DİN VE KİMLİK
Dr. Mehmet BULUT 03 Nisan 2007
"Bezm-i Elest' ya da "Kâlû Belâ'dan beri...'
Günümüzde de öğretiliyor mu, bilmiyorum; eskiden büyüklerimiz, dede ve ninelerimiz, baba ve annelerimiz 5-6 yaşlarına gelmiş çocuklara, ilk dinî bilgiler olmak üzere soru-cevap şeklinde, kalıplaşmış bazı ifadeleri tekrar ettirip ezberlettirirlerdi: Kimin kulusun? Kimin ümmetindensin? Müslüman mısın? Ne zamandan beri Müslümansın? "Kâlû' nedir, "belâ' nedir?..
Bu sorulara verilmesi istenen cevaplar da sırayla şöyle olurdu: -Allahın kuluyum. -Hz. Muhammed'in ümmetindenim. -Müslümanım elhamdülillah. "Kâlû belâ'dan beri Müslümanım. -Âlem-i ervahta Rabbimiz meleklere, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (Elestü bi-Rabbiküm) diye sormuştu; onlar da, "Evet, Sen bizim Rabbimizsin' (kâlû belâ) dediler; işte o zamandan beri Müslümanım...
Şüphesiz bu diyaloğun farklı versiyonları vardı. Örneğin şöyle de tekrarlanırdı: Rabbim Allah, dinim İslâm, kitabım Kur'ân, Peygamberim Hz. Muhammed aleyhisselam, vatanım Türkiye... Hatta bazen "Kimin milletindensin?' şeklinde bir soru yöneltilir ve cevabının da "Halil İbrahim'in milletindenim (Millet-i İbrahim)' şeklinde olması istenirdi. Kastedilen Hz. İbrahim'di.
Yukarıda geçen "ümmet' ve "millet' kelimelerine yüklenen anlamlar ve bu kelimelerin etimolojik incelenmesi, şüphesiz konumuzun dışında kalmaktadır. Ancak bir hususu irdelemek isterim: Yeni bir yüzyılın başında, günümüzde, İbrahimî dinlerin temsilcilerinin Anadolu'da bir araya gelerek "ortak ata' olarak Hz. İbrahim'de buluşma ve bu çerçevede diyalog oluşturma gayretlerini göz önüne alırsak, Müslüman Türk insanının çocuklarına bellettiği o cümle daha da geniş kapsamlı bir hale gelmiştir denilebilir.
Yazılı kültürümüzde de çocuklara verilecek ilk dinî malumat çerçevesinde benzeri öğretim tarzına yer verildiğine tanık oluyoruz. Örneğin, merhum Ahmet Hamdi Akseki'nin, 1941 yılında yayınlanan "Yavrularımıza Din Dersleri' adlı eserinde, "İlk Bilgiler' başlığı altında, sırayla "Adın nedir? Babanın adı? Seni kim yarattı?' soruları sorulup cevapları yazıldıktan sonra, "Sen nesin?' sorusuna yer veriliyor ve cevap olarak da "Türküm ve Müslümanım.' deniyor (2. baskı, 1943, s.9). Sonra başka soru-cevaplara geçiliyor.
"Din ve Kimlik' başlığını taşıyan dosyamıza böyle bir giriş yapmamın nedeni şu: Adı konulmamış olsa da (çünkü yukarıya aldığımız malumat, "çocuklarımıza kimlik kazandıralım' gayretiyle değil, temel ilk dinî bilgileri vermek amacıyla öğretiliyordu), Müslüman Türk toplumunda öteden beri zımnen de olsa çocuklara bir aidiyyet şuuru yerleştirilmeye özen gösterilmiş, bu noktada bazı kıstaslar gözetilmiştir. Bu çocukların kendilerini ileride tanımlamak durumunda kaldıklarında bir boşluk içinde kalmamaları sağlanmıştır.
Burada, "Acaba dinî kimliğimiz bize, henüz tefrik yaşına gelmeden, seçme imkanına sahip değilken mi kazandırılıyor?' sorusu akla gelebilir. Bu konuda "Fıtrat'la ilgili hadisi ve insanın doğup büyüdüğü aile ve yakın çevresinin belirleyiciliğini hatırlatmak isteriz.
Yeni yetişen nesillerin, "Ben neyim?' sorusu karşısında A. Hamdi Akseki'nin öğrettiği kadar olsun aidiyetlerini bilemeyecek, kendilerini tanımlayamayacak duruma düşmemeleri için bugün daha fazla gayret göstermemiz gerektiği açıktır.
