İktisat Tarihçisi Prof. Dr. Ahmet Güner Sayar, Taha Akyol'a konuştu:
01 Ocak 1970
"Rusya’da, 1800-1875 arasında iktisada dair kitap, makale sayısı 4 bin. Türkiye’de Müteferrika’dan 1875’e değin iktisat, siyaset kitaplarının sayısı 23 idi... Neden bizde aklî ilimlerin önüne set çeken bir felsefesizlik vardı?
Koca bir imparatorluk dağılma sürecindeyken, girişimci ruhundan ve sermaye birikiminden, bankalardan, yoksun dış borç batağına çakılmış Osmanlı ekonomisiyle Anadolu’da bir Japon mucizesini beklemek olanaksızdı.
Osmanlı asırlarında, aklın rehberliğinin ötelenmesi, bir felsefesizlik sorunu yarattı. Merkeziyetçi yönetim, siyasi kararlarda ferdin olmayışı geriye ne kalıyor? ‘Ahiretimizi imâr edelim’ aklın işletilmemesine davetiye çıkardı"
EĞRİSİ DOĞRUSU- TAHA AKYOL
Sizin ve hocanız merhum Sabri Ülgener’in eserlerinde Orta-Çağ zihniyeti, ahlâkı ve ekonomisi gibi kavramlar geçiyor. Ne demek bu?
Rahmetli Ülgener Hocamız’ın iktisadi düşünce dünyamıza kazandırdığı kavramsal çerçevelerden biri de iktisat ahlâkı ve iktisat zihniyetidir. Ülgener 1933’de Türkiye’ye gelen Alman Hocalar vasıtasıyla, W. Sombart ve Max Weber düşüncesiyle tanıştı. Ülgener Hocanın eserlerinde ortaya koyduğu tarihi gerçek, içe kapanan, anti-madde davranış kalıbını temsilcisi ‘pasif – mütevekkil’ insan tipidir. Osmanlı asırlarında, rûhî ve manevî hayatı şekillendiren bu insandan en fazla şikayetçi olan kişi, Mehmed Âkif [Ersoy] Bey’dir. Max Weber’i hayran bırakabilecek şu dize onundur: «Değer mi koşmaya akşam, sabah, yalan dünya?»
Bu insan, manevî bir Osmanlı mirası olarak Cumhuriyetli yıllara intikal etti. Teşhis doğru idi. Ancak tedavi için meselenin doktrin tarafının inşası gerekmekteydi. İşte Ülgener, Webergil modeli Osmanlı asırlarına taşıdı. Weber, şunu söylüyordu: Dindar bir kimse [zâhid], rasyoneldir. Bu rasyonellik, İslamiyet’te, kozmik dengenin şaşmaz matematiğinden neş’et etmiştir. Şâyet, dinî emirleri bu hassasiyetle yerine getiren zâhid, bu rasyonelliği dünyaya taşırsa [inner worldly], ekonomik düzlemde rasyonel iktisadi birey ortaya çıkacaktır ki, o 17. yüzyıl itibariye, ‘Protestan ahlâkı’nın güdümünde, Hollanda – İngiltere ekseninde, Orta-çağlaşmaya son vermiştir. Aktif-riyâzetçi ideal tiplemesiyle rasyonel iktisadi birey, son üç asırdır dünyayı güdüyor.
Yok, böyle değil de, dinine gösterdiği dikkat ve mesuliyeti öbür dünyaya taşırsa [outer worldly], ortaya Orta-çağda kalmış bir insan çıkacaktır. Mehmed Âkif Bey, ne güzel ifade ediyor: «Ne hükmü var ki, esasen yalancı dünyanın? / Ölürse yan gelecek cennetinde Mevlâ’nın.» İşte bu bâtınî tasavvuf, bizim insanımızın canına okumuştur.
ŞEYHİN İRADESİNE BAĞLANMAK
Merhum Ülgener, ‘Zihniyet ve Dîn’ adlı kitabında ‘pîr ve şeyh, usta ve yol atasına, bir kelime ile üstün iradeye gözü kapalı teslimiyet’ diyor. Bunun, Orta-çağ zihniyetindeki yeri?
