Fatih’in bir sanatçı ve sanatsever olarak portresi
Beşir Ayvazoğlu 01 Ocak 1970
Sultan II. Murad, şiir ve musikiyle de ilgilenen “zevk-i selim” sahibi bir padişahtı ve hiç şüphesiz çocuklarının estetik eğitimine özen göstermişti. Bu bakımdan Şehzade Mehmed’in çocukluğunda ciddi bir sanat eğitimi aldığı düşünülebilir. İlk defa Süheyl Ünver tarafından Fâtih’in Çocukluk Defteri adıyla yayımlanan defterdeki temrinler -gerçekten ona aitse- Mehmed’in sadece şiire değil, resim, hat ve tezhip sanatlarına da ilgi duyduğunu göstermektedir. Özellikle bu defterdeki portre denemeleri onun daha sonra su yü züne çıkacak bir merakına dair önemli ipuçlarıdır.
Şehzade Mehmed’i çeşitli sanat dallarında eğitenlerin kimler olduğunu maalesef bilmiyoruz. Bilinen şu ki, o, II. Mahmud’a kadar portresinin yapılması için yabancı ressama poz veren tek padişahtı.
***
Şiire ve başta resim olmak üzere plastik sanatlara çok özel bir ilgi duyan Fâtih’in musiki ile ilişkisi hakkında fazla bilgimiz yok. Fakat bu, onun sarayında musikinin olmadığı anlamına gelmez. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, bir makalesinde Fâtih döneminde sarayda görev yapan musikişinaslardan söz etmiş, ayrıca bazı musikişinasların musikiye dair nazariyat kitaplarını Fâtih adına yazdıklarını tespit etmişti.
Fâtih’in plastik sanatlara duyduğu ilginin büyüklüğü ise, fetihten hemen sonra Anadolu ve Rumeli taraflarından sanatkârların payitahta gönderilmesini emretmesinden anlaşılıyor. Onun döneminde kurulan önemli müesseselerden biri de Nakışhane’ydi. Baba Nakkaş’ın yönettiği, çalışmalarına Eski Saray’da başlayıp Topkapı Sarayı’nda devam eden ve Ehl-i Hıref teşkilâtının temelini teşkil eden bu Nakışhane hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, burada üretilen çok sayıda eser günümüze ulaşmıştır. Müzehhibinden mücellidine, hattatından nak kaşına kadar yüz civarında sanatkârı çekip çeviren ve bir bakıma Fâtih’in estetik müşavirliğini yapan Baba Nakkaş, onun seçkin ilim ve sanat adamlarının katıldığı özel meclislerine de kabul ediliyordu.
***
Fâtih’in meclislerinde dinî ve ilmî konuların yanı sıra, önemli felsefe, sanat ve edebiyat meseleleri de tartışılmış olmalıdır. Kim bilir, Fâtih belki de iki farklı dünyayı birleştirmenin yollarını bu meclislerde devrin aydınlarını tartıştırarak anlamaya çalışıyordu. Fethettiği İstanbul’da karşısına çıkan Bizans mirasına çevresindekilerden çok farklı bir gözle baktığından da şüphe edilemez.16-05/28/29kr2fatih1.jpgFâtih’in Bellini tarafından yapılan ünlü portresi.
Dukas’a inanmak gerekirse, fethin dördüncü günü muazzam bir zafer alayı ile Ayasofya’ya geldiğinde mozaikleri ganimet malıdır diye sökmekle meşgul bir yeniçeriye asâsıyla vurarak “Binalar benim ma lımdır, ne hakla onu bozuyorsun?” diye öfkeyle bağırmıştı. Ayasofya’da mozaikler Fâtih’in hassasiyeti sayesinde tahrip edilmekten kurtulmuş ve üzerleri özenle kapatılmıştı.
Fâtih’in bu davranışı sadece farklı inançlara değil, sa nat eserlerine duyduğu saygının bir ifadesi olarak da yorumlanabilir.
***
Sadece Bizans mı? Venedik’le de yakından ilgilenen Fâtih, çeşitli sebeplerle İtalya’da neşv ü nema bulan resim sanatına özel bir merakı vardı. 1461 yılında Rimini valisine İstanbul’dan yazılan bir mektupta, Fâtih’in Pisanello’nun öğrencisi Matteo de Pasti’den resim ve heykel konusunda yararlanmak istediği belirtilir. Matteo yola çıkmış, ancak casus olduğu gerekçesiyle Venedikliler tarafından tutuklandığı için İstanbul’a ulaşamamıştır. Pisanello’nun başka bir öğrencisi, Constanzo da Ferrera, Napolili Ferdinand tarafından muhtemelen 1477-78 yıllarında İstanbul’a gönderilmişti.
