Jean-Jacques Rousseau 28.06.1712 – 02.07.1778
01 Ocak 1970
Aydınlanma çağında yetişmiş olmakla birlikte, uygarlık eleştirisi ve doğaya dönüş önerisiyle romantik akıma öncülük etmiş, monarşiye karşı halk iradesinin üstünlüğünü savunmasıyla da Fransız Devrimi'ni ve özellikle Jakobenleri etkilemiştir.
Annesi doğum yaparken ölmüş, saatçilik yapan babası da tutucu Cenevre'nin toplumsal hiyerarşisine ters düşen davramşlarından ötürü hapse girmemek için kentten kaçmıştı. Annesinin zengin akrabalarının yalımda ezilen Rousseau 16 yaşında Cenevre'den ayrıldı. Kalvencilikten Katolikliğe dönerek Sardinya ve Fransa'da yaşamaya başladı. Savoie'da Madame de Warens'le tanışması yaşamında bir dönüm noktası oldu. Daha önce hiç okula gitmemiş olan Rousseau Madame de Warens'in evine yerleştikten sonra tutkuyla okumaya başladı. Genç Protestan erkekleri Katolik yapmayı görev edinen koruyucusunun sevgilileri arasına katıldıktan sonra bile onun ahlak anlayışından rahatsız olmakla birlikte, bu akıllı, kültürlü, zevk sahibi kadın sayesinde yeteneklerini geliştirme fırsatını buldu.
Rousseau 30 yaşında Paris'e gittiğinde artık başkentin gittikçe liberalleşen kültür yaşamını etkileyebilecek bir düşünür, yazar ve müzikçiydi. Burada tanıştığı Denis Diderot'yla birlikte, Aydınlanmanın temel yapıtlarından olan Encyclopedie'nin çevresinde toplanmış "filozoflar" arasında sivrildi.
Diderot'nun yayın yönetmenliğini üstlendiği Encydopedie'nin müzik maddelerini yazmaya başladı ve güçlü, akıcı üslubuyla çok geçmeden grubun en göze çarpan üyesi haline geldi. Bu arada beste de yapıyordu. Le Devin du village (1752; Köy Kâhini) adlı operası sarayda çok beğenilmiş, ama Rousseau saray bestecisi olarak rahat bir yaşam sürebilecekken bunu seçmemişti. Les Confessions'da (1782; İtiraflar, 1943,1975; 1998-99, 2 cilt) yazdığına göre 37 yaşında, Vincennes'da tutuklu bulunan Diderot'yu görmeye giderken birden "korkunç bir aydınlanma" yaşamış ve çağdaş uygarlığın insanı iyileştirmek yerine yozlaştırdığını anlamıştı.
Rousseau, uygarlıkla ilgili düşüncelerini ilk kez 1750'de, Dijon Akademisi'nin "Bilim ve sanattaki gelişmeler, ahlaki yaşamda bir gelişme sağlamış mıdır?" konulu tartışması için yazdığı Discours sur les Sciences et les arts'da. İlim ve Sanatlar Hakkında Nutuk, 1943/Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev, 1970,1998) açıklama fırsatı buldu. Ödül alan bu denemesinde insanın doğal durumda iyi olduğunu, ama toplum ve uygarlığın gelişmesiyle kötüleştiğini, yozlaştığını savundu. Bu düşüncesini 1852'de ünlü Fransız müzikolog Rameau'yla polemiğinde de dile getirdi. O yıl bir İtalyan opera topluluğu, Pergolesi ve Scarlatti gibi İtalyan bestecilerin operalarını seslendirmek üzere Paris'e gelmiş, bu da operada İtalyan tarzını savunanlarla Fransız geleneğini savunanlar arasında bir kamplaşmaya yol açmıştı.
