Türk Dünyasının Büyülü Sesi: Cengiz Aytmatov
İbrahim ATABEY 01 Ocak 1970
Cengiz Aytmatov, 12 Aralık 1928 tarihinde Kırgızistan’da doğdu, 10 Haziran 2008 tarihinde tedavi gördüğü Almanya’da vefat etti, 14 Haziran 2008’de Ata Beyit Kabristanı’na defnedildi.
Aytmatov, dokuz yaşındayken babasından ayrıldı ama babasının başına neler geldiğini, dünyaca ünlü bir yazar olduğu yıllarda dahi öğrenemedi. Babası Törekul Aytmatov, dönemin aydınlarındandır. Stalin’in 1937’de başlattığı “temizlik hareketi” sonucunda “vatana ihanet” suçlamasıyla 1938 yılında, 138 Kırgız Türkü aydınla birlikte Bişkek yakınlarındaki tuğla ocağında kurşuna dizilmiş ve buraya gömülmüştür. “Çok kabiliyetli, güçlü ve aydınlık olan bu insanlar; ölçülü kişiliklere sahip ve o zamanların yüksek eğitimli insanlarıydı. Böyle kabiliyetli nesiller, herhangi bir toplumu ve devleti yüceltirler.” (Akayev, 2003: 173)
Bu katliamdan Kırgız Türklüğü, Cengiz Aytmatov da dâhil olmak üzere, ancak 1991’de Kırgızistan’ın bağımsızlığından sonra haberdar olmuştur. O günden sonra Kırgızlar oraya “Ata Beyit” adını verdiler ve Cengiz Aytmatov da Ata Beyit’e, babasının yanına defnedildi. Aytmatov, babasının uğruna mücadele ettiği ideolojinin kendisine ve ailesine karşı cephe aldığını eserlerinde ortaya koymuştur. (Kolcu 2008: 28).
Cengiz Aytmatov’un daha çocukken yaşadığı bu travma, onun ruhunda büyük yaralar ve boşluklar açmıştır. Moskova’daki eğitimi sırasında Türklüğünün ve Türkçesinin aşağılanması, onun edebiyata daha fazla sarılmasını sağlamış, kendini ifade etmenin yolunu da sembollerde bulmuştur (Buran 2009: 383). Bu semboller, içinde büyüdüğü Kırgız türküleri, masalları, efsaneleri, destanları ve coğrafyasının bünyesinde fazlasıyla vardı. O da bunları, ister Rusça ister Kırgız Türkçesiyle yazsın sonuna kadar kullanmıştır. Bu arada, Kırgızlar için aykırı sayılabilecek roman kahramanları ve olayları da eserlerine almaktan çekinmemiştir. Aslında onu büyük yazar yapan da bütün bunlar olmuştur.
Aytmatov, dil konusunda çok hassastı. Bir mülakatta şöyle demiştir: “Eğer bir halk dilini kaybetmişse asimile olmuş demektir. Stalin zamanında biz bunu yaşadık. Ancak biz bunun için de mücadele verdik, yani kendi dilimizi, kendi kimliğimizi korumak için mücadele ettik. Bu mücadeleden maksat karşılıklı savaş değil, fikirlerimizle yazılarımızla haklılığımızı ispat etmektir, fikir hayatımızı geliştirmektir. Bütün olarak yani Kırgızca, Özbekçe, Kazakça, Azerice vb. hepsi Türk dilidir. Türk dillerinin hepsinin üstünde bir ortak edebî dil yaratmak lazım. Ortak dili kullanmak yoluyla halka ulaşılmalıdır. Türk dillerindeki farklılıklar uzmanlarca tespit edilerek bunlar ilkokul çağından başlayarak yeni kuşaklara, gençlere öğretilmelidir. Gazetelerin, televizyonun rolünü de unutmamak gerekir. Çok konuşulmaktan öte dili iyi işlemek önemli.” (Parlatır 1992: 61-62).
“Siz bir Kırgız yazarı mısınız, yoksa bir Sovyet yazarı mı?” şeklinde yöneltilen bir soruya, Aytmatov şu cevabı vermiştir: “Günümüzde edebiyatçının kendini bir kalıba hapsetmesi zor bir hadisedir. Asrımız böyle istiyor. Bizim tarihimiz de böyle olmuştur. Biz Sovyetler Birliği’nde tek bir kültür hareketi içinde yer aldık. Fakat hepimizin menşeleri farklı. Birimiz Kazak edibi, birimiz Gürcü edibi, birimiz Moldav edibi... Fakat bütün bunların üzerinde bir statümüz var ki, o da Sovyet yazarlığıdır. Bu siyasi bir hâl değil, tamamen edebî, kültürel bir hâl. Mesela ben... Öncelikle Kırgız’ım, bir Kırgız yazarıyım. İkinci olarak da iki dilli bir yazarım. Zira Kırgızca ve Rusça yazıyorum. Yani bir millete mensup olmakla birlikte iki dilde eser veren bir yazarım.” (Uzun 1998: 30).
Aytmatov dil ile birlikte alfabenin de önemine dikkat çekmiş ve “Alfabenin bir olması şart, ancak yalnızca alfabenin değişmesi yetmez. Terimlerin ortak kalması gerekir.” (Parlatır 1992: 62) demiştir.
