EY KÂMİL TURAN! /İbrahim Metin
01 Ocak 1970
Seni de hayattaki dostların olan: Türkeş’lerin, Taşer’lerin, Galip Erdem’lerin, Özdağ’ların yanına gönderdik… Ölümün zamansız oldu. Dünya işlerinin çok olduğu bir güne rastladı. Eğer sana layık bir cemaat toplayamamışsak; bu, kadirbilmezlikten değil; dünya telâşesindendir. Hem, dizi artistlerinin ölümünü günlerce yayınlayan medyamız, senin ölümünden bizi haberdar bile etmedi. Teşkilata da bir tamim yayınlayıp on binleri, seni son yolculuğuna uğurlamaya davet edemedik. Anlarsın ya hem bayram hem de Yılbaşı arifesi… Ayrıca şimdilerde parti taassubu, din taassubunun neredeyse önüne geçmiş haldedir. Salih Dilek arkadaşımız haber vermese, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu Ağabeyimizin başkanı olduğu derneğin yaptırmış olduğu Kocatepe Camii’nden, seni uğurlayamayacaktım. Cep telefonu denilen âletlerin mesaj servisleri de, dolu idi. Mesajlarımız İstanbul’da Genel Başkan’ın geleceği bayramlaşmaya davet için meşguldü. Hiç zamanı mı idi, böyle trafiğin yoğun olduğu bir günde göçüp gitmek… “Vefa, sadece İstanbul’da bir semtin adı mıydı?” diyenlere kulak asma... Onlar, zaten “Tezvirat ehli”dirler ve oturup bir kahvede 4 saat dedikodu yaparlar. Geçenlerde 1980 öncesinde İstanbul milletvekilimiz olan arkadaşımız Turan Koçal telefonla beni aradı: Aralarında babası Rasim Bey’in ve Fevzi Çakmak, Alparslan Türkeş, Dündar Taşer’in de bulunduğu bir topluluğun, kendisini çağırdığını; benim de kendisiyle beraber olduğumu; bunu rüyasında gördüğünü, söyledi. Ben de: “Onlara söyle; acele etmesinler. Nasıl olsa orada asırlarca kalacağız. Buradaki işleri henüz bitiremedik; vatanı henüz kurtaramadık; hemen beklemesinler” demiştim. Demek sen de vatanı kurtarmak yerine; vatanın kurtardıklarını görünce dayanamadın; bizim gibi direnemedin ve onların davetine icabet ettin.
Türkeş’in mezarı başında, yıldönümlerinde fotoğraf çektirip anıyoruz. Ömrünü uğruna verdiği fikirlerini nasıl da rafa kaldırdık. Hepimizin ilham ve fikir kaynağı olan fikrî kuruluşlar ile yeni yetişen nesiller zehirlenmesin (!) ve fikir kökünden kopsun diye onları nasıl, düşman ilân ettik. İrtibatları kestik. Böylece, fikrî eğitimi önleyip, dünya vatandaşları yetiştirmek istiyoruz. Senin için de aynı yolu tutacağımızdan; küreselleşme çağında gençlerimizin kafasını tehlikeli fikirlerle bulandırmayacağımızdan emin olabilirsin!
Prof. Dr. Kamil Turan’ın Vefatına Tarihtir.
Milliyetçi ilim adamıydı gitti
Çalıflkan ve dürüst biriydi her vakit
Çıktı bir zât söyledi tarihi Yakut
“Rahmet eyle Kamil Turan’a ya Mukit.
2008-1==2007
Prof. Dr. İsmail YAKIT
KOMANDOLAR MI DEDİN?
Dündar Taşer’in “İpeğe sarılmış çeliktir” dediği “Komandolar” için senin yazında söylediklerini, şimdi hasretle arıyoruz: “Oysa Türk tarihi, dikkate değer bir safhayı yaşamaktadır. Müthiş bir kemiriliş, milletimizi can evine kadar incitmiş; açık veya kapalı düşmanlık hareketleri, bizi şerefsizlik çukurundan şerefsizlik çukuruna atmış; kendi ocağımızda, bizi bizden olmayanların dilencisi yapmıştır. Bütün bunlar yetmezmiş gibi vatanın sathında hayâsızlık itibar, şerefsizlik şöhret, hıyanet vatanseverlik, hürriyet anarşi, haysiyet kusur, ahmaklık, akıllılığın yerini almıştır.