Venedik'te Fransız elçisinin sekreterliğini yaptığı sırada (1743-1744) Italyan müziğini yakından tanıyan Rousseau bu tartışmada Fransız klasikçiliğinin en güçlü temsilcisi olan ve müzikte armoninin melodiden önemli olduğunu savunan Rameau'yu hedef aldı. Armonidense melodiye, biçimsel kurallara bağlılıktansa yaratıcılığın özgür ifadesine öncelik verilmesinde direterek sonradan romantik akımın özelliği olarak kabul edilen bir görüşü dile getirdi. Müzikte ussal ya da düşünsel öğe yerine duyguyu ve kendiliğindenliği vurgulayarak özgürleşmenin temsilcisi oldu ve yeni bestecileri etkiledi. Ülkenin en önemli opera bestecisi olarak Rameau'nun yerini alan Gluck onun düşüncelerinden etkilendiğini belirtirken Mozart da tek perdelik operası Bastien und Bastienne'in metninde Le Devin du village'ı temel aldı.
Paris'in gösterişli yaşamından sıkılan Rousseau 1754'te cahil bir çamaşırcı olan metresi Therese Levasseur'ü de alarak Cenevre'ye döndü ve yeniden Kalvenciliği benimseyerek yurttaşlık haklarını geri aldı. Bu arada Dijon Akademisi'nin ortaya attığı "İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kökeni nedir ve bu eşitsizlik, doğal hukuk açısından doğru mudur?" sorusunu yanıtlayan Discours sur l'origine et les fondements de l'inegalite parmi les hommes'u (1755; İnsanlar Arasında Müsavatsızlığın Doğuşu ve Esasları Hakkında Nutuk, 1990/İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temeli Üzerine Konuşma, 1986,1998) yazdı. İlk denemesindeki görüşünü geliştirdiği başyapıt niteliğindeki bu çalışmasında insanların doğuştan gelen beden ve zekâ farklılıklarını bir yana bırakarak sonradan edinilmiş eşitsizlikleri tartışmaya açtı.
"Doğal düzen" içindeki insanların topluluk halinde değil, yalnız yaşayan varlıklar olduğunu, ama mutlu, sağlıklı, iyi yürekli ve özgür olduklarını ileri sürdü. İnsanı kötüleştiren topluluk yaşamıydı. Komşuluk ilişkisi, insanın kendi durumunu başkalarınınkiyle karşılaştırmasına, bu da haset ve kıskançlığın, rekabetin ve zenginleşme hırsının doğmasına yol açıyordu. Yozlaşmanın ikinci adımı olan mülkiyet, eşitsizliği daha da ileri götürüyordu. İnsanlar, mülkiyeti korumak için yasal ve siyasal bir düzen kuruyor, böylece dünyanın hiç kimseye ait olmadığı doğal durumdan biraz daha uzaklaşıyorlardı. Ayrıca bu yasal çerçeve, çıkarıldığı tarihte zaten mülk sahibi olanların işine yarıyordu. Öte yandan bu tür bir sivil toplumda yalnızca yoksullar için değil, mülk sahipleri için de gerçek bir mutluluktan söz edilemezdi, çünkü toplumsal insan her zaman doyumsuzdu. Çıkarları çatışıyor, birbirlerine düşmanlıkları ancak bir nezaket maskesi ardında gizlenebiliyordu. Dolayısıyla insanlar arasındaki eşitsizlik ayrı bir sorun olarak değil, insanın doğallığını ve saflığını yitirmesine yol açan uzun toplumsallaşma sürecinin parçası olarak görülmeliydi.
Bununla birlikte Rousseau tümüyle umutsuz değildi. Fransız Devrimi'ni hazırlayan temel metinlerden olan Du Contrat social'de (1762; Mukavele-i İçtimaiye, 1913/ Toplum Anlaşması, 1946, yb Toplum Sözleşmesi, 1965,1994) "İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur." dedikten sonra insanın özgürleşmesinin koşulunu da belirtti. İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı'nda sözünü ettiği sahte toplum sözleşmesinin yerine, genel iradeyi (volonte generale) dile getiren gerçek bir toplum sözleşmesi yapılabilirse, özgür bir kamu düzeni kurulabilirdi. Gerçek bir toplum sözleşmesine dayalı sivil toplumda her birey, kendi haklarını kamuya devredecek, ama kamu genel iradeyi temsil edeceğinden insan gene kendi koyduğu yasalara uymuş olacaktı. İnsan doğal haklarından vazgeçip yurttaşlık haklarını kazanarak girdiği sivil toplumda, daha anlamlı olan siyasal özgürlüğe kavuşacaktı. Rousseau geçerli hukukla gerçek hukuk arasında da ayrım yapıyor; geçerli hukuku yalnızca statükonun koruyucusu olarak görürken genel iradeden kaynaklanan gerçek hukukun adaletine inanıyordu. Bu arada uygulamada genel iradenin, ahlaki temelinin sağlamlığına karşın yanlış olabileceğini de kabul ediyor, ama bu sorun karşısında yalnızca Solon ya da Calvin gibi yasa koyucuların gerekliliğinden söz ediyordu.
