Behiç Gürcihan: “Trump ABD’nin Erdoğan’ı değil, Erbakan’ıdır”
Ece Sevim Öztürk 01 Ocak 1970
- George Floyd’un öldürülmesiyle ABD’de büyüyen protestoların ülke genelinde günler süren bir direnişe dönüşmesini Türkiye’de “Amerikan Baharı” şeklinde yorumlayanlar oldu. ABD’de neler oluyor?
Olayları iki vektör üzerinden analiz edebiliriz. Bir dıştan içe (toplumdan devlete), iki içten dışa (devletten topluma). Dıştan içe analizin ana başlıkları belli ve zaten her yerde ana başlıkları ile ele alınıyor. Köleliği terk eden ama içindeki ırkçılığı asla sökemeyen toplumsal genetiği; dünyadaki hükümlü nüfusunun %25’ine tekabül eden hapishane nüfusu ile çürümüş adalet yapısı; tepedeki beş iş adamının neredeyse toplam servetin yarısına sahip olduğu iflah olmaz ekonomik uçurumları, lobilerin ve finans kapitalin uşağı olmuş politik kurumları ve dünyada bir örneği daha olmayan iki partili kısır siyasi yapısı ana başlıklar olarak daha da ayrıntılandırılabilir.
“Devlet içi rekabet / kavga, devletlerarası rekabet / kavgadan daha belirleyici olacak”
Lakin ABD’deki durum bütün bunların ötesindeki bir diğer vektörü; yani içten dışa olan dinamiği okumadan tam olarak analiz edilemez. Bu noktada bir ana tez ortaya atmam gerekiyor. O da şudur: Gelinen dünya konjonktüründe, devlet içi rekabet / kavga, devletlerarası rekabet / kavgadan daha belirleyici olacaktır. Hele ki bu devlet, ABD gibi konfederalizm ile üniterizm arasında bînamaz kalmış, bölünmüş ve küresel sermayenin uzantısına dönüşmüş bir devlet ise…
Şu anda Amerikan devleti içinde, sokaklarda olduğundan daha derin ve çetin bir kavga yaşanıyor ve bugünkü ayaklanmanın daha öncekilerinden farklı olarak bütün ülkeye yayılmasının arkasındaki ana etken işte bu devlet içi kavga.
- ABD içindeki kavgayı açıklarken “ABD Trump yüzünden çökmedi; ABD çöktüğü için Trump seçildi” ifadelerini kullanmıştınız. Bu ne anlama geliyor?
“Obama” kliğini, Amerikan devleti içindeki küreselci kanat olarak okuyabilirsiniz. Devlet içindeki kavga bu kadar derin olmasaydı, sokaklar da bu boyutta asla karışmazdı. ABD içindeki “Trump kliği” Demokrat Parti üzerinden kopartılanve Trump’ı köşeye sıkıştırmayı amaçlayan “Russiagate” skandalının ucunun devlet içinde “Obama kliğine” uzandığının belgelerini ortaya saçınca, devlet içi savaş soğuk savaştan sıcak savaşa dönüştü ve sokaklar karıştırıldı.
- Konuyla daha önce hiç ilgilenmemiş ancak protestoların zeminini anlamak için kafa yoran okurlar için soracak olursak; ABD’deki devlet içi kavgayı tarihiyle ve taraflarıyla -senato ve diğer kurumlar üzerinden- yorumlamaya niyetlenirsek nasıl bir tabloyla karşılaşıyoruz?
Üzerine ciltler yazılacak bir soru oldu. Bir önceki cevabımdaki bir cümleyi açarak, mümkün olduğu kadar özlü şekilde cevaplamaya çalışayım. ABD’deki devletin konfederalizm ile üniterizm arasında bînamaz kalmış bir devlet ve toplum olduğunu söylemiştik.
Tarihi geçmişini ele alacaksak “kurucu baba” olarak adlandırılan, birçoğu köle sahibi kurucu elitlerin arasındaki tartışmaya kadar uzanmak gerekir. ABD’nin üzerinden asla sökemeyeceği doğum lekesi, bu tarihi tartışmada yatar. Sembol isimleri de Jefferson ve Hamilton’dır.
