, soyut ve biçimsel bir üstyapı getirme çabasından başka bir şey değildir. Köklü bir ekonomik ve toplumsal devrim yapılmadan başlatılan tepeden inme uygulamalar taklitçiliktir.

Kemal Tahir Batılılaşmaya karşı yürüttüğü bütün eleştirilere rağmen Mustafa Kemal’i ayrıca önemsemiştir. Ona göre Mustafa Kemal “çağının en iyi komutanı”dır. Kemal Tahir İ.T. hareketini Osmanlı imparatorluğunu batırmakla suçlar. İ.T. demişken; 31 Mart olayı Kemal Tahir’e göre İ.T.’nin, Şeyh Sait olayı da Cumhuriyet’in bir dolabıdır. İdris hoca’nın ileri sürdüğü “Kurtuluş savaşı Anti emperyalist bir savaş değildir, Türk-Yunan savaşıdır” tezini Kemal Tahir de kabul eder. Bu fikirlerini “Anti kapitalist olmayan bir hareket Anti Emperyalist de olamaz” tezi ile desteklerler.

Kemal Tahir İngilizlerin, Kurtuluş Savaşı sonuna doğru, Kuzeyde Sovyetlere karşı bir blok ve güç dengesi olması için Türkiye ile anlaştığını, Türk yönetiminin varlığına izin verdiğini de iddia etmektedir.

Kemal Tahir “Batılı insanla doğulu insanın dış benzerlikten başka hiçbir benzerliği yoktur, birisi kuşsa birisi balıktır” demektedir. Kemal Tahir tarihi sıklıkla Doğu-Batı sorunu şeklinde ele almıştır. Marksizm’e yaklaşımı da bu şekilde olmuştur.

Bürokratik dikta rejimi uygulayan SSCB’yi ise şöyle eleştirir: “Marks üretim araçları devletin yani işçi sınıfının eline geçince sömürünün kalkacağını, devletinde gevşeyip dağılacağını ileri sürmüştür…” Gerçekteyse, SSCB’de işçiler iktidarı ele aldıktan sonra –özellikle Lenin sonrasında- parti içinde doğan Bürokratik güçler önce devleti ele geçirmiştir, sonrada onu kutsallaştırmış, sertleştirmiş ve giderek baskı rejimine kaymıştır.

Tahir, “Önümüzde Sosyalizme fenersiz yakalanan SSCB deneyi dururken daha bize ne oluyor ki halen kendi tarihsel gerçeklerimizi araştırıp bulmuyoruz, bu tembelliğimizi yada yeteneksizliğimizi gösterir” diyerek Türkiyeli Sosyalistleri eleştirmektedir. Kemal Tahir’in ısrarla üzerinde durduğu şey “Toplum yapımızın anatomisinin incelenmesi” meselesidir. Tahir’e göre “Batı toplumunun içinden doğan sistem ve fikirler onun bünyesine uygundur”, Türk toplum yapısı ise batı toplum yapısından farklıdır, öyleyse bu sistem ve fikirlerde Türk toplumluna ters gelecektir, ya bir kaç beden büyük yada bir kaç beden küçük olacaktır.

“Elbise yaptırırken terziye ölçü vermesini biliyoruz da bir sistemi almak istediğimiz zaman sosyal bünyemizin ölçülerini neden aklımıza getirmiyoruz?”

Kemal Tahir Türk toplum yapısını kendince şöyle analiz eder. Öncelikle Türkiye’de Burjuva sınıfı olmadığını, bunun İ.T. yani devlet eliyle yetiştirilmeye çalışıldığına dikkat çeker: “Türkiye’de Burjuva sınıfını var sayıp, onun karşısındaki işçi sınıfını kurtarmaya sıvanmak! Bak sen şu işe . Bir de işçi sınıfı var da kendisini kurtarmayıp, birkaç sapı silik bunları Burjuva canavarının elinden çekip alacak.”

Kemal Tahir, “Burjuva sınıfımız mı var ki” derken Burjuva sınıfını da kendince şöyle tanımlamaktadır: “Burjuva zengin demek değildir. Burjuva üretim çılgınlığına kapılmış, üretmek satmak için ahlak, namus, din, aile, millet, insanlık gibi sosyal varlıkların topunu birden gözden çıkarmış bir rezillik toplamıdır. Bunu yetiştirmek kolay değil. Yetiştirilemez bu meret. Onu şartlar hazırlar.”

