Libya ve sonrası
Prof. Dr. Hasan Ünal 01 Ocak 1970
Libya’daki iç savaşta Türkiye’nin başkent Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH)’nden yana ağırlığını koymasıyla savaş alanındaki durum değişti.
Trablus’u aylardır kuşatma altında tutan Hafter güçleri Türk SİHA’larının büyük ölçüde kullanıldığı muharebelerde püskürtüldü.
UMH güçleri iki önemli havaalanını geri aldı ve egemenliğini doğuya doğru ilerletme yönünde kararlı adımlar atmaya başladı.
Trablus hükümet kuvvetlerinin ilerleyişi Sirte önlerinde yavaşlamış görünüyor ve bundan sonra neler olacağı ise alandaki çarpışmalar kadar diplomasinin de konusu.
Neden libya’dayız?
Neden Libya’da olduğumuzu ‘ne işimiz var?’ anlamında tartışan pek kimse yok.
Bu konuları yakından takip eden hemen herkes Libya’da bulunmamız gerektiği konusunda hemfikir; ancak oradaki varlığımızın Libya ile sınırlı olup olmaması ve bölgesel politikalar açısından hangi amaçlara ulaşmaya çalışmamız gerektiği konularında bazı ayrıntılara ihtiyaç var.
Libya’da bulunmamızı 2019 yılında Doğu Akdeniz’de başlattığımız kaslarımızı gösterme girişimlerinden ayrı düşünmek yanıltıcı olur.
Donanma gemilerimiz ve hava kuvvetlerimizle Kıbrıs Adası’nın açıklarında ve Kıbrıs Rum Kesimi (GKRY-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi)’nin kendisine ait olduğunu ilan ettiği sularda başlattığımız doğalgaz arama ve sondaj çalışmaları GKRY ile Yunanistan’ın Türkiye’yi bölgeden dışlamak için yaptıkları bir dizi girişime meydan okumaydı.
Çünkü Kıbrıs Rum Kesimi Türkiye’nin aynı anda Mısır ve İsrail ile kavgalı olmasından faydalanarak bu ülkelerle deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmaları yapmış; Yunanistan ise Meis ve Rodos arasında çekilecek bir çizgi ile Türkiye’yi Antalya Körfezi’ne hapsedecek şekilde Münhasır Ekonomik Bölge ilanına hazırlanmış ve bütün bunları yaparlarken de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’nin haklarını görmezden gelmişlerdi.
Dahası, Rumlar uluslararası şirketlere kendi münhasır ekonomik bölgeleri ilan ettikleri alanlarda arama ve sondaj yapmaları için ruhsatlar vermiş ve bu şirketler platformlar kurarak çalışmalarına başlamıştı. Hesaba göre, Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan, Mısır, İsrail, İtalya, Ürdün ve zaman zaman Filistin’in de yer aldığı bu ülkeler bölgeden çıkaracakları doğalgazı deniz altında üç bin metre derinlikte ve iki bin kilometre uzunlukta bir deniz altı doğalgaz boru hattıyla (Doğu Akdeniz – East-Med) Avrupa’ya taşıyacaklardı.
Aslında bu proje hiç gerçekçi değildi; hatta bir tür fantezi gibiydi. Örneğin bölgede bu kadar büyük bir doğalgaz boru hattı yatırımını ekonomik kılacak kadar doğalgaz olup olmadığı tartışmalıydı; ancak Türkiye sırf buna dayanarak yapılanlara sessiz kalamazdı; zira Kıbrıs Rumlarına, kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri deniz yetki alanlarının onların olmadığını, Türkiye’nin haklarının gasp edilmesine seyirci kalınmayacağını ve ‘Kıbrıs’a ait deniz yetki alanlarında KKTC’nin de payı bulunduğunu göstermek gerekiyordu.
Bu, aynı zamanda Ege’de Yunanistan ile yaşamakta olduğumuz sorunlara dair savunduğumuz tezlerin de bir gereğiydi.
İşte Türkiye 2019 yılında bu amaçlarla doğalgaz arama ve sondaj faaliyetlerine girişmişti.
Libya’da karşı tarafın oyunu bozuldu
Kıbrıs Rumlarının Yunanistan’la birlikte şaşkınlık ve çaresizlikle izledikleri ve AB’ye şikayet etmekten başka bir şey yapamadıkları bu gövde gösterisinin diplomatik açıdan desteklenmesi Libya anlaşması ile oldu.