“Kurucu Babalardan” Jefferson daha âdem-i merkeziyetçi, pastoral bir ABD hayali kurarken, Hamilton daha merkezi, Merkez Bankası olan ve sanayi temelli bir ABD hayali peşindedir.
Keza 1787’de Philadelphia Anayasa Konvensiyonu aslında mevcut eyaletler arasındaki konfederatif yapıyı düzenlemek için toplanmışken, toplantının başkanı olarak Federasyon taraftarı, ABD Kurtuluş savaşının komutanı Washington seçilince konvansiyon konfederatif güçlerin isteğinin aksine yeni ve Federal bir ABD anayasasının yazılması ile sonuçlanır.
“Federatif güçler ile konfederatif güçler arasındaki çekişme: 11 Eylül ilk kırılma”
ABD’de federalizm, arka planda buna direnen konfederatif güçlere rağmen bizdeki anlamının aksine üniterizm yönünde atılmış bir adımdır. İşte o günden bugüne arka planda federatif güçler ile konfederatif güçler arasında düşük ateşte süregelen çekişme 11 Eylül ile ilk kırılmayı yaşadı.
11 Eylül ABD’yi federalizmden üniterizme taşımak isteyen federal güçlerin ortaklığı ile kotarılmış bir senaryo idi. 11 Eylül sonrası ABD’de çıkarılan yasalarla eyaletlerin gücü zayıflatıldı ve merkezi devlet bürokrasisi güçlendirildi. “Homeland Security” yasası ve buna bağlı kurulan bakanlıkla (The Department of Homeland Security) eyalet polislerinin askerileştirilmesi bu duruma birer örnektir.
Lakin bir yanda federalizmden üniterizme geçmeye çalışan bir güç varken diğer tarafta özellikle California merkezli, bir devlet kadar sermayeyi bünyesinde toplayan küresel şirketlerin dayattığı bir karşı dinamik kendi çıkarları için ABD’yi bir “kabuk devlet” yani görünürde var olan ama ülke içinde etkisi az olan bir devlet olarak tutmakta kararlı.
Bu iki dinamik ABD’nin dünya sahnesinde sömürdüğü pasta büyüdüğü sürece, kıvılcımlar çıkara çıkara da olsa belirli dengeleri koruyarak yan yana var olabilirdi. Lakin artık dünya 1990’ların dünyası değil ve tek kutuplu dünya, çok kutuplu dünyaya doğru evrilip, ABD’nin hegemonyası daralmaya başladığı noktada işte ABD içindeki bu iki dinamik aynı kaba sığamaz hale geldi.
Üstüne bir de ekonomik krizler ve para basma politikası denk gelince…
Bu noktada ABD merkezli finans piyasasının çok iyi okunması, analiz edilmesi gerekir. Dolar üzerinden her türlü ekonomik sorununu dışarıdan finanse etmeye / kapatmaya alışık olan ABD için bu alan daralınca 2008 ile birlikte ilk ciddi kalp krizi yaşandı. Merkez bankasının sorumsuzca bastığı dolarlarla şişirilen piyasalar orta sınıfın üzerine çöktü ve bugünün temelleri o günden atıldı. ABD bugün olduğu gibi o gün de ortaya attığı kurtarma paketleri ile borç altında ezilen halkını değil finans baronlarını kurtardı ve ihya etti.
2008 krizinden ders almayan ABD, 2020’ye gelinirken doların küresel rezerv para olmasına güvenerek sorumsuzca para basmaya devam etti ve üretmeden tüketme pozisyonunu daha da güçlendirdi; borcu arşa vardı.
- Siz uzun süredir ABD’deki gelişmeleri izleyen ve “ABD 50 yıl içinde çökecek” diyen bir isimsiniz. Peki, bunun anlamı ABD’nin çökmesi mi?
Çöküşe varabilmek için birkaç noktayı öncelikli olarak gündemimize almamız gerekiyor. ABD’nin ekonomisinde yer alan demin bahsettiğim obezite hâlinin devletin diğer obeziteleri ile paralel olduğunu görerek işe başlayabiliriz.