Bir zamanlar; Başbuğlarının nal izlerini ağyara öptürmeyen bu milletin, bitişi ve tükenişi asla kabullenmeyeceği neden düşünülmemiş? Neden, yüz milyonluk kardeşinin esaretinin matemini gizli gizli tutan ve yumruğunu, hürriyet havarileri gibi dolaşan esir satıcılarının yüzünde bir gün patlatacağı muhakkak olan Türkiye Türklerinin güçlerini, terazinin kefesine atacakları, bilinmemiş? Neden, «Esaret içinde yaşamak; bir gün ölmek demektir.» sözünü bu milletin, tarihi boyunca rehber aldığı öğrenilmemiştir? Neden; günümüzde komando ismi takılan asil milliyetçi gençlerin, hıyanetin kanını donduran kükreyişleri biraz da bu yönden değerlendirilmemiş?
Türk'ün tarihi, normal seyrinden, beş bin yıldan beri zerrece inhiraf etmemiştir. Komandolar, işte bu kutsal gerçeğin kahramanlarıdır. Onlar, asırlardır millet hayatını tümen tümen kuşatan, şan ve şeref hâleleridir. Bugün onlara ne isim verilirse verilsin; bütün tarihimizde onlar, felaket fırtınalarının üzerinde bora misali patlamış; kurtuluşun müjdecileri olmuşlardır.” “Onlar, Türk'ün hâkimiyet felsefesini, Kızılelma idealini fikir planından tatbikat planına çıkartan bir soyun ve imanın gücü, maddi ve manevi kurtuluşun yıldırımıdır. Onlar, hıyanetin, sinsiliğin tuzaklarını paramparça edecek; Türklüğün bedenindeki ruhu, damarlarındaki kanı, tuğlarındaki şanıdır.”
Yine ülkücü şehitler için söylediğin: “Türklük, kendi felsefesinden alacağı ilhamlardan gayri bir çare kalmadığını anlamıştır. Ölenlerin dâvası: Türk doğmak, Türk'e göre yaşamak; Türk için ölmektir.
Dökülen her damla milliyetçi kanın bedeli vardır. Kimisi cüretinin, kimisi sükûtunun, kimisi hırs ve ihtirasının, kimisi ihmalinin tahtında, bu bedeli ödeyecektir. Haksızlık, adaletsizlik, zorbalık, hırsızlık ve hamakatlarla tabanından saçlarına kadar vahşete gömmek istedikleri Türk Milleti, hainleri asla unutmayacaktır. Bütün milliyetçileri çelikleştiren şehitlerin kanı, öldürenleri ve çalanları boğan bir tufan olacaktır. Kanımızın bedeli işte bu tufandır.” Sözleri biz unutsak da, şehitlerin ruhunda dalgalanmaya devam edecektir.
Bir diğerinde de şunları söylüyordun: “Tarih boyunca Türk Milleti’nin gücünü toplayan durgun deniz kabarmıştır. «Devletimiz ebediyen payidar olacaktır!» diyenlerin imanı, BÜYÜK TÜRKİYE'nin temellerine, kanları ile yoğurdukları harcı dökmüşlerdir. Özmen, İmamoğlu, Önkuzu ve daha birçokları, sesimizi duyuyor musunuz?
Uğrunda öldüğünüz «Milliyetçi Türkiye» güneşi ufukları ağartmıştır. Taklitçi güruhunun korkusu, bu tarihi tecellinin haberini getirmektedir.”
Bu kanların gereğini yapmayan bizler; Mahşer’de hesabını nasıl vereceğiz?
ÜÇ KİŞİYE KONFERANS MI DEDİNİZ?
Fransa’nın Sorbon Üniversitesi’nde doktora yaptıktan sonra geldiğin İstanbul’da; İl Başkanlığı’nı Bahattin Erman’ın yaptığı Parti’nin Klodfarer Caddesi’ndeki yerini kiraladın. İl Sekreterliği’ni yıllarca yürüterek; bütün ilçelerini teşkilatlandırdın. Bayezit’deki Yümni düğün salonunda tertiplediğin toplantılarla, partiye hâkim olmasını istediğin fikri, Türk milliyetçiliği fikrini, topluma anlatmaya ve benimsetmeye uğraştın. Hatta bu toplantılardan birisine 10 kadar dinleyici gelince mahcup oldun, Konferansçı olan Dündar Taşer’e “Toplantıyı erteleyelim” deyince, O’nun da sana, “Bu şahısların içerisinde, partili olmayan kimse var mı, sorusuna “Üç kişinin olduğu”nu söyleyince, “O halde, ertelemeyelim. Bu üç kişiye, dâvamızı anlatalım” cevabındaki tevazua ve kararlılığa şaşırdın.