Çünkü Libya ile Türkiye’nin kıyıdaş oldukları gerçeğinden hareketle imzalanan bu anlaşma ile East-Med projesinin yolu kesildi.
Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne göre kıyıdaş ülkelere ait deniz yetki alanlarının altından boru hatları ve kabloların geçirilmesi mümkün olmakla birlikte, bunun yapılabilmesi için kıyıdaş ülkelerin çıkarlarının haleldar edilmemesi gerekirdi.
Dolayısıyla Türkiye-Libya anlaşması fantezi gibi görünen söz konusu boru hattı ihtimalinin önüne set çekmiş ve daha da önemlisi adaların ancak kara suları kadar deniz yetki alanına sahip olabilecekleri, ana karaların denize çıkışını kapatmalarının kabul edilemeyeceği gibi ilkeler üzerine inşa edilmişti.
Anlaşma Türkiye’ye büyük kazanımlar temin ederken Libya da bundan büyük ölçüde fayda sağlamaktaydı. Dolayısıyla anlaşmayı imzaladığımız UMH’ne her türlü destek verilmeliydi ve verildi de...
Libya ve ötesinde bir adım sonrası ne olacak/olmalı?
Bu satırlar kaleme alınırken Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ve İstihbarat Başkanı Hakan Fidan’ın Libya’yı ziyaret etmekte oldukları haberinin gelmesi (17 Haziran 2020) Türkiye’nin bu ülke ile yaptığı anlaşmaya ve ikili ilişkilere ne derece büyük bir önem atfetmekte olduğunu ortaya koymaktaydı.
Peki, Libya’da Türkiye ne istiyor ve Libya’daki durum bölgeye nasıl yansımalı?
Türkiye açısından birinci sorunun cevabı istikrarlı bir Libya olarak verilebilir. Sorun istikrarlı bir Libya’nın nasıl sağlanacağıyla ilgili.
Örneğin destek verdiğimiz UMH güçleri Türkiye’nin iki katından büyük yüzölçümüne sahip Libya’nın tamamında egemenlik tesis ederek Hafter kuvvetlerini ülkeden atabilir mi?
Veya çatışmalar sonucunda Hafter asıl güç merkezi olan Doğu Libya’ya doğru itilir ve orada tutunmaya devam edebilir mi? Ve eğer orada tutunursa Libya’nın önce fiilen, zamanla da resmen bölünür mü?
Hafter’e destek sağlayan başta BAE (Birleşik Arap Emirlikleri), Suudi Arabistan ve Mısır’ın tümden havlu atarak savaştan çekilip ülkenin UMH hükümetinin etkili kontrolüne girmesini istemeyecekleri çok açık; çünkü son yedi yıldır oldukça gergin ilişkiler içerisinde olduğumuz Kahire yönetiminin bizim Libya’daki girişimlerimizi Mısır’ı batıdan kuşatmak şeklinde algılıyor olması oldukça muhtemel.
Yine çok sorunlu ve adeta düşmanca ilişkiler içinde bulunduğumuz Körfez Ülkelerinin Türkiye’ye zarar vermek amacıyla başlattıkları tüm girişimlerden vazgeçmelerini beklemek fazla iyimserlik olabilir.
Öte yandan Libya’da şu veya bu ölçüde bir zemin yakalamaya çalışan Rusya’nın da Türkiye destekli Sarrac’ın tüm Libya’da Hafter’i etkisizleştirerek egemenlik kurmasına razı olmayacağını düşünmek gerekir.
Eğer bu devletlerin hepsi karşımızda bir blok olarak duracak olursa Hafter özellikle doğu bölgesinde ayakta kalabilir.
Libya’da eskiden beri bir doğu-batı ayrışması olduğunu dikkate alacak olursak böyle bir ikili yapının ülkenin bölünmesine gidecek olayları tetiklemesinin mümkün olabileceğini akılda tutmak gerekir.
Bölünen veya bölünmeye giden bir Libya ise Türkiye’nin çıkarlarına iki açıdan zarar verecektir.