Savaş başlatabilen ama hiç bir savaşı bitiremeyen, arka kapıdan sahayı özel kuvvetleri ile karıştırmaktan öte bir askeri gücü olmayan, sadece devasa silah endüstrisini ayakta tutmak için var olabilen obez bir ordu;
300 milyonluk devasa bir ekonomiye sahip olmasına rağmen, bizde zamanın ANAP ve DYP’si kadar bile aralarında siyasi çizgi farkı olmayan iki kısır parti üzerinden toplumun en temel ihtiyaçlarına bile karşılık gelen reformlar yapamayan lobilerin şişirdiği obez bir siyaset;
İnsanları yüksek yasama maliyetleri ile korkutup, bu yasama maliyetlerinden ve uzun cezalardan kurtulma vaadi ile işlemedikleri suçları üstlenmeye zorlayan FBI ve savcıları ile obez hukuk yapısı;
Hollywood filmlerinin bile örtbas edemediği çökmüş bir altyapı üzerinde, sadece elitlere hizmet eden bir kamusal alanda, zar zor var olmaya çalışan ve aynı şehirde fakat ayrı gettolarda yaşayan fakir alt kimlikleri ile obez toplumsal yapısı;
Dünyayı hala 1980-90’lardaki gibi tehditle, ambargolarla dize getirebileceğini zanneden; en son Venezuela’da imza attıkları rezilliklerle ne kadar kör ve beceriksiz olduğu bir kez daha ortaya çıkan obez dış siyaseti ile; ABD iskeleti çürümüş, obez bir bünye. Ve artık o iskelet o obeziteyi taşıyamadığı için aslında 2000’lerin başında çökmeye başladı; aynen ikiz kuleler gibi.
“Trump ABD’nin taşralılarını mobilize edebilmek için sahneye sürüldü”
- Peki böyle düşünürsek eğer ABD’de devlet içinde bunu öngörebilecek bir akıl yok mu yani?
ABD Devleti içinde bunu gören bir akıl / klik var aslında. Ve bu klik tek çıkış yolunun devleti konsolide etmek ve ABD’yi aşırı yayıldığı coğrafyadan tekrar anavatana geri çekmek olduğunu görüyor. Üstelik bunu da küresel sermayenin doğal uzantısı haline gelen Demokrat Partinin tabanı olan “liberal kesimleri / elitleri” mobilize ederek yapamayacağının farkında. Bunu ancak “ABD’nin taşralılarını” mobilize edebilecek, bu küresel sermayeye savaş açabilecek bir liderle yapılabileceğini gördüğü için “Trump”ı sahneye sürdü ve kazanmasını sağladı. ABD içten çürümüştü ve o çürümüşlükten bir Gandhi, bir Martin Luther King çıkaramayacakları için ABD’nin taşrasının hayallerine ve komplekslerine hitap edebilecek bir liderle bu işi kotarmaya çalıştılar, çalışıyorlar. Bu hikâye bizdeki “Erdoğan” hikayesinin neredeyse birebir kopyası bir hikâye. Ama tabi o ayrı bir röportaj konusu.
- ABD müesses nizamının yaşadığı ikili çatışmanın taraflarına daha sonra yeniden döneriz. Ancak Erdoğan hikayesi ile Trump’ın ABD’deki taşra kesimlere hitap ederek seçtirilmesi meselesine değinmişken bunun üstüne de konuşalım. İki lider arasındaki kişisel benzerlikler The Economist’te bir makale konusu olmuştu. İyi anlaştıkları da ortada. Fakat tüm bunların ötesinde Trump’ın seçildiğinden beri Erdoğan ile benzer durumları yaşadığına ilişkin yorumlar da var. Medyanın ona karşı takındığı -kendi ifadesiyle- “düşmanca tutumu”, NATO ve Merkez Bankası ile sürekli savaş halinde olmaları, ailelerini politik bir hârenin içerisinde tutmaları gibi… Şimdi de ABD’deki protestoları Gezi eylemleri ile karşı karşıya kalan Erdoğan’ın belirli bir dönemi gibi yorumlayanlar görmek mümkün. Siz ne düşünüyorsunuz, bir zamanlar Nihat Erim ve Celal Bayar’ın iddia ettiği “Türkiye küçük Amerika olacak” söylemi “ABD büyük Türkiye oluyor” ifadesine evriliyor diyebilir miyiz?