Biraz Fikir Cimnastiği
Kimlik konusuna biz burada bir "problem' olarak yaklaşmayacağız. Çünkü asırlar boyu bizim bir kimlik problemimiz olmamıştır. Farklı etnik köken ve ırklara mensup olsalar bile, Müslüman halkımızın "değer manzumeleri' arasında gerçek bir kimlik ihtilâfını doğuracak düzeyde farklılıkların olduğu söylenemez. Günümüzde ise bu mesele özellikle etnitise çerçevesinde, dışarıdan müdahalelerle Türkiye'nin gündemine oturtulmaya çalışılmaktadır. Son yıllarda üzerinde çok durulan ve "kimlik problemi' olarak tartışılan husus budur. Çünkü "Yeni Dünya Düzeni' adı verilen ve bazen "Globalleşme', bazen de "Küreselleşme' adıyla karşımıza çıkan projeler kimlik ve özellikle alt kimliklere vurgu yapmakta ve dünya kamuoyunu yakından meşgul etmektedir. Bu konu, kimlik ve kültürel yönden zengin bir ülke olan Türkiye'yi de haliyle yakından ilgilendirmektedir. Irk ve dinî inanç yönünden etnik gruplara vurgu yapılması, konuyu daha da hassaslaştırmaktadır. Yeni nesillerin kendilerini tanımlamada düştükleri acziyet ise, konunun başka bir boyutudur.
Kimlik konusu, başta millet ve ülke bütünlüğünü ilgilendiren bir konu olması nedeniyle önem arz etmektedir. Toplumsal barış açısından problemin teşhisi ve çözümlenmesi gerekmektedir. Gelecek kuşakları şekillendirme, geleceğin insanını yetiştirme ve donatma, onlara gerçek kimliklerini kazandırma biz yetişkinlerin ve sorumluluk taşıyan yetkililerin üzerine bir vecibedir.
Kimlik konusunun zor bir konu olduğunu, konunun çok farklı biçimlerinin bulunduğunu öncelikle belirtmemiz gerekir. Bu mesele üzerine söz etmenin ve yazmanın zorluğu vardır. Hele konuyu aktüel bir yazı çerçevesinde ele almanın zorluğu daha da fazladır. Kitaplık çapta bir konudur. Bu bağlamda kullanılan kavramlar hem çok çeşitlidir hem de birbirleriyle karıştırma riski vardır. Kimlik konusu "din' ile ilişkilendirildiğinde daha hassas bir konum arz etmektedir. Bu nedenle okuyucularımızın bu yazıyı okurken biraz sabırlı olmaları, biraz da fikir cimnastiği yapmaları gerekeceğini peşinen ifade etmeliyim.
Konuyu sınırlandırmamız kaçınılmazdı. Dolayısıyla burada meselenin kültürel boyutuna ve etnik kimlik (etnitise) söylemlerine fazla yer vermeyeceğiz, yazımızın başlığına uygun olarak kimlik konusuna din bağlamında eğileceğiz.
Önce kimlik kavramı üzerinde durmak istiyorum.
Kimlik Nedir?
Toplumsal vakaların birçoğu, çok eskiden beri müşahede edilegelmiş olmasına rağmen bunların kavramlaştırılması, felsefesinin yapılması çok sonraları olabilmiştir. "Kimlik' konusu da bunlardan biridir. Yaşanan bir durum olarak eski, ama kavramlaştırılması, sistemleştirilmesi yenidir; mazisi ancak kültürel kavramların yoğunlaştığı yirminci yüzyılın ortalarına gitmektedir.
Batı Sosyolojisi ve Psikolojisinde kimlik arama olgusuna 1950'lerden önce rastlanmaz. 1980'lerden sonra Sosyoloji ve Antropolojiye kimlik sorununun taşındığını görüyoruz (Orhan Türkdoğan, Niçin Milletleşme, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını, İst. 1995, s. 164).
Kimlik kavramının öncelikle bireyin davranışları, duyguları, kısacası ruhî yaşamını inceleyen Psikoloji bilimine (ruhiyat) ait bir kavram olduğu ileri sürülmüştür. Bu düşünceye göre, her ne kadar "toplumsal kimlik' ve benzeri kavramlardan söz edilmekteyse de, kimlik denen şey, öncelikle ferde aittir ve ferdî açıklamada Psikoloji büyük imkânlar sağlar (Mehmet Hakan, "Kimlik Nedir?', Türkiye Günlüğü (TG), Sayı: 33 (Mart-Nisan 1995), s. 146).
O halde kimlik nedir?
"Kimlik, kişinin yahut sosyal bir grubun çeşitli mensubiyetlerini açıklayan, onun tanımasını sağlayan ve dış gözlemle kavranılabilen özelliklerdir.' (Nevzat Kösoğlu, "Kültür/Kimlik Üzerine', Türkiye Günlüğü, s. 43).