Ferrera, Fâtih için bronzdan madalyonlar hazırlar; madalyonlardan biri 1481 tarihlidir ve bir yüzünde Fâtih’in profilden kabartma portresi vardır. Fâtih Albümü’ndeki bir portrenin bu madalyondaki portreye benzediği için Ferrara tarafından yapıldığı kabul edilir. Mustafa Âli’nin Menâkıb-ı Hünerverân’ında gül koklayan Fâtih minyatürüyle tanınan Nakkaş Sinan Bey’in Venedikli ressam Mastori Pavli’nin öğrencisi olduğuna dair bir kayıt vardır. Mastori Pavli mi İstanbul’a gelmiştir, Sinan Bey mi Venedik’e gitmiştir, bilmiyoruz. Ancak Gentile Bellini’nin 1479 yılında İstanbul’a geldiği belgelerle sabittir.
***
Fâtih, Venedik’e bir elçi göndererek Venedik Doj’unu oğullarından birini düğününe davet eder; bu arada iyi bir ressam, bir heykeltıraş ve bir bronz dökümcüsünün gönderilmesi ricasında bulunur. Doj bu ricayı geri çevirmemiş, o sırada Dojlar Sarayı’nın restorasyonunu yapmakta olan ressam Gentile Bellini ile heykeltıraş Bartolomeo’yu İstanbul’a göndermiştir. Çok geçmeden hükümdarın huzuruna çıkan ve onun üzerinde hayli olumlu bir tesir bırakan Bellini, bilindiği gibi, son yıllarını yaşamakta olan Fâtih’in çeşitli portrelerini yapmıştır.
Bir ara Fâtih’in sarayında görev yapan ve Şehzade Mustafa’nın maiyetinde bulunan Giovan Maria Angiolello, ülkesi İtalya’ya döndükten sonra yazdığı kitapta Bellini’yi İstanbul’da gördüğünden söz eder ve şu anekdotu anlatır: Bellini bir gün Fâtih’in arzusu üzerine aynaya bakarak kendi portresini yapmış; bunun üzerine padişah “Senin fırçanda sihir ve insanüstü bir kudret var” diyerek ressama iltifatta bulunmuş.
Bu anekdot doğruysa, Fâtih’in portre ressamlığını bir çeşit hünerbazlık olarak görüp sadece eğlendiğine de hükmedilebilir. Muhtemelen Rönesans ressamlarının bile ne yaptıklarının tam idrakinde olmadıkları bir devirde, Fâtih’in bu tarihî dönüşümü fark ederek Bellini’yi İstanbul’a davet ettiğini, yani Rönesansçı hümanist bir padişah olduğunu iddia etmek doğru değildir. Onun portre ressamlığına ilgisi, temrin defterine bakılırsa, çocukluğunda yaşadığı, mahiyetini ne yazık bilmediğimiz bazı ilişkilere ve bazı tesadüflere bağlanabilir. Yunanca öğ renmesi, mitolojiden ve İliada’dan haberdar ayrı bir yazının konusudur.
Fâtih eğer iddia edildiği gibi bir hümanist olsaydı, bu konudaki görüşleri kırıntı kabilinden bile olsa şiirlerine aksederdi. Hâlbuki Fâtih, bir şair olarak devrinin estetik sınırları içindedir ve felsefî görüşleri de İslâmî esaslara dayanır.
Yeri gelmişken şunu da belirtmekte fayda görüyorum. Fâtih’in şair olarak çağdaşlarından herhangi bir üstünlüğü yoktur; eğer Fâtih değil de sadece şair Avnî olarak yaşasaydı, unutulmuş sıradan şairler arasında yerini almış olacaktı.
***
Fâtih’in çağdaşı şairlerle ilişkileri de araştırılması gereken bir konudur. Beğendiği şairleri, halef ve selefleri gibi onun da koruyup kolladığı muhakkaktır. Ancak padişahlarla dostluk, her zaman aslanla aynı kafese girmek gibi tehlikeliydi. Fâtih de öfkelendiği zaman çok acımasızlaşır, gözü hiçbir şeyi görmezdi. Yıllarca yanından hiç ayırmadığı musahibi ve hocası Bursalı şair Ahmet Paşa’yı o kadar sevdiği ve vezirliğe kadar yükselttiği halde, dedikodu lara inanarak hapsettirmiş, hatta bazı tezkirecilere göre öldürtmek istemişti. Ahmet Paşa “kerem” redifli kasidesi sayesinde hapisten kurtulmuşsa da bir daha padişahın yakın çevresine girememiştir.
Tazarruname sahibi Sinan Paşa da, Fâtih’in hışmına uğrayanlardandı. Fâtih Camii’nin mimarı Sinan-ı Atik’in ölümüyle ilgili rivayetleri yabana atmamak gerekir. Kanunî’nin Mimar Sinan’ı azarlarken söylediği, Sâî Çelebi tarafından Tezkiretü’l-Bünyan’da nakledilen şu cümledeki imayı dikkatinizi çekerim: “Ceddim Sultan Mehmed Han mimarı sana numune yetmez mi?”
Fâtih, hiç şüphesiz sanatkâr padişahlar silsilesindeki çok önemli bir yere sahipti; çünkü Kostantiniyye’yi açıp “gülzar” yapmakla kalmamış, bu şehri aynı zamanda İslâm dünyasının estetik başkenti haline getirmişti.
Büyük Fâtih’i fethin 563. yılında rahmetle anıyorum.