Öncelikle yıllardır Erdoğan’a muhalefet etmiş ve kendisinden zerre hazzetmeyen bir insan olarak Erdoğan’ın hakkını teslim etmek zorundayım. Erdoğan bir Trump değil. Benzer yönleri kadar benzemeyen yönleri de çok ve bence bu benzemez yönleri Türkiye’nin geleceği açısından daha belirleyici. Erdoğan ve Trump’ı kişiliklerinden çok misyonlarının benzerliği açısından karşılaştırmak lazım.
İkisinin de ruh derinliklerinde kendilerini bir babaya kabul ettirme içgüdüsü olsa da, Trump baba parası ile büyümüş şımarık bir zengin çocuğu, Erdoğan babası tarafından ezilmiş fakir bir halk çocuğu.
Trump sokak tecrübesi sınırlı hayatı elit çevrelerde geçmiş bir salon çocuğu; Erdoğan sokak zekası ve ayakta kalma içgüdüleri güçlü, çok çalışarak ve çok tavizler vererek olduğu konuma gelmiş bir sokak çocuğu;
Ve okurlar tabiri mi bağışlasın ama daha iyi ifade edecek bir kelime yok: Trump bir yavşak, Erdoğan ise ciddi bir profil.
Trump nihaî tahlilde Erdoğan kadar sert ve acımasız değil, Erdoğan ise hırsları ve hedefleri uğruna sonuna kadar makyavelist bir fıtrata sahip.
Bu tanımları “Erdoğan iyi, Trump kötü” olarak okunması için değil, iki karakterin varoluş şartlarının farklı hamurla yoğrulduğunu ve dolayısı ile kişiliklerinin benzemediğini ortaya koymak için söylüyorum. Lakin bu notu düştükten sonra Erdoğan’ın Türkiye’nin Devlet konsolidasyonu projesindeki rolü ile Trump’ın ABD Devleti konsolidasyonu projesindeki rolünün, neredeyse ürpertici derecede benzer olduğunu söyleyebilirim. Öyle ki; bazen insan bu iki “liderin” oynadığı senaryonun ortak bir elden çıktığı paranoyasına kapılmıyor değil. Neticede kilit ifade: “devlet konsolidasyonu”.
“Trump Erdoğan kadar şanslı değil”
- Siyasi sahnede yer almaları açısından zamanlamanın pek tutmadığını düşünürsek eğer farklılıklar dikkat çekiyor. Devlet içinde buldukları destek konusunda da farklılıklar var diyebilir miyiz?
Erdoğan, Türkiye’nin 1990’ların bataklığında debelendiği dönemde yetiştirildi ve 2000’lerde sahneye sürüldü. Ve devlet içi klik savaşlarının zirve yaptığı dönemde, toplumun dışlanmışları arkasında örgütlenerek bir siyasi hareket oluşturuldu ve bu hareketin dinamiği ile devletin konsolidasyon projesi yürütüldü.
Trump da benzer bir süreçte; ABD’nin dağılmış devlet yapısını üniterizme doğru evriltmek isteyenlerin “poster çocuğu” olarak sahneye sürüldü. Lakin Trump, Erdoğan kadar şanslı değil. Çünkü ABD’nin dağınık siyaset ve toplumsal yapısı öyle sekiz senede -iki kere seçildiğini varsayabilirsek- toparlanabilecek cinsten değil. Ve Trump’ın arkasındaki teknokrasi, devlet içinde Erdoğan’ın arkasındaki teknokrasi kadar güçlü değil.