Rousseau yurttaşlık haklarını kazandıktan sonra Cenevre'den ayrılarak Paris'e dönmüş, ama özellikle din konusundaki görüş ayrılıkları ve d'Alembert'in yazdığı "Cenevre" maddesi yüzünden Encyclopedie çevresinden uzaklaşmıştı. 1756'da Paris'ten ayrılarak Montmorency'de bir kır evine yerleşmişti.
Toplum Sözleşmesi'nin yanı sıra Julie: oula nouvelle Heloise (1761; Julie yahut Yeni Heloise, 1943,1945) adlı romanını ve Emile: ou, de Veducation (1762; Emil yahut Terbiyeye Dair, 1932/Emile ya da Eğitim, 1966) adlı yapıtını da Montmorency yıllarında yazdı.
Toplum Sözleşmesindeki gibi kamu yaşamının değil, aile yaşamının konu alındığı Julle, duyguların özgürce ifadesine yer veren, geniş okur kitlesi kadar edebiyatın gelişimini de derinden etkileyen bir roman oldu. Roman olduğu için de Toplum Sözleşmesi ve Emil gibi yasaklanmadı; yakılması ve yazarının tutuklanması kararlan verilmedi. Romanla öğretici deneme türleri arasında bir yapıt olan ve bazen Toplum Sözleşmesinin cumhuriyetçi, bazen de Julie'nin aristokrat ahlak anlayışına seslenen Emil ise eğitimin amacı ve yöntemi üzerinde duruyordu. Kötülük ve yanlışın çocuğun doğasında bulunmadığını, eğitimcinin bunlara yol açan dış etkenlere karşı koyarak çocuğun doğaya uygun yetişmesini sağlaması gerektiğini savunuyordu. Toplum Sözleşmesi özgürlüğe, Emil ise mutluluk ve bilgeliğe ulaşmakla ilgiliydi. Rousseau'nun kişisel din anlayışının da ana çizgilerini içeriyordu.
Kilise ve yönetimin şiddetli tepkisi yüzünden artık ne Fransa'da, ne de İsviçre'de barınabilen Rousseau, Lettres ecrites de la montagne'de (1764; Dağdan Yazılmış Mektuplar, 1960, 1967) Cenevre'yi İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı'ndaki gibi örnek bir cumhuriyet değil, bir despotluk yönetimi olarak betimledi. İngiltere'ye giderek David Hume'un yanına sığındıysa da orada kendisiyle eğlenildiğini düşünerek bir yıl sonra gizlice Fransa'ya döndü (1767). Son 10 yılında daha çok otobiyografik ürünler verdi. İtiraflar'ın yanı sıra Rousseau juge de Jean-Jaeques'ı (1780; Jean-Jacques'ın Yargıcı Rousseau) ve Les Reveries du promeneur solitaire'i (1782; Yalnız Gezerin Hayalleri, 1944/Yalnız Gezen Adamın Hayalleri, 1960) yazdı. Özellikle bu son yapıtında önceki tutkulu üslubunun yerini huzurlu, lirik bir anlatım aldı. Büyük bir içtenlikle, kendi ruhuyla başbaşa, doğruyu dile getiren Rousseau'nun İtiraflar'ı edebiyatta Stendhal'den Baudelaire, Gide ve Jean Genet'ye kadar uzanan bir çizginin başlangıcını oluşturdu.
Rousseau'nun toplu yapıtlarının (Oeuvres completes) basımına 1959'da başlanmış, yazışmalarının da 43 cildi yayımlanmıştır.