Ciddiye alınması gereken bir Cemil Meriç eleştirisi
Ahmet Turan Alkan 01 Ocak 1970
Dücane Cündioğlu'nun, 'Bir Mabed Bekçisi' ve onun hemen akabinde yayınladığı 'Bir Mabed İşçisi: Cemil Meriç' adlı çalışmaları üzerinde durmalıyız; çünkü 'fikir arkeolojisi' denilebilecek bir türe giren bu tarz çalışmaların benzerine pek rastlamıyoruz; alıştığımız biçimiyle bir monografi sayılmaz, tam manasıyla biyografi de değil. Fikir arkeolojisi belki en doğru karşılık.
Arkeolojik çalışmalar, daima bir 'yeniden inşa' maksadına yönelir. Büyük masraf ve emekle yürütülen alan çalışmasında elde edilen bulgular, kurulan faraziye çerçevesinde farazî yerlerine konularak sabırla biriktirilir ve yeterli veriye ulaşıldığı kanaatine varılınca yeniden inşâya (reconstruction) girişilir. Dücâne Cündioğlu'nun çalışması, aşağı-yukarı buna benzer safhalardan oluşuyor. Evvelâ Cemil Meriç'in yayınlanan bütün yazılarını, ilk müptedi denemelerden defalarca restore edilmiş kitap baskılarına, kitaplarının üzerine kendi el yazısıyla koyduğu özel ithaf yazılarından hangi hâletle sarf edildiğini bilmemize pek imkân bulunmayan sohbet anekdotlarına kadar ulaşabildiği bütün evrakı, tarih sırasına göre fişleyip tasnif ettikten sonra, esaslı bir mukayeseye tabi tutarak yazarın fikir dalgalanmalarındaki seyri titizlikle takib etmiş.
Bu gayreti tebcil etmeli ve saygıyla eğilmeliyiz, zira benzeri çalışmalar pek azdır ve bu tür araştırmalar, sahibi açısından pek 'tiraj, şöhret, takdir' neviinden ödüller de vaadetmez. İhtiramdan sonra şu sualin cevabını bulmak hakkını ediniyoruz: Araştırmacı, böyle bir zahmetli çalışmayı niçin üstlenmiştir ve maksadı nedir? Cündioğlu, bu soruları şöyle izah ediyor: Balzac romanlarına merak sardırdığı bir esnada bir dostu ona Balzac'ı Cemil Meriç tercümelerinden okuması gerektiğini hatırlatıyor. Bu tercümeleri gözden geçirirken sayfa dibine düşülen mütercim haşiyeleri dikkatini çekiyor ve burada daha evvel tanıyıp bildiği Cemil Meriç'in 'mütercim' tarafı ile de karşılaşıyor; merakını gidermek için araştırma halkasını genişletince, o günlerde (40'lı yıllar) yoğun bir tercüme faaliyetine sahne olan fikir ve edebiyat ikliminde Cemil Meriç'in tercüme tenkidleri kaleme aldığını da fark ediyor. Bu, münekkid Cemil Meriç'tir. Mütefekkir ciheti ise Cemil Meriç'in en ziyade bilinen ve takdir edilen tarafıdır. Bu durumda Cündioğlu bir karar vermek mecburiyeti hissediyor.
Fincancı katırlarını ürkütmek...