Birincisi Libya’da uzun vadeli bir yıpratma savaşı başlayacak ve Türkiye bu savaştan geri çekilemeyecek; ikincisi de bu ülkelerin hepsiyle kavgalı olmaya devam edeceği için Libya ile yaptığı anlaşmanın benzerlerini Mısır ve diğerleriyle imzalayamayacak ve Rum-Yunan ikilisini tecrit edemeyecektir.
Neler yapmak lazım?
Hafta içerisinde açıklama yapan UMH İçişleri Bakanı Fethi Başağa neler yapılması gerektiğine işaret eder gibiydi.
Başağa ülkesinin Mısır ile iyi komşuluk ilişkileri kurmaktan yana olduğunu söylüyordu. Bu açıklamanın ardında Ankara varsa olumluluk katsayısı daha da yüksek demektir; çünkü Mısır’la uzlaşma hem Libya hem de Türkiye’nin ortak çıkarınadır.
Eğer Türkiye Mısır’la ideolojik ve duygusal içerikli sorunlarının büyük bir kısmını ulusal çıkar temelinde çözerse, o zaman hem istikrarlı bir Libya oluşturmak hem de Kahire ile imzalayacağımız deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmasıyla Rum-Yunan ikilisinin oyunlarını bozmak mümkün olur.
Mısır’la uzlaşmak Türkiye’yi bir adım sonrasında Suudi Arabistan’la da normalleşmeye götürebilir.
Ay zamanda İsrail ile varılacak bir uzlaşma Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de tamamen oyun kurucu haline getirecektir.
İsrail’in Ankara’da halen görev yapmakta olan Maslahatgüzarı’nın halimiz.com sitesine yazdığı yazıda İsrail’de yeni bir hükümetin kurulduğunu ve ikili ilişkilerin büyükelçilik düzeyine çıkarılmasına hazır olduklarını ifade etmesini yabana atmamak gerekir.
İsrail böyle bir normalleşmeyi İran’ın Suriye’deki etkisinin zayıflatılması ve özellikle Türkiye ve İran’ın İdlib üzerinden mümkünse kapıştırılması için fırsat olarak kullanmak isteyebilir ama ülkelerin normalleşmek ve ulusal çıkarlarına hizmet eden alanlarda işbirliği yapmaları için her konuda anlaşmaları gerekmez.
Öte yandan, İsrail’in Doğu Akdeniz’den çıkardığı ve çıkaracağı doğalgaz için Türkiye’yi tabii güzergah olarak gördüğünü unutmamak gerekir.
Bu normalleşme listesine Suriye’nin de eklenmesinin ulusal çıkarlarımız açısından çok elzem hale geldiğini unutmamak gerekir.
Aksi halde durum pek parlak olmayabilir. Hafter, destekçileri sayesinde Doğu Libya’da tutunabilir ve karşımızdaki ülkeler hep birlikte Libya’da bizi kazananın olmayacağı güreş minderinde ısrarla tutmaya çalışabilirler.
Daha da kötüsü ise, uzayıp giden böyle bir güç mücadelesi içinde Türkiye ile uzlaşmanın pek mümkün olmayacağı kanaatiyle hareket edecek Mısır ve İsrail yönetimlerinin Yunanistan ile deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmaları imzalaması olur.
Rusya’yı da dışlayacak böyle bir Libya senaryosunun Suriye’de başımıza nasıl sorunlar açacağını ayrıca düşünmek gerekir.
Özellikle İdlib’de 5 Mart Moskova Mutabakatı’ndan bu yana işlerin pek iyi gitmediğini, M-4 karayolunun güvenli trafiğe açılması girişimlerinin yeterince başarılı olamadığını ve gerek Türkiye gerekse Rusya ve Suriye tarafının askeri yığınakları sonucu İdlib’in adeta barut fıçısı haline geldiğini dikkate alacak olursak Astana Platformu’nun dağılma ihtimalini de düşünmemiz gerekir.
Böyle bir senaryoda Batı’dan özellikle ABD’den ne destek alabileceğimizi daha doğru alamayacağımızı, ABD’nin sadece bizi Rusya ile kapıştırmak için uğraşacağını unutmamak gerekir.
Oysa diğer senaryoda bölge ülkeleri ile uzlaşırken İsrail’le de normalleşmek ve işbirliği yapmak suretiyle ABD içinde nüfuz elde etmek söz konusu olabilir.
Bakalım Ankara’nın tercihleri ne yönde olacak?
© The Independentturkish