Pîr veya şeyhin üstün iradesi akl-ı selime geçiş yerine geleneklere bağlandı ve bunu da bir din adına yaptığını zannetti. Neticeten, zaman içerisinde iptidaîlik kemikleşti. Nereye kadar? ‘Tüfek icad oldu, mertlik bozuldu’ diyene kadar. Demek ki, maddenin yaptırım gücünü bulanlar, mertlik gibi gerekli bir irrasyonel unsuru dizginleyebiliyor. Bu ortaya çıktı. Orta-çağ esnaf ahlâkının dürüst, müeddeb ahîsi, fütüvvetnâmelerde resmedilmiştir. Elindeki aleti geliştirerek üretimi artırmak dîn ve ahlâka aykırı mı? Bunu tartışmadılar. Bir örnekle somutlaştıralım. Bir üretim aleti olarak kara-saban, 1300’lerden 1875’e değin, tam 575 yıl değişime uğramadan, ilk şekliyle üretimde kullanılmıştır. Taşımacılıkta, deve kervanına müracaat edilirdi. 1880’lerde Muallim Naci Bey, bu durumu söyle seslendirmişti: «Çıkın şu savma’adan [tekkeden] zâhidân! Cihânı görün / Bakın şimendifere! Bir de kârvânı görün.»
İktisadi maddeye şekil vermenin, maddenin maddeyle eklemleşmesinden yeni ürünler elde etmenin bir üst otoriteyle bağlantısı yoktur. Serbest ve hür aklın yapabileceği bu işler, laboratuarlarının ışığının sönmemesiyle, denizlerin altında zemini yoklamakla olur. Yoksa, bu çizginin dışında, geleneğe bağlanmanın bedeli, iktisadî geriliğe sebep olmuştur. Esasen, Kur’ân’da Râd Suresi’nin 11. Âyet’i Allah’ın bu bağlamdaki muradını açıkça ortaya koymaktadır: “Allah bir kavme verdiğini, onlar nefislerindekini bozmadıkça bozmaz.” (Yazır Meali)
Hep düşünmüşümdür; acaba Max Weber, bu âyetten haberdar mıydı?
FELSEFESİZLİK ENGELİ
Sizi ‘Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması’ başlıklı bir kitap çalışmasına iten sebep nedir?
Araştırmalarımda gördüm ki, Rusya’da, 1800 – 1875 yılları arasında yayınlanan iktisada dair kitap, makale, risale sayısı 4500, buna mukabil, Türkiye’de İbrahim Müteferrika’dan 1875’e değin iktisat, siyaset bilimi kitaplarının sayısı 23 idi. Cesaretimi kırmadan, önce iktisadi düşüncenin yayılma teorisinin aydınlığında, olası yayılma kanallarını inceledim. Sonra, neden bizde aklî ilimlerin önüne set çeken bir felsefesizlik vardı? Bu mühim soruya cevaplar aradım. Gördüm ki, önce devlet, ilm-i tedbir-i menzîl mantığını ilm-i tedbir-i devlete çevirmiş. İhdas ettiği Osmanlı hukuku muhitiyle, şer’î hukûku özel alana taşımış, kamusal alanda örfi hukûka işlerlik kazandırarak, toprağı mîrî arazi hâline getirmiş, narh uygulamasıyla fiyatların serbestçe oluşumunu engellemiş ve diğer müdahaleler... Ortada ekonomiyi çekip çevirmesi gereken ‘birey’ yok! İslâm hukununda Hanefî fakihlerin bireysel mülkiyetin önünü açmaları, narh olgusuna karşı durmaları gerekirken, bakıyorsunuz, toplumsal dertler üzerine fikir yürütme yerine, kalb-i selimin alanında olması gereken İlâhî sırlara ilişkin görüşler serdetmişler. 1972’de düşünce ufkuma düşen bu fikir, 15 yıl sonra bu kitap çalışması ile ete kemiğe büründü.
RASATHANE YERLE BİR EDİLDİ
‘Osmanlı İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması’ adlı çığır açan eserinizde felsefe– aklı ilimlerin hor görülmesinden bahsediyorsunuz. Açar mısınız?
Evvela bir metaforla bu cümlenizi açalım. Allah, süt [akıl] verir, sütlaç [fonksiyonel akıl ve onun ürününü] vermez. Subjektif bilgi dogmatiktir, sadece iman sahiplerine hitab eder. Benim, ‘Allah süt verir’ deyişim bile dogmatiktir. Ancak, aklın işletilmesi, eleştirel aklın varlığı ise pratiğiyle vücûd bulur, değer kazanır. Burada akıl rehberdir. Osmanlı asırlarında, aklın rehberliğinin ötelenmesi, bir felsefesizlik sorunu yaratmıştır. Gereğinden fazla mistisizme bulaşmanın, tek yanlılığın bir neticesidir. Devletin merkeziyetçi yönetimi, hukûku ve iktisadı belirleme, siyasi kararlarda ferdin olmayışı; geriye ne kalıyor? Ahiretimizi imâr edelim anlayışı, aklın işletilmemesi ve bâtınî tasavvufa davetiye çıkartmıştır.