Dört- beş ay önce Kemal Cabıoğlu Aüabey’imize anlattığına göre, o tarihlerde Genel Başkan’a parti ile ilgili temas kurulması gereken; aralarında Cabıoğlu’nun da bulunduğu beş yüz kişilik bir liste vermişsin. Bu liste mutlaka klasik particiliği, Türk Milliyetçiliği tabanına oturtma teşebbüsü idi. (Her ne kadar CKMP’de milliyetçi muhafazakâr bir parti idiyse de Demokrat Parti’ye karşı yapmış olduğu hürriyetçi mücadeleler sebebiyle aralarına, komünist temayüllüler de sızmıştı. Mesela 1961 Seçimleri’nde Ankara’da, Senato listesinin başında: Niyazi Ağırnaslı bulunuyordu.)
Her ne kadar sen, bir kısım insanların üniversiteye intisap etme yolunu açmış isen de; Cumhurbaşkanlığı adaylığı için senin adını telâffuz etmekle yetindik. Cumhurbaşkanlığını layık gördüğümüze, milletvekilliğini çok gördük.
1969’un Nisan Ayı’nda haftalık olarak çıkarmaya başladığımız ve 450 sayı devam ettirebildiğimiz: Devlet Gazetesi’nde “YOL” ve “Dağ ne kadar yüce olsa/Yol onun üstünden aşar” başlığı altındaki yazılarınla: Türk milliyetçiliğini savundun. Arif Nihat Asya’nın deyimi ile “Yol diye diye,/ Yol kesen haramiye” ve bütün haramilere karşı çıktın. 1980 öncesinin kızıl bölücüleri, savunduğun ve mücadelesini verdiğin fikirler yüzünden seni, memleketin olan Siverek’e bile sokmadılar. Temeli atılırken hizmet ettiğin; ak koyun ile kara koyunun geçitte belli olduğu günlerde mücadelesini verdiğin “Dâvâ”nın; milletvekilliği kim? Sen kim?
Hem de senin milletvekili olmanla TBMM’de yapacağın konuşmalar, suya sabuna dokunur; başımıza iş açar; küresel güçleri kızdırırdın.
Meselâ: Zamanın Dışişleri Bakanı Çağlayangil’in, Rusya seyahati münasebetiyle söylemiş olduğu: “Ruslar, istediklerimizin hepsini verdiler” sözüne kızmış ve “Kalbi Türkiye aşkıyla çarpan, istiklâl ve hürriyet susuzluğu ile yürekleri çatlayan milyonlarca karındaşın kalbine su serpecek birkaç kelimeyi çok görmüşlerdir.” ; “ Bu cümlede hiçbir milliyetçinin heyecanını ve ümidini dile getirecek ufak bir kırıntı dahi yoktur. Zira Çağlayangil, Rus İmparatorluğu’nun cellâtlarından, ne Türkistan’ın toprakları üzerinde yayılan mujik istilâsının durdurulmasını; ne de Kırım’lı Türklerin yurtlarına iadelerini istemeyeceğini; bilmektedir.” Demiştin. Bugünlerde de Amerika seyahati sonunda yapılan “Bütün istediklerimizi aldık” konuşmasını Meclis’de, diline dolardın. Irak’a demokrasi götürme savaşı hümayunu sonucunda öldürülen; yüz binlerce Müslüman’ın, birbirlerine düşürülüp boğazlatılan; milletdaş ve mezhepdaşların ve Türkiye’nin Güneydoğu’suna göz diken ve kendini buğday ambarında zanneden aç tavukların hesabının görülmesi için Kahraman Türk Ordusu’nun PKK Peşmergelerine ders vermesine, neden izin alındığının hesabını sorardın. Daha da devam eder; Azerbaycan’da Ermenilerin “karındaşlarına” yapmış olduğu soykırımın niçin sorulmadığını, kardeş Afganistan’a Türk ordusunun, niçin işgalci güçlerin emrinde gittiğini, sorardın.