Başka bir tanımla kimlik, bir insanın kendisini değişik açılardan tanımlaması, tarif etmesidir; bir insanın kendini "kendisi' yapan özellikleri dile getirmesidir (Toktamış Ateş, "Gene Kimlik Meselesi', Zaman, 21.10.1996, s.10).
Bu tanımlar çerçevesinde kimlik kavramının mahiyetini biraz açabiliriz.
Kimliğin Mahiyeti
İnsanın kimliği denilince, bir insanın başkaları tarafından ve kendi gözüyle nasıl görülüp hangi değerin biçildiğini anlıyoruz. Başka bir deyişle; insanın, kendi gözünde ve diğerlerinin aynasında nasıl görüldüğünün ifadesi...
Kimlik kişinin kendini sosyal bir çevrede tanımlama ve konumlamasını içerir. İnsanın diğerleriyle ilişkilerinin ve dünya görüşünün çerçevesini oluşturur. Diğerleriyle ilişki, hem bireyler arası, hem de bireylerin ait oldukları gruplar arası ilişkide kendini ya farklılaştırma, ya da benzer kılma yönünde şekillendirmektedir (Nuri Bilgin, "Kimlik Sorununda Evrenselcilik', Türkiye Günlüğü, s. 63).
Buna göre ferdin kimliği onun özelliklerini kapsar. "Kişinin kendisiyle ilgili öznel algısı, yani kendisi olarak algıladığı şeylerin toplamı kişiliğini de oluşturur (...) Kimlik kişisel özelliklerin ve davranış biçimlerinin bütünleşmesiyle oluşur.' (Mehmet Hakan, agm, s. 147).
Kimlik, bütünüyle bir yaşama biçimi olarak da görülebilir. "Siyasî, dinî, ailevî, meslekî, sosyal mensubiyetleri belirten kimlik, aynı zamanda ferdin sosyal rol ve statülerini yansıtır...' (N. Kösoğlu, agm, s. 43.)
"Kimlik' kavramı ile "kişilik' kavramını birbirine karıştırmamak gerekir. "Bu adam kimdir?' sorusunun cevabı kimliği; "Nasıl bir adam?' sorusunun cevabı ise kişiliği, şahsiyeti ifade eder. Kişilik ferdin psikolojik yapısına inhisar eden veya sosyal faktörlerle beslenen bir seyir takip eder. Gerçek farklılığı ortaya koyar; ne aynileşir, ne tamamen paylaşılır. Kimlik ise, kişiliğin aksine, birden fazla insan tarafından paylaşılır.
"Kimlik insanın sosyal belirticilerinden oluşur (din, millet, aile, sosyal sınıf, meslek, eğitim vs.); her bir kimliğe göre farklı davranışlar sergilenir. Bu haliyle kimlik, kişiliğin gelişmesine katkıda bulunur; ancak, gerçek ‘ben' ortadan kalkar. ‘Ben' kavramı ise bireyin ontolojik alanı ile ilgilidir.' (Edibe Sözen, "Kimlik Kavramının Yeniden Tanımlanması', Türkiye Günlüğü, s. 112.)
Kimlikler sabit ve değişmez değildir. Sürekli değişim gösteren kavramsal oluşumlardır. Çoğulcu ve değişkendir. İnsan "yalnız ben'den ötelerde bir kişilik ve kimlikler bütünüdür. "Yalnız ben' olma hakkına sahip olmadığı gibi yalnız yaşama hakkına da sahip değildir. Toplum içinde yaşamak zorunda olduğundan başka kimlikle ilişki kurmak durumundadır.
"Neyim, kimim?' sorusunun cevabının kimliği oluşturduğunu yukarıda belirtmiştik. Şu var ki, insanın içinde bulunduğu an'a ve pozisyona göre vereceği cevaplar farklı olacağı için farklı kimlikler ifade etmesi muhtemeldir. Meselâ -affedersiniz- ben, bu yazının müellifi olarak bir araştırmacı ve yazarım, dairemde memurum, evimde aile reisiyim, İslâm'ı din olarak kabul etmiş bir Müslümanım, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir vatandaşıyım, milletler camiasında bir Türk'üm, yaratılmışlar içinde bir insanım...Yani, zamana ve zemine bağlı olarak farklı kimliğimi ön plâna çıkartabilmekteyim. Bu noktada önemli bir husus, kişinin üstlendiği, taşıdığı kimliğin/kimliklerin farkında ve bilincinde olması, kimliğin hakkını gereği gibi verebilmesidir.