"Bir mütercim ve münekkid olarak takdir ettiğim bu fikir işçisinin tezatlarla dolu mütefekkir yönüne temas etmem halinde, fincancı katırlarını ürkütmek hadi bir yana, Meriç'ten, Meriç'in zengin ve çok yönlü dünyasından (...) istifade edecek genç okurlarını ister istemez hayal kırıklığına uğratmak gibi sevimsiz bir duruma da sebep olmak söz konusuydu." (s.12) Yazar, bilinen, tanınan, 70'li, 80'li yılların Meriç'ini "yâra da ağyâra da hoş görünmek ihtiyacı hisseden, inişlerle çıkışlarla dolu hâlet-i ruhiyesinin imkân verdiği nisbette itidali arayan ve nadiren de olsa bulan" biri olarak niteledikten hemen birkaç satır sonra kararını şöyle açıklıyor: İnceleme, Meriç'in sadece mütercim ve münekkid ciheti ile sınırlı tutulmayacaktır, "çünkü önce 70'li ve 80'li yılların Meriç'iyle ilgili kemikleşmiş snop kavrayışları silkeleyip sarsmak ve vıcık vıcık müdahene kokan yıllanmış gevezeliklerin bir an evvel son bulması amacıyla, çürüme emareleri gösteren bu yaraya hiç beklemeden neşter vurmak, bana daha sağlıklı ve ahlâklı bir tutum gibi görünmüştü."
"İhsâs-ı rey" gibi görünse de okuyucu, bu noktada dürüst ve şeffaf davrandığı için Cündioğlu'na şükran duymalıdır; bu hüküm mütereddid bir hipotezden çok "cerh ve tadil" kararlığını imâ ediyor olsa bile.
Med-cezir manzaraları
Cündioğlu, şimdilik iki cildi yayınlanan ve kısa zamanda üçüncüsünü yayınlamasını beklediğimiz çalışmasında, Cemil Meriç'in fikir hayatındaki med-cezir manzaralarının izini sürüyor. Bazen anlayışla karşılasa da çoğunlukla, karşılaştığı tutarsızlıkları acı bir dille yermekten kaçınmıyor. Problem, Meriç'in yazıları ve fikirleri arasında zaman zaman tutarsızlık fark edilmesinden kaynaklanmıyor; düşünen, yazan ve yayınlayan herkes, benzer tenakuzlardan sıyrılamaz ve işin güzel tarafı, sıyrılması da gerekmiyor. Çelişkiler, müridleri rahatsız eder, doktrine edilmiş kişiler, fikri med-cezirlerden rahatsızlık duyarlar. İşin 'fikri serüven' kısmını merak edenler için çelişki pürüz teşkil etmez, aksine serüveni daha renkli ve anlaşılır kılan detaylar faslındandır.
Cerh ve şerh
Dolayısıyla Cemil Meriç'in fikirleri arasında tenakuzlar bulunmasını kendimce her zaman tabii bir hak olarak kabul ettim; bu tenakuzlara dair ipuçlarını Cemil Meriç, eserlerinin en çok itibar gördüğü zamanlarda, yani 70'li, 80'li yıllarda ifşadan kaçınmamıştı; kaldı ki ifşa etmese bile öyle bir hakkı zaten vardı. Hâlâ vardır. Kitaplarını basan, okuyan ve kıymet veren kitle ile ruhen ve zihnen ne kadar uzak olduğunu kendisi biliyordu elbette; biz okurları da böyle bir mesafenin varlığından haberdardık; ama doğrusu o günlerde hiçbirimizin aklına, günün birinde dikkatli bir müdekkikin Meriç'in 40'lı yıllarda yayınladığı makale ve tenkidlerini dosyalayarak, zamanında hayli yankı uyandırmış fikirleri cerhedeceği gelmemişti, zira bizim klasik geleneğimiz nice zamandan beri cerhden ziyade şerhe yönelmiştir.
Cemil Meriç 'bizden' biri değildi; bu açıktı; ama 'kimlerden' olduğunu merak ettiğimizde yolumuz hemen onun fikir serüveni tarafından kesiliyordu; doğrusu pek de önemli görmüyorduk vaktiyle solcularla düşüp kalkmasını, hatta kendini hâlâ Marksist saymasını. Vücudunun enkazına sıkışıp kalmış bir adamdı o; bazı şeylere hakkı vardı.