16. yüzyılın sonlarına doğru, bir İstanbul Rasathanesi hikâyesi vardır ki, evlere şenlik! Ulemanın fetvasıyla, rasathâne tek taşı kalmamacasına yerle bir edildi. Allah, Kur’ân’da yıldızların yörüngesi üzerine yemin ederken, ulemanın fetvasına ne kaynaklık etmiştir, bilmiyorum. Kadere bakın ki, 1911 yılında, Fatin [Gökmen] Hoca’nın teşebbüsüyle bugünkü Kandilli Rasathanesi kuruluncaya kadar, bizim insanımızın gökyüzüyle bilimsel bir bağlantısı olmamıştır. Bir diğer örneği, iktisat düşüncesinden verebilirim. Dedelerimiz, öte dünyayı düşlerken, Klasik iktisat, 1776 – 1817 zaman aralığında, İngiltere’de, Smith – Ricardo ekseninde, kişisel çıkar temelli kurgulamasını tamamlamıştı. Ancak, kurgulanan bu norm’da, tam istihdamın somut gerçekte bir karşılığı olmadığından bir aldatmaca olduğu görüldü ve sistem tıkandı. Bunun aşılması yönünde, Bentham – J. S. Mill düşünce ekseninde, iktisadî buhranın aşılması için, bu defa merkezden çevreye kolonların atılması fikri işlerlik kazandı. Bizde, dedelerimizin uykusu sürerken Almanya’dan gelen bir iktisatçı, Parvüs, 1910’lar itibariyle, kör gözlerimizi, ilk kez uluslararası ekonomik ilişkilere çevirdi.
İSLAMDA MONARŞİ YOK
Kitabınızda, İslâmiyet’in ferdiyetçi karakterinin despotik devlet anlayışının güdümünde törpülenmesinden bahsediyorsunuz. Bu ne demek?
İslâmiyet’in temel kitabı Kur’ân ‘birey’ temellidir. İnsan, Allah’a inanıp inanmamakta serbest bırakılmıştır. Ama başıboş da bırakılmamıştır. Bunlar ayetle sabittir. ‘Allah – Muhammed’ bağlantısı, insanın varoluşşal sebebidir. Dolayısıyla, insan çok kıymetlidir. Ona siyasî irade (şura ve istişare) ve özel mülkiyet hakkı, piyasa muamelatı verilmiştir. Netice itibariyle, Kur’ân’da monarşi yoktur. Hz. Muhammed, Allah’ın halifesi iken, seçimle iş başına gelen halife ise, bir insanın [Hz. Muhammed’in] halifesidir. Bu modelin uygulamadaki ömrü 30 yıl sürdü. Sonra ayak oyunlarıyla hilafet, evlâdiyelik oldu ve cahiliye döneminin anlayışına dönüldü. Baba – oğul eklemleşmesi ile birlikte, devlet bireyin üzerine abandı, sahneden sildi ve sesini kesti. Bu hâl, İslâmiyet öncesi Türk devlet geleneğine yabancı değildi. Orhun yazıtlarında geçtiği üzere; ‘Göğün altında, insanların üzerinde babam kaanı tahta çıkarmış Tengri’ ifadesi de kaanın insanların üzerinde olduğunu açıkça söylüyor. Osmanlı devlet nizamına baktığımız zaman, kan bağı içerisinde potansiyel olarak tahta namzet kişilerin, evlat – kardeş katledildiklerini görüyoruz. Nizam-ı devlet için ulemanın verdiği fetvanın İslâmiyet’le bir alakası yoktur. Sahneyi asırlar öncesinden terkeden, Hûlefâ-ı Râşidîn’in sünneti olmuştur. Bizde, yüz yaşına ulaşan Cumhuriyet’in ilânı, aslında, Ahmed Ağaoğlu’nun, 1933 yılında yaptığı tespitiyle bir yol haritası hükmündedir: «Kemalist inkılâbın birinci hedefi, ‘ferdi’ ezici ve öldürücü âmillerden kurtarmaktır.»