İnsanların, bir kısmını doğumla getirdikleri, bir kısmını da sonradan kazandıkları çok farklı kimlikleri vardır. Fıtrat/yaratılış kimliği, kişisel/ferdî kimlik, cinsî kimlik, etnik kimlik, bölgesel kimlik, meslekî kimlik, sosyal kimlik, kültürel kimlik, siyasî kimlik, dinî kimlik, millî kimlik vs. Meselâ bölgesel kimlik derken, kişinin doğduğu yerin bulunduğu coğrafyayı öne çıkararak, örneğin "Karadenizliyim' veya "Erzurumluyum'diye kendini tanımlaması bir kimliktir. Bölgesel mensubiyeti daha da daraltarak ilçesine, köyüne, hatta mahallesine bile kendini izafe etmesi mümkündür.
Meslek olarak, örneğin "öğretmenim' demek bir kimliktir ve kişi kendini öyle tanımlayabilir. Karşısındakiler olarak biz ise, öğretmeni kendi ifadesinden öğretmen olduğunu öğrenebileceğimiz gibi, bazen davranışlarından onun öğretmen olduğunu çıkartabiliriz. Bizim camiamızda (Diyanet) bu fark ediliş daha bariz olabilmektedir. Bir imam-hatip (hoca), tevazuu, konuşması, insanlara karşı sıcak ilgisi, davranışları, âdâbı, giyim-kuşamıyla karşısındakine, "bu din görevlisidir', "hocadır' kanaatini verebilir. Başka bir ifadeyle kişilik, kimliğe adres olabilir.
Bazen kişinin eğitim gördüğü okul da onun için bir mensubiyet nedeni olabilir. "Mülkiyeli' olmak, "İlahiyatlı' veya "İmam-Hatipli' olmak bazen önemsenen bir kimlik olabilmektedir. Keza spor kulüplerine mensubiyet de bir kimlik haline getirilebilmektedir.
Kısaca insanların kimlik olarak "ön plâna' çıkardıkları birçok kimliği vardır. Fakat bu çokluk içinde bazıları çok yaygın bir şekilde paylaşılır, kapsamı oldukça geniştir ve "kimlik' dendiği zaman bunlar akla gelir. Millî kimlik, dinî kimlik, kültürel kimlik bu kabildendir.
Her kimliğin kendine has imtiyazları ve yükümlülükleri vardır. Taşıdığımız kimliğin bize yüklediği sorumlulukları gereği gibi yerine getirmek önem arz etmektedir. Meselâ; sosyal kimliğimiz mevzubahis olduğunda, iyi bir aile reisi, iyi bir komşu, iyi bir vatandaş olmamız nasıl matlup ise, dinî kimliğimiz söz konusu olduğunda yaradana karşı iyi bir kul, toplumda iyi bir Müslüman olmamız beklenir. (İyi Müslüman olmak, ötekilerini de kapsar şeklinde haklı olarak bir hatırlatmada bulunabilirsiniz.) "İyi' olarak nitelenen özellikler bizim kişiliğimizi de belirler.
Üst Kimlik
Bir toplumda insanların tümünde var olan, yani o toplumun tüm insanlarının "ortak kimlikleri', o toplumun "üst kimlik'leri olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımdan hareket edilirse çağdaş dünyada, bir üst toplumsal biçim olarak ön plâna çıkmış durumda olan ulus-devletin "vatandaş'ı olmak üst kimlik olarak karşımıza çıkmaktadır (Toktamış Ateş, agm). Başka bir ifade ile, bütün ülke insanları için en yaygın/üst kimlik, modern dünyada vatandaşlık mensubiyeti gelmektedir. Meselâ Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak, millî hudutlar içinde vatandaşlık bağıyla yaşayan bütün insanlarımızı kapsar ve üst kimliğimizi oluşturur. Bu kavram çoğu kez kısaca "Türk olmak' şeklinde ifade edilir. Ülkemiz insanının %99 gibi çoğunluğunun Müslüman oluşu ve İslâm dininin kültürümüzün temelini teşkil edişi dolayısıyla "Müslüman Kimliği'ni de bir "üst kimlik' saymamız gereklidir. Gerçekten de ülkemizde "Müslüman olmak', insanlarımızın çok büyük ekseriyetinin tereddütsüz paylaştığı bir kimliktir ve halkımızın üzerinde buluştuğu en önemli ortak paydadır. Ancak tarih boyunca farklı aidiyetler birer üst kimlik olarak benimsenebilmiştir. Üst kimliğin oluşumunda Batı dünyasında daha çok dil ve ekonomik ilişkiler ön plâna çıkarken, Müslüman toplumlarda dinî inanç birinci derecede belirleyici olabilmiştir. Toplumun