Erdoğan için zemini hazırlayan bir 28 Şubat / Erbakan dönemi vardı. Trump böyle bir peşrev çekme döneminin sonrasında iktidara gelmedi. O yüzden Trump ABD’nin “Erdoğan’ı olmaktan çok “Erbakan”ı olabilir ve mevcut süreç ABD’nin “Gezi”sinden çok ABD’nin 28 Şubat’ı olabilir. ABD o yüzden şu anda Türkiye’nin 1990’larını yaşıyor. Türkiye ise büyük bedeller ödeyerek kendi “Trump”ının sonuna yaklaşıyor.
- Peki bu doğrultuda devam edecek olursak eğer; Türkiye’deki devlet içi savaşlar açısından bakıldığında da ABD’dekiyle benzer bir tablo yorumluyor musunuz?
Bizdeki devlet; beğenin beğenmeyin, çok daha konsolide ve kamuoyunun nabzına göre siyaset üretebilen bir devlet. Ve bizdeki devlet içi savaşlar; özellikle FETÖ temizliğinden sonra ciddi şekilde kontrol altına alındı. Bu yorumlarımı devlet “iyi / kötü” bağlamında değil, bir gerçeği tespit bağlamında yapıyorum. Tabii bu devletin vahim ve büyük hatalar yapmadığı anlamına gelmiyor. Lakin bizim “Trump” emekli olduğunda ABD’ninkinden çok daha güzel günler bekliyor bizi.
- Erdoğan iktidara geldiğinde ve onun öncesinde Türkiye – ABD ilişkileri hep “içli dışlıydı”. Ergenekon operasyonları döneminde devlet içi yapının daha da bu yönde evrildiği konuşuluyordu. Hatta Yalçın Küçük’ün “Biz Amerika istedi diye tutuklandık, yine onlar istedi diye bırakıldık” minvalinde bir açıklaması vardı. Siz de tutuklu sanıklar arasındaydınız o zaman. ABD’nin Türkiye’de siyasete müdahalesi 2016’dan sonra Türkiye – Rusya yakınlaşmasından sonra değişti diyebilir miyiz? Kırılmayı konuşuruz ancak, kırılmaya kadar olan süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Erdoğan Trump’ın aksine birbirine düşman kliklerin / devletlerin desteğini almaya başarabilen bir lider olarak yorumlar mısınız?
AKP’nin “Ergenekon”u beraber kotardığı FETÖ belli bir zamana dek Türkiye ve ABD’nin ortak malı idi. Fetullah kod Gladio ajanı hem ABD hem Türkiye devletinin çıkarları doğrultusunda dünya çapında bir istihbarat ve operasyon şebekesini yürütüyordu. Bu ortaklık çerçevesinde, dönemin İçişleri Bakanının tahsis ettiği koruma eşliğinde Pennsylvania’ya gitti ve oraya yerleştirildi.
“Ergenekon” sürecindeki traji-komiklik, içerideki bazılarının hala ABD’den medet uman mektuplar yazarken, onları içeri tıkan polis şefleri ve savcıların ABD büyükelçilerine brifing veriyor olması ve CIA ajanları ile Etiler’de futbol maçı yapıyor oluşu idi.
Gel gör ki; ABD-Türkiye nikahı bir noktada çatladı. Devlet içinde çatlağın ilk sesleri aslında Muavenet zamanından; ABD özel kuvvetlerinin PKK içinde konuşlandığının ve helikopterlerle PKK’ya lojistik sağlandığının tespit edildiği günlerde gelmeye başlamıştı ama o zamanlar ABD Türk devleti içindeki nüfuzunu kullanarak bu çatlakları örtbas etti, çatlak sesleri tasfiye etti. Bunlara “Yeniçeriler” dendi. “Ergenekon”’u o yüzden AKP-FETÖ ortaklığı zaman zaman yayınlarında “Vaka-ı Hayriye” diye andı.
Lakin bir grup başıbozuk “Yeniçeri”nin temsil ettiği o çatlak gün geçtikçe büyüdü ve ABD’nin çıkarları için Türkiye’yi her türlü satacağı artık hiçbir bürokratik lobinin, doların, propagandanın kapatamayacağı boyuta vardığında devlet içindeki çatlak devlet içi politikaya dönüştü. Bunun kesin kırılım noktasını söylemek zor ve belki de çok önemli değil.