JAPONLAR VE TÜRKLER
Kitabınızda anlatıyorsunuz, Japon öğrenciler, Londra’da ekonomi derslerine gidiyor, ama Türk öğrenciler ilgisiz. Nasıl bir kültür bu?
Yedi Japon öğrencinin, 1870’lerin başında, Londra’da, University College’da iktisat dersleri veren W. S. Jevons’ın derslerini takib ediyorlar ve ülkelerine dönüyorlar. Onlar, Japonya’da Neoklasik iktisadın tedrisatında öncülük ediyorlar. Gelelim bizim hikâyemize; 1870’lere doğru, siyasi bir eklemleşme sonucu ortaya çıkan Yeni Osmanlılar’dan Ziya Bey, Namık Kemâl Bey, Agâh Efendi ve diğerleri Mustafa Fazıl Paşa’nın yönlendirmesi ve himayesinde Londra’ya gidiyorlar. Kafaları siyasetle mayalandığı için bu muhalif aydınların düşüncelerinde sadece mutlak monarşinin yerine meşruti monarşi arayışı vardır. Ne var ki, düşüncelerinde, bir iktisadi sistem ve politikaları arayışı, kısaca böyle bir dertleri yok. Görebildiğim kadarıyla, Namık Kemâl Bey, Mösyö Fanton adlı, pek kıymet-i harbiyesi olmayan birinden ekonomi dersleri alıyor. Kişisel çıkarı gereği Namık Kemâl’le bağlantı kuran Fanton başka, Japon öğrencilerin hocası Jevons başkadır. Hatta o tarihlerde, Marx da Londra’dadır, muntazam British Museum’da Kapital’in diğer ciltleri üzerinde çalışmaktadır. Ama, bizimkilerden Marx’ı kim biliyor ki?
ANADOLU’DA JAPON MUCİZESİ?
Modern iktisat düşüncesi Osmanlı’ya nasıl girdi. Anadolu’da neden bir Japon mucizesi çıkmadı?
Rossi’nin iktisat kitabı Serendi Arşizen tarafından Fransızcaya uyarlanmış ve ‘Tasarrufat-ı Mülkiye’ adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir.. 1838’de yeniden ihdas edilen Mekteb-i Tıbbıye’ye, pataloji profesörü olarak tayin edilen Arşizen, hekimlik ders programına ilave edilen serbest derslerden birinde, Fransızca iktisat derslerinin mualliğini de yapmıştır. Bu meyanda, 1838 – 1839 Baltalimanı – Gülhâne hattında, gazetelerde serbest iktisat nizamını savunan yazılar ve ekonomi haberleri çıkıyor. İktisat dersleri özel olarak, bey ve paşa konaklarında veriliyor. Bundan sonrası, bir tabana oturması açısından Mekteb-i Mülkiye’nin açılışı ile birlikte ekonomi politik derslerinin okutulmasına geçiliyor. 1880 kadar, iktisadi liberalizm hâkim bir iktisat politikası olarak rağbette iken, Ohannes Paşa’nın savunduğu iktisadi liberalimin karşısında, Hace-i Evvel dediğimiz Ahmed Mithat Efendi tarafından iktisadi himayecilik şiddetli bir muhalefetle savunuluyor. İktisat politikalarında görülen bu dualizm, liberal düşünce de bir büyük ustayla, Cavid Bey’le sürdürülürken, onun karşısındaki dağınık iktisadî korumacılık düşüncesini, Almanya’dan gelen Parvüs, Cumhuriyet’e takaddüm eden yıllarda, çağdaş Türk iktisat düşüncesinde Yusuf Akçura -- Ziya Gökalp – Tekinalp [Moiz Kohen] hattını inşa ediyor. 1908 – 1923 arası, münevverlerin düşüncelerinde gelgitlerin olduğu bir zaman dilimi. Koca bir imparatorluk dağılma sürecini sürdürürken, girişimci rûhundan ve sermaye birikiminden, bankalardan, borsalardan yoksun, dış borç batağına çakılmış, şirketleşememiş, dışa bağımlı Osmanlı ekonomisiyle, Anadolu’da bir Japon mucizesini beklemek muhaldir. Türklerin esas mucizesi, on yıl süren topyekün harpler devrini tamamlayıp ilân ettiği Cumhuriyet’i rasyonel iktisadi bireyine teslim etmesidir.