Sosyalist Kemal Tahir, bu fikirleri ileri attığı o tarihlerde yükselen TİP hareketine ise sıcak bakmamış, ciddiye almamıştır. TİP hareketi lideri Mehmet Ali Aybar’la olan fikir ayrılıkları bu konuda önemli bir etken olabilir. Gene “68 kuşağı” diye nitelendirilen gençlik hareketlerini de eleştirmiş, hele hele düzenli ordular ve devlet karşısında eşkıya’nın yada gerilla tarzı örgütlerin tutunamayacağına taa 1957 yılında yayımladığı, Yaşar Kemal’in eşkıyayı kahramanlaştıran “İnce Memed” romanına karşılık gelen, “Rahmet yolları kesti” adlı romanıyla da dikkat çekmiştir. Tarih, çok değil on beş sene sonra Kemal Tahir’i haklı çıkarmıştır.

Tahir son tahlilde bizdeki “işçi-işveren alışverişini” ve ilişkisini batıdaki Burjuva-Proletarya ilişkisi ile bir tutmaz, aynı kefeye koymaz. Bunu her iki toplum yapısındaki farklılıklara ve sınıfların tarihsel gelişimlerine bağlar.

“…bu iki sınıf yalnız Batı’da vardır, bizde işveren-işçi alışverişi, burjuva-proleterya alışverişine hiç benzemez! Onların işi başka, bizim işimiz büsbütün başka!.. Batı’da, soyca işçi ailelere bol bol rastlarsınız da, Türkiye’de soyca işçi kalmış aileler bulmak zordur. Çünkü bizde, (Batı’da olduğu gibi) sınıflar arası duvar yoktur! Batı insanı, sınıfının içinde sıkışıp kalmıştır. Başka sınıfa atlamayı düşünmez bile!.. Olası bir iş değildir! “Hiç olmaz” demek istemiyorum. Bazı olağanüstü insanlar, bir kolayını bulmuş, duvarı aşmayı becermiştir. Fakat bu istisnalar, kaideyi değiştirmezler! Asıl kural, sınıfının içinde yaşamaktır.

Bizde böyle sınıflar arası aşılmaz duvar yoktur. Bir insan köyünden kopar, gelir şehrin kenar mahallelerine. Üretimle hiçbir ilişiği olmayan bir iş bulur kendisine. Tutalım bir apartman kapıcısı olur, ya da varlıklı bir ailenin yanında yanaşma. Az sonra, devleti ve vatandaşı soymanın yollarını öğrenmeye başlar. Eğer bir de yatkınlığı varsa, bir süre sonra bakarsın, şehrin göbeğinde koskoca bir apartman dairesine kurulmuş, purosunu tüttürerek, teneke karaborsası, bilet, sigara, viski karaborsasının kralı olmuştur. Soydan ticaretle uğraşa gelmiş öteki insanlar, bu zibidinin aralarına girmesine aldırış bile etmezler! İlk günlerde biraz dilinin kabalığına, görgüsünün azlığına gülüverirler ama sonraları bu da unutulur…

Bizde bir işçi, oğlunu pekâlâ okutur ve başka bir sınıfın adamı yapar… Bunun örnekleri sayısızdır. Türkiye’de orta sınıfı işçi besler. İşçi, bir kuşak sonra dükkân sahibidir. Ama Batı işçisi, çocuğunu parası olsa da dilediği okullarda okutamaz; almazlar! Alsalar bile sınıf geçirmezler! Diplomayı ele geçirse bile, iş vermezler; kurduğu işleri yıkarlar! Burjuva kızını ayarsa, evlenmelerine engel olurlar! Görüyorsun, Batı’da duvarı aşmak bir marifet! Bizde sınıf değiştirmek, bir odadan öbür odaya geçmek kadar kolaydır.”