Önemli olan artık ABD ve Türkiye üstü örtülü düşman. Bunu bir hamasi terim olarak değil teknik bir terim olarak kullanıyorum. Aradaki güç dengesi ve uzun vadeli hedefler doğrultusunda taraflar birbirlerinin yüzüne gülmeye devam ediyor ama ikisi de arkasında bir hançer saklıyor.
“S-400’ler Rusya’ya yakınlaşmaktan çok ABD’ye rest çekme hamlesidir”
- ABD ile Türkiye’nin geçmişte oldukça yakın olması, sonra aralarının bozulması, derken Rusya ile yakınlaşma ve S-400 sürecinin başlaması üzerinden bakacak olursak eğer?
S-400 hamlesi bu açıdan çok kritik ve sembolik bir hamledir. Rusya’ya yakınlaşmaktan çok ABD’ye rest çekme hamlesidir. Konuşlanıp, konuşlanmaması, aktive edilip edilmeyeceği ayrı bir tartışma ama bir NATO ülkesinin alenen bu hamleyi yapması diplomatik olarak ABD’nin suratına tükürme ile eşdeğerdir.
Bu noktadan sonra ABD ile savaş dahil her türlü senaryo masada. Şansımıza ABD’nin bırakın savaşmak, ortalığı karıştıracak mecalinin bile kalmayacağı bir sürece doğru ilerliyoruz. Bu eski imparatorun cenazesine üzgün bir suratla katılıp taziyelerimizi sunacak olmamız kimseyi yanıltmasın. Erdoğan’la Trump’ın bu noktada benzerliği ikisinin de arkalarındaki teknokrasinin verdiği rolü başarı ile oynuyor olmasıdır.
“Türkiye aktif tarafsızlıkla var olmalı”
- Rusya’nın uzunca bir süredir Parlamento’da, komisyonlarda lobi faaliyeti yürüttüğünü ve Türk Akımı projesi ile Akkuyu Nükleer Santrali için uğraştığını biliyoruz. Kaldı ki “Ruslar bunları korumak için S-400’leri Türkiye’ye bedava da verirlerdi” şeklinde yorumlar da var. ABD ile bu denli yakınlık içinde kurulan AKP Hükümetinin “hançerlerini gizleyerek” süreci S-400’lere taşıması noktasına geldi diyebiliriz, ancak İbrahim Kalın’ın yalnızca kendi çabasıyla Kongreden patriotların verilmesi için önemli bir hamle yaptığını gördük. Hükümetin son zamanlardaki ABD karşıtı hamlelerini görünce anti-Amerikancılığın bu derece meşru görülmesine de dikkat çekmek istiyorum. Sen uzun zamandır bu fikirlere sahipsin ancak bunları savunmak bugün kendiliğinden bir konfor alanı doğuruyor. Tüm bu ABD karşıtlığının yanında anti-Rus ya da anti-Çin kavramları hiç literatüre bile girmiyor. Üstelik daha da garibi tüm bu “anti” söylemleri sürekli başkaları üzerinden düşünme pratiği geliştirip, özgün bir “Türk jeopolitiği, dış politikası, ulusal çıkarları” söylemlerinin oluşturulmasının da önüne geçiyor diyebiliriz miyiz? Sen kendini anti-Amerikancı tanımladığın kadar anti-Rusçu ya da anti-Çinci olarak tanımlıyor musun mesela?
Doğru tanım anti-emperyalist olmalı. Şu anda başat emperyal güç ABD olduğu için bu “anti-Amerikancılık” olarak ortaya çıkıyor ama bu ABD’nin kucağından kalkıp Rusya ve Çin’in kucağına oturalım anlamına gelmiyor.
Bu noktada Rusya ve Çin sadece ABD çökene kadar onu dengelemek ve çöküşünü hızlandırmak adına bir anlam ifade ediyor ve başat emperyalin çöküşü aşamasında akıllı ve ahlaklı politikalarla Rusya ve Çin’in onu ikame etmesine karşı Türkiye kendi öz politikalarını oluşturabilir. Ben buna “aktif tarafsızlık” politikası diyorum ve bu noktada hem anti-Amerikancı hem anti-Çinci, hem anti-Rusyacıyım.