“BU MİLLET, TÜRK MİLLETİ MİDİR?”
Senin 1969 ve 1970 Yılları’nda Devlet’teki haykırış ve ikazların, şimdi de failleri değişik olarak güncelliğini koruyor:
“Uçurumun dibinde kaygusuzca uyuyanlar! Size söylüyorum: Göklerinde «Komünist Türkiye» naralarının çınladığı bu ülke, Milliyetçi Türkiye midir? Moskof veledlerinin şirretliği karşısında duygusuzca davranan, Allah'ı ve Turan'ı unutan bu millet, Türk Milleti midir?”
Feryadın, bugün de: “Küreselleşme sürecinde, dini ve dindarı dönüştürülen”; ABD’nin “Eşbaşkanlığı” ile öğünülen; en yetkilisinin ağzı ile 26 etnik parçaya haince bölünmek istenen bu millet için güncelliğini korumuyor mu?
“1920 Yılları’nın Atatürk ve Lenin'i; uyuşmaz, bağdaşmaz iki düşman fikrin temsilcileri oldular. Mujik, Arkanjelk'te, Sibirya'da, Kırım'da, İdil boylarında ekmek ve esaret uğruna kırılırken; şark, garp ve güney cephelerinin Kuvayı Milliyeci Mehmed’i, Allah, millet ve vatan aşkıyla şehit oluyordu. Moskova'da temelleri atılan devlete: Marks’ın rüyaları, Feurbach'ın Allahsızlığı, Moskof halkının kölelik felsefesine döşek yapılırken; genç Türkiye’nin ufaklarında: Allah’a ve Turan'a doğru büyüyen bir ruh, «Ebedi Devlet» idealinin kaidesi üzerinde yükseliyordu.”
Şimdi de “Ebedi Devlet” idealinden ayrılıp; Büyük Ortadoğu Projesi gereği, Irak’ta yüz binler can verirken; onların taşeronluğuna soyunmamız mıydı seni kahredip, amansız hastalığın pençesine düşüren…
“İç politikanın meseleleriyle hercümerçler yaşayan Türkiye umumî efkârı, yıllardan beri dikkatini dış politikadan, taşraya çevirmiş durumdadır. Oysa memleketimiz, bir barut fıçısından farksız olan Orta Doğu'nun, en hayati noktalarından biri olduğu gibi, soğuk harp rüzgârlarından en çok müteessir olan bir alandır. Türk dış politikasını idare edenlerin kifayetsizliği, kararlı bir dünya görüşüne halen sahip olmamamız, memleketimizin istikbalini çepe çevre karartmaktadır.”
Bugün de dikkatlerimizden kaçırılan, ülkede kardeşleri birbirine vurdurarak; onu küçük parçacıklar haline getirmek isteyenlerin; marifetlerini gölgede bıraktırıp; dikkatlerimizi, projektörlerle aydınlattıkları eften, püften sahalara kaydırırlarken; karanlıklar içerisinde bırakılan; koskoca Türklük Dünyası değil mi?
“Soğuk Savaş”ın bittiğini söyleyenler, Türkiye’mizin kesif bir soğuk savaş’ın tesirinde olduğunu bilmiyorlar mı?
“Türkiye kendi ideali olan milliyetçilikte karar kılamadığı için Türk dış politikası, milliyetçi bir politika olmasını başaramadığı için millî menfaatlerimiz tespit edilememiş, diplomasimiz operetlere yarayan zavallılıktan kurtulamamıştır.” Derken bugünü mü kastetmiştin?
Sadi Somuncuoğlu arkadaşımızla birlikte kurduğunuz “Çınar Yayınevi’nden, Marsel Ussan’dan tercüme edip çıkardığınız , ilk ve son kitap: “Kara gömlekliler İhtilali” nin çok satacağını düşünüp on bin adet basmıştınız. Sonunda bütün yer değiştirmelerde, hamallığı bana düşen kitaptan bıkkınlığım sonunda, 5 lira fiyatla satın almayan okuyucuya, size yazdırmış olduğum 8 Sayfalık bir önsöz eklemesiyle adını da “Faşizm” koyarak 20 lira bedelle satarak aldığım intikamı (!) unutamıyorum.