Kemal Tahir “Sosyalist olmak” meselesine ise şöyle eğilir: “Sosyalist olmak demek o sınıfın içinden gelerek düşünmek demektir. İşçi sınıfının içinden gelmiyorsan istediğin kadar Sosyalizmi öğren Sosyalist olamazsın ve Sosyalist bir işçi gibi düşünemezsin. Gerçekte Sosyalist, teorisini tıpkı şoförün arabasını kullandığı gibi kullanır. Yani bilinçaltına indirerek. Şoför arabasını kullanırken bir dönemece rastladığı sıra, “şimdi gazdan ayağımı hafifçe çekeceğim, direksiyonu kıracağım, dönemeci içerden alacağım” diye düşünmeden bütün bunları bilinçaltı yığıntısı ile nasıl yaparsa Sosyalist de olaylar karşısında “Marks şöyle demişti, Engels’in açıklaması böyle, Lenin bu durum karşısında şu yolu tuttu öyleyse ben de böyle davranmalıyım” gibi şeyler düşünmeden, bilinçaltı davranarak Sosyalizme denk düşer. Sosyalizm işçi sınıfının düşünce biçimidir. Eğer bir insan işçi sınıfından gelmiyorsa işçi sınıfı ile özdeşleşmedikçe Sosyalist olamaz ve Sosyalist gibi düşünemez.”

Özetle, Kemal Tahir Türkiye’de yaygın olan klasik Marksist öğretinin genellikle doğu toplumları ve özellikle Osmanlı imparatorluğu yada Anadolu Türk toplumu konusundaki açıklamalarını yetersiz bulmaktadır. Kemal Tahir’e göre “Batı kalıpları bizim yerli meselelerimizi çözemezdi”.

Karl A.Wittfogel’in “Oriental Despotizm: A Comparative study of total power” ve Mısırlı Marksist ve düşünür Abdül-Malek’in “I’Egpyte, Societe Militaire” adlı eserlerinden, Marks ve Engels’in doğu toplumları konusunda o güne kadar klasik Türk Marksist düşüncesinde geçerli olan görüşlerden farklı açıklamalar ve yorumlar getirmiş olduğunu öğrendi. Bunun üzerine Marks ve Engels’in doğu toplumlarına dair yazdıklarını okuyarak, tekrar gözden geçirdi. Yukarda adlarını zikrettiğim kitaplar ve ardı sıra gelen Marks-Engels’in doğu toplumları hakkındaki kitapları aracılığıyla, doğu toplumlarında “özel toprak mülkiyetinin var olmayışına” Marks ve Engels’in de dikkat çektiklerini açıkça görmüştür. Kemal Tahir’in Türk toplum yapısını anlaması için bir altın anahtardı bu tespit. Kemal Tahir’i küçümseyen kimi sözde Marksistlerin iddia ettiği gibi, Kemal Tahir Marksizm’den sapmak şöyle dursun, doğu toplumlarını anlamak açısından ilk olarak gene Marks’dan ilham almıştır!

Tahir bunun üzerine yerli kaynaklara da yönelmiştir. Üzerinde en fazla durduğu ve etkilendiği kişiler; Fuat Köprülü, Ömer Lütfü Barkan, Mustafa Akdağ, Halil İnalcık gibi araştırmacılardır. Altlı ciltlik “Cevdet paşa tarih kitapları”ndan en az birisinin masasında her zaman durduğunu ziyaretine giden arkadaşları söylemektedir.

Diğer Türkiye Sosyalistlerinin aksine, Kemal Tahir Osmanlıyı önemserdi. Türk toplum yapısını ve Osmanlı üretim biçimini merak eder araştırırdı. Bunu yapmakla Marksizm’den saptığını dillendiren dönemin sözde Marksistleri şöyle azarlar: “Merakın yöneldiği alan değişince dünya görüşünü de değiştirmek; bu antikalık bizim aydınlarımıza has olsa gerek.”

Cumhuriyet rejimi ile Osmanlı tarihine ve mirasına sırt dönen yazar, hayatının ikinci döneminde Osmanlı tarih ve mirasına sahip çıkmıştı. Osmanlı toplum düzenini batı toplum düzeninden, yani Feodalizmden daha adil ve insancıl buluyordu.