Değişim, Aytmatov’un eserlerinde üzerinde en çok durduğu konulardan biridir. “Her değişim bir başka sorunu beraberinde getiriyor ve bu, romana yansıyor. Biz sosyalizmi terk ettik, bütün sorunlar halloldu diye düşünüyorduk; oysa tam tersi oldu, sorunlar büsbütün arttı.” (Parlatır 1992: 66).
Aytmatov, eserleriyle Sovyet rejiminin yanlışlarını, trajedilerini anlattı; hatta bu rejimden kaçışın yollarını aradı; o, bu rejimden çıkmak istiyordu. Mesela II. Dünya Savaşı’nda, vatanını korumak için cephede savaşanların kahramanlıklarını anlatmak yerine, savaştan kaçanların, geride kalanların acılarını, duygularını anlatmayı tercih etti. Bu, cesaret isteyen bir işti. Cemile’de, Elveda Gülsarı’da bunları görmek mümkündür (Akmataliyev 2009: 385). Bu arada Manas Destanı’nın, 1950’li yıllarda Sovyet rejimi tarafından, Kırgız ruhunu diri tuttuğu gerekçesiyle yasaklandığı unutulmamalıdır.
Aytmatov, barış karşıtı olmayı delilik olarak nitelendirmektir. “Bugün insanlığın temel meselesi barıştır ve onun da alternatifi yoktur. İnanıyorum ki bu fikir her birimiz için bir istek, tutku ve zaruret olmalı. Her insanda da insanlığın ölçüsü bu olmalı.” (Korkin 2009: 353).
“Tavsiyem şu: Silah almaktansa elimize kalem ve kitap alıp bu yolla ilerlemek. Belirli bir zaman geçtikten sonra kimin haklı olduğu ortaya çıkacaktır.” (Soysal 2009: 376).
Körü körüne bir Batı hayranlığı, onun reddettiği anlayışlardandı. “İnsanoğlu global, aşağılayıcı korku, yalnızlık, ayniyet ve acımasızlık, yani çılgınlığın kölesi olan Batı propagandasının kendisini küstahça inanmaya zorladığı her şeyi bir tarafa bırakmalı. (…) Batı medyasının insanları kasıtlı olarak savaş fikriyle uyuşturması ve dolayısıyla kendi halkının diğer milletleri yeryüzünden silerek yaşayabileceği fikrine inandırmaya çalışmasını kastediyorum. (…) İnsanları çapulcuya çevirmeye çalışan girişimden daha aşağılayıcı hiçbir şey olamaz.” (Korkin 2009: 356).
Aytmatov, bir toplumun topyekûn hareketini, destansı dönemleri, “millet şuurunun ürünü” olarak değerlendirir. Bu ürünlerin en önemlileri de kahramanlardır. O şöyle dua eder: “Tanrım! Çağdaşlarımı, kendi iyilikleri için ortaya konan bu kahramanlıkları ve hafızanın kutsal görevini inkâr etmekten koru!” (Korkin 2009: 358). Bu inkâr çılgınlıktır, deliliktir. “Tanrı kimi yok etmek isterse onlar önce çıldırıyorlar. Hiç kimse bir çılgını kınamaya, ondan hesap sormaya cesaret edemez.” Bu çılgınlık, geçmişten kopma noktasına geldiğinde mankurtluk başlıyor. Mankurtluk, zorla ve gönüllü olmak üzere ikiye ayrılır. Aytmatov, zorlamayla başlatılan mankurtluğun “gönüllü”ye dönüşmemesi çabası içindedir. Ona göre “hafıza”, asla bilerek ihanet etmez, “uzlaşmaz şuur” uyanıklığındadır. “Hür irade”, kendi zamanının kendisini yargılayamayacağını bilir, onu ancak kendisinden daha aşağıda olan irade yargılar ve bu da adaletsizliği doğurur (Korkin 2009: 359).
Bunlardan dolayı Aytmatov, “Sanatın amacı, okuyucuyu korkutmak değil, ona yaşam korkusu ve ümitsizliğin üstesinden gelmede yardım etmektir ve onları kalplerindeki soylu hisleri harekete geçirerek her ne şekilde olursa olsun her ne kılığa girerse girsin kötülükle mücadele etmesini sağlamaktır.” (Korkin 2009: 369) demiş ve eserleriyle komünizmin dogmalarını karşısına almıştır ama gerçek edebiyattan haberi olan kesimler şu soruyu sormuşlardır: Edebiyat mı yani sanatın dünyası mı bize yol gösterecek, yoksa biz mi onu yönlendirmeliyiz? Elbette edebiyat ve gerçek hayat bizi yönlendirecektir. Aytmatov’un karşı çıkışları boşuna değildir. O, içi boşaltılmış, artık işlerliğini yitirmiş, insanların mutluluğunu sağlamak yerine onlara yük olmaya başlamış ve körlük alanları oluşturmuş her şeye karşı çıkmış ve bunda da başarılı olmuştur. Dogmatizme karşı çıkışında tek renkliliğe isyan da vardır; insanı çok boyutlu, çok yönlü ve çok katmanlı bireyler olarak ele alır. Onda birçok şey kesişir (Korkmaz 2009: 384, 387).