ABD’nin çöküşünü diğerlerinin yükselişi adına değil, yeni ve daha eşitlikçi bir dünya düzeninin kurulmasına fırsat vereceği için önemsiyorum ve bu dünyada Türkiye’nin “aktif tarafsızlık” ile var olmasını savunuyorum.
Türkiye akıllı ve ahlaklı politikalarla yerkürenin “ortasında” bir jeopolitik İsviçre olabilir ve yeni düzende ortaya çıkacak bütün bloklara eşit mesafede bir pivot ülke konumuna oturabilir. Rusya ve Çin fırsatı ele geçirdiklerinde ABD’den daha beter bir emperyal güç olacaklardır. Ama ABD’nin çöküşü ile Rusya ve Çin aslında birbirlerinin doğal düşmanı / rakibi olduklarını fark edip enerjilerini ABD’ye karşı değil birbirlerine karşı harcayacaklar. O yüzden ABD sıfırlansa bile ikisinin de ABD’leşmemesi için dünyanın elinde bolca fırsat olacak.
Türkiye bu noktada Atlantik – Avrasya, Çin – Rusya, Avrupa – ABD ikilemlerinden bağımsız olarak “aktif tarafsızlıkla” “jeopolitik İsviçre” olarak kendi rotasını çizmeli.
Peki bu noktada Avrasyacılık tartışmalarına değinelim istiyorum. Aslında pek teorik olarak tartışılan bir husus değil. En çok karşımıza 2016 sonrasında devletin yeniden yapılanmaya gitmesiyle doldurulan kadrolar üzerine konuşulurken çıkıyor bu tartışma. Hükümetin bir cemaatten vazgeçip başka cemaatlere, tarikatlara yer açtığı gibi dış politikada eskisinden oldukça farklı noktada duran ve kendilerini Avrasyacı olarak tanımlayan kadrolara da bu rota değişikliğinde yer vererek o kırılmayı sağlamaya çalıştığına değiniliyor. Eğer Erdoğan “aynı menzilde yürümeyi yapısal olarak aklından bile geçirmeyeceği” bu kadrolara yer verebiliyorsa ilk rota değişikliğinde önce onlardan vazgeçeceği yorumuna katılır mısın? Sen kadrolaşma ve teoride Avrasyacılık söylemlerini Türkiye özelinde nasıl değerlendiriyorsun?
Bu yoruma katılırdım; Erdoğan’ı Türkiye’nin dış politikası nazarında önemseseydim. Erdoğan, ATV – Akit TV’dir, Türkiye’nin dış politikası TRT World. İkisini karşılaştırmalı izleyin; ne demek istediğim daha net anlaşılır. Türkiye zaman kazanmaya çalışıyor. Bir 20-30 seneye daha ihtiyacı var. Kendi savaş uçağını, kendi S-400’ünü geliştirmek, kendi teknolojik altyapısını sürdürülebilir noktaya taşıyabilmek için.
Bu açıdan analiz edildiğinde; Avrasyacılık, Atlantikçilik, FETÖ’cülük, Menzilcilik hepsi oynanan denge oyunlarında yüze takılan maskeden ibaret. Yüzün kendisi değil. Rusya’nın emperyal ideolojisi olan Avrasyacılık da, ABD-İngiltere’nin emperyal vizyonu olan Atlantikçilik de araç kutunda tutup gerektiğinde belli vidaları sıkıp, belli vidaları gevşetmek için kullanabileceğin araç gereçler.
Lakin Türkiye; gerçekten kendi ayakları üstünde durabilecek hale geldiği noktada, bu ikisinden bağımsız kendi öz değerlerinden mütevellit bir cihan vizyonunu ortaya koyacaktır. Ve bu günümüzün hamaset söylemlerinden uzak küresel ve insanlığa hitap eden bir vizyon olacaktır. İç siyasetin çokça çiğnenen sakızlarından biri değil.