Kemal Tahir’e yapılan eleştiriler

Yıl 1967. “Devlet Ana” yayımlanır. Kemal Tahir’in yıllardır araştırdığı, üzerinde durduğu, birikimde bulunduğu konu meyvesini vermiş ve ortaya “tarihsel arka planda toplumsal bir analiz romanı” çıkmıştı. Solcu çevreler bunu hazmedemedi, Osmanlı devletinin kuruluş yıllarını ve temellerini ele alan kitaba ve yazarına karşı tam anlamıyla bir linç kampanyası başlatıldı. Kemal Tahir Osmanlı toplum düzeninin sınıfsız olduğunu iddia etmekle Marksizm’den aforoz edilmişti bile. Daha da ileri gidenler onu “devleti yücelttiği” gerekçesi ile milliyetçilik ve hatta faşizanlık yapmakla suçladı.

Osmanlı mirasını reddeden Kemalistler ise, yazarı Osmanlı’yı övmekle, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını küçümsemekle, devrimleri kötülemekle itham ettiler. Kemal Tahir artık “resmi tarih ve ideoloji” dışına çıkmıştı. Kemal Tahir “putlaştırılan düşüncelere” açtığı savaşın bedelini ödüyordu.

Bu ağır eleştiri bombardımanına karşı yazarı savunmak isteyen yakın çevreleri de övgünün ölçüsünü kaçırdı; Kemal Tahir “bin yıllık Türk düşüncesinin en büyük ve en özgün düşünürü” ilan edildi. Devlet Ana’da “ilk milli Türk romanı…” Ve ne yazık ki bu “ölçüsüz hayranlık gösterileri” çok kısa zamanda alay konusu oldu; Kemal Tahir’e “Osmanlı Sosyalist Şeyhi”, çevresindekilere ise “Tahiriler” sıfatı yakıştırıldı. Kemal Tahir bunlara hiç aldırış etmedi, çalışmalarına ve aykırı fikirlerine devam etti, gerek yazdığı kitaplarla, gerek dost meclislerindeki sohbetleriyle…

Fakat ölüm onu eleştiri yağmuruna tutulduğu bir sohbet gecesinin sabahında, üzerinde bir palto örtülü olduğu halde evinin girişindeki kanepede yatarken buldu.

Kemal Tahir’den etkilenenler

Kemal Tahir’in çevresinde, sıklıkla bir araya geldiği, sohbet ettiği ve üzerinde Kemal Tahir etkisi görülen yazar-aydın isimler şunlardı; İsmet Bozdağ, Sabahattin Selek, Aziz Nesin, Tahir Alangu, Orhan Apaydın… Sinema çevresinden de tanıdıkları, dostları vardı; Halit Refiğ, Duygu Sağıroğlu, Metin Erksan, Ömer Lütfi Akad bunlardan bir kaçı.

“Karılar koğuşu”, “Yorgun savaşçı”, “Esir şehrin insanları” adlı kitapları beyaz perdeye uyarlandı. 12 Eylül’ün ertesinde, devlet tarafından imha edilen filmler arasında “Yorgun savaşçı” da vardı. Kurtuluş Savaşına “resmi tarihin dışından” bakan bu eser, Kemalist çevrelerin yarattığı “Kurtuluş savaşı mitolojisine” uymadığı için rahatsızlığa neden oldu, yok edildi.

Gene Türk Sosyalizminde ve Türk Sosyolojisinde farklı bir tarz yaratan İdris Küçükömer’in Kemal Tahir’den, yada onun Küçükömer’den ne kadar etkilendiği bilinmez, fakat fikirlerinin birbirlerini tamamlayıcı olduğu da apaçık bir gerçektir.

Ve gene bugün, “İkinci Cumhuriyetçi” yada “Liberal Solcu” denen aydınlar tarafından (Mesela; Asaf Savaş Akat, Mete Tunçay, Murat Belge, Altan ailesi ve Engin Ardıç…), Kemal Tahir’in ortaya attığı fikirlerin geliştirilerek kullanıldığı görülmektedir.

Yapıtları

Edebiyat yaşamına toplumsal konuları işleyen şiirlerle giren Kemal Tahir, ilk öykülerini 1941’de yayımladı, daha sonra romana geçti. Dört öyküsünü topladığı “Göl insanları” adlı kitabını okuyan Nazım Hikmet, “Göl insanları Türk edebiyatının en güzel dört hikayesi olarak kalacaktır” demiştir.