Biz, o enkaz manzarasını, ancak Meriç'in Jurnalleri, mirasçıları tarafından yayınlanıp kitapçı vitrinlerini süslediğinde fark edebilmiştik. Cemil Meriç'in fikri ihtilaflarını, sadece kendisini ilzam eden bir serüven olarak kabul edip defteri kapatmak fikrine, Jurnalleri okuduktan sonra karar vermiştim. O, hepimizin sıradan motivasyon sebepleriyle iliştiği hayata fikri cehdinin kanayan tırnaklarıyla tutunmuştu. Bana göre bu tavır, sadece anlaşılmakla iktifa edilmeliydi lâkin meşhurdur, 'meydâne düşen kurtulamaz seng-i kazâdan'. Cündioğlu'nun nokta-i nazarı farklıdır ve bundan böyle Cemil Meriç'i okuyanlar, Dücâne Cündioğlu'nun kendince haklı ve makul sebeplerle epey hırpaladığı bir Cemil Meriç imajından hareketle okuma eylemine başlayacaklardır.
Evet tutunduk; hâlâ tutunmuyor muyuz?
Dücane Cündioğlu, bir noktada haklıdır çünkü, 'Bu Ülke'nin Ötüken tarafından yayınlanmasıyla birlikte sağ cenah, Cemil Meriç'in şahsında kendi vicdan ve kanaatlerini ibrâya ehil, varlığını meşrulaştırmaya müsait, sıradışı bir fikir adamı figürü fark etti ve ona tutundu. Cündioğlu, Cemil Meriç'in "o cephenin beklentilerine ve alışkanlıklarına uygun davranmak için elinden geleni yaptığını" ileri sürmekte hatta bir adım daha ileri giderek onun, yeni rolünü, "hidayet bulmuş bir mühtedi psikolojisiyle içselleştirdiğini" (s. 72-73) söylemektedir. Cündioğlu, Meriç'in daha önceleri uzun uzadıya üzerinde titizlendiği roman ve şiir gibi meselelerle uğraşmayı 70'li yıllarda terk ederek sosyal ve siyasi meselelere daldığını, muhafazakâr kamuoyunda ise bu dönemde yayınladığı yazılarıyla itibar bulduğunu (s. 78) ve bu intibanın Cemil Meriç hakkında bütünü kucaklamak bakımından elverişsiz olduğunu da belirtiyor; yani Cemil Meriç bu beklenmedik sağ cenah desteğini fark edince sair işlerini bırakıp bu cenahın gönlünü hoşnud edecek doktriner kılıklı şeyler yazmaya yönelmiştir! Sağ cenahta, soldan gelen misafirlere öteden beri hep sıradışı bir nezaket ve muhabbet gösterilir; bu noktada misafirleri yermek yerine, aynayı kendi suratımıza tutmak daha faydalı olmaz mı diye düşünürüm hep.
Yazarlara ruhumuzu satmıyoruz; sadece okuyoruz...
Benim Cemil Meriç okumalarından aklımda kalan şey, keskin aforizmalar ve yalınkılıç hükümler değil, beynini lime lime edercesine öğrenmek merakı, fikirlerini defalarca ve döne döne tashih ederek gerçeği arama arzusudur; o esnada yanılıp yanılmadığı, az ilerde çelişki istasyonlarına uğrayıp uğramayacağı pek de mühim değildir. Neticede referans notlarında tarih bilgisine de yer veririz, o kadar.
Bu açıdan Cündioğlu'nun ikinci ciltteki "Üstad'la Kâtibi Arasındaki bir Tartışma" başlığıyla verdiği (Bir Mabed İşçisi, s. 223 vd.) uzun alıntıyı zevkle okuduğumu söylemeliyim. Cemil Meriç 1977 yılının Ağustos'unda, kâtipliğini yapmakta olan Halil Açıkgöz'e 'Aydının Kaderi' başlıklı yazısını yeniden yazdırmaya karar verir. Yazı, "Ârif, mürşid, velî... aynı burcun yıldızları, İslâm'da ilim kudsiyetle hâlelidir." cümlesiyle başlamaktadır. Genç kâtip bu cümledeki nitelemeye itiraz eder; Cemil Meriç tereddüde kapılır. Bunun üzerine gün boyu iki insan aynı konu etrafında tartışılırlar. Bu metni okuduktan sonra Cemil Meriç'i daha iyi tanımaya başladığımı hissettim; çünkü benim zihnimdeki Meriç görüntüsü ile örtüşen bir adamdı bu.