Kemal Tahir’in romanları iki kümeye ayrılabilir: Köye yönelik olanlar ve çeşitli tarihsel dönemleri konu alanlar. Genellikle Çorum ağzını kullandığı, köye yönelik romanlarında Çankırı ve Çorum yörelerinin toplumsal sorunlarını, uzun cezaevi yaşamından tanıdığı insanları ele aldı.

Birbirini tamamlayan “Sağırdere” ve “Körduman” romanlarında Ankara’ya çalışmaya giden bir gencin gurbetteki ve köyüne döndükten sonraki yaşamını anlattı. “Yediçınar yaylası”, “Köyün kamburu”, “Büyük Mal” üçlüsünde Tanzimat’tan Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar uzanan bir zaman içinde kırsal kesimdeki toplumsal değişmeyi konu aldı. Toprak ağalığının ortaya çıkış nedenleri üzerinde durdu. Eşkıyalık sorununu işlediği “Rahmet yolları kesti”de eşkıyayı bir kahraman olarak gösteren Yaşar Kemal’in “İnce memed” adlı romanına karşı çıktı. Köy Enstitüleri’ne eleştirel bir gözle bakan “Bozkırdaki çekirdek” romanı dolayısıyla olumlu ve olumsuz eleştiriler aldı. “Kelleci memet”te yanında çalıştığı ağayı kaza kurşunuyla öldüren bir gencin hikayesini anlattı. Bu çerçevede cezaevi yaşamını gerçekçi bir biçimde canlandırdı. Ölümünden sonra yayımlanan “Namuscular”, “Karılar koğuşu”, “Damağası” romanlarında da kırsal kesim insanlarını ve cezaevi yaşamını konu aldı. Bütün bu yapıtlarda kırsal kesime özgü, çoğunlukla çarpık insan ilişkilerini sergiledi, dikkat çekici tipler yarattı.

Tarihsel dönemleri ele alan romanlarına bir temel oluşturan ve Tahir’in başyapıtı sayılan ”Devlet Ana”da Osmanlı Devleti’nin kuruluş serüvenine eğildi. Devletin hangi temeller üzerine kurulup gelişebildiğini açıklamaya çalıştı. “Esir şehrin insanları” ve “Esir şehrin mahpusu” romanlarında düşman işgali altındaki İstanbul’u anlattı. “Yorgun savaşçı”da Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkan subayların içine düştükleri durumu, yılgınlığın giderek direnmeye dönüşmesini, Kurtuluş Savaşı’nın ilk evrelerini yansıttı. “Kurt kanunu”nda Atatürk’e karşı düzenlenen İzmir suikastı çevresinde, Kurtuluş Savaşı’nı kazanan kadro ile İ.T. yandaşları arasındaki hesaplaşmayı dile getirdi. “Yol ayrımı”nda Serbest Cumhuriyet Fırka’nın kuruluş yıllarını ele aldı. Bu çerçevede “Esir şehir dizisi”, “Yorgun savaşçı” ve “Kurt kanunu”nda bir kavganın içinde olan kişilerin, ulaşılan noktadaki düş kırıklıklarını sergiledi.

Başta da, yazı boyunca da belirttiğim gibi, Kemal Tahir Türk toplumunun batı toplumlarından daha değişik bir gelişme çizgisi izlediğini ileri sürmüştü. Buna bağlı olarak “insan ilişkileri de batıdan değişiktir; bundan dolayı Türk romanı da değişik olmak zorundadır” diyordu.

Kemal Tahir’in kitapları, yayımlanışının kronolojik sıralamasıyla şöyledir:

Göl insanları (1955)

Sağırdere (1955)

Esir şehrin insanları (1956)

Körduman (1957)

Rahmet yolları kesti (1957)

Yediçınar yaylası (1958)

Köyün kamburu (1959)

Esir şehrin mahpusu (1962)

Kelleci memet (1962)

Yorgun savaşçı (1965)

Bozkırdaki çekirdek (1967)

Devlet ana (1967)

Kurt kanunu (1969)

Büyük mal (1970)

Yol ayrımı (1971)

Namuscular (1974)

Karılar koğuşu (1974)

Hür şehrin insanları (1974)

Damağası (1977)

Ziyaret -> Toplam : 125,23 M - Bugn : 115690

ulkucudunya@ulkucudunya.com