İma edildiği kadarıyla Cemil Meriç'in kendine göz nurundan doktriner yanılmazlık zırhı örmeye kalkıştığını hiç zannetmiyorum; aksine böyle şeylere gülüp geçmeyi, ciddiye almamayı ondan öğrendik. Doktriner gevezelik ve zırvalık kalabalıklarından sıyrılan fikrin kendine mahsus geometrisini onun yazılarında fark ettik; neticede okuyucunun muhatap olduğu şey, bir kitap sayfasındaki bir paragraflık veya birkaç formalık bir metindir. Yazarlara ruhumuzu satmıyoruz. Dücâne Cündioğlu'nun iki ciltlik fikir arkeolojisi çalışması, özellikle genç okuyuculara, okudukları metnin ardında nasıl tereddüdlerin durduğunu fark etmeleri bakımından faydalı olacaktır; buna hiç şüphem yok.
Hasbi tefekkür denilen şey, bu değilse nedir ki?
Sadede gelelim: Dücane Cündioğlu'nun hazırladığı "Bir Mabed Bekçisi"ni ve "Bir Mabed İşçisi"ni zevkle okudum, istifade ettim. Ramazan gecelerimin çoğu saatleri bu kitabın etrafında geçti. Cemil Meriç'i bu kitap sayesinde biraz daha yakından tanıma imkanı buldum; şimdi aynı diziden yayınlanacağı belirtilen son cildini de merakla bekliyorum. Bu seri kitap hakkındaki samimi beklentim, yazarının nihai tahlilde, 'yanlışları düzeltiyorum' edasından ziyade, 'malzemeye ışık tutuyorum; size zengin tercih imkanları sunuyorum' tavrına yönelmesidir. Dücane Cündioğlu'na teşekkür etmeliyiz, çünki netice itibariyle bu takdir edilmesi gereken zihni emeği tamamen 'hasbi tefekkür' motivasyonu ile harcadığı aşikardır ve üstlendiği görev, neredeyse bir enstitü tarafından desteklenmesi gereken çapta ağır bir vazifedir. Dilerim ki ömrü ve mesaisi bereketli ve hayırhah geçer.
Şu jurnal meselesi...
Herhalde her dikkatli okuyucu gibi Dücane Cündioğlu da, Cemil Meriç'in fikri ihtilâç ve tereddüdlerinin izini sürebileceğimiz çok sayıda ayak izi bırakmış olması meselesini önemle hatırlayacaklardır. Cemil Meriç'in ardında bu kabilden deliller bırakmamak noktasında titizlenmediğini de mefhumun muhalifinden hareketle kabul edebiliriz; aksi olsaydı, ardında jurnal bırakmak gibi bir ihtiyatsızlığı ihtiyar etmezdi. Biz Türkler jurnal tutmayız, Cemil Meriç tutmuştu: Farklıydı. Konya yolculuğundaki o genç adam trende öyle söylememiş miydi zaten; "sen bizden değilsin, farklısın." Aynı fikir arkeolojisini bir başka "edib-i şehir" hakkında tatbik etsek, meselâ aynı ameliyeye Necib Fazıl merhumu tâbi tutsak neler çıkardı kim bilir? Üstadın jurnalleri var mıydı; olsa, evlâtları yayınlar mıydı? Jurnal meselesinde tarif edici bir hususiyet saklı. Jurnal tutmuş bir adam, inhiraflarını gizlemez, gözden kaçırmaya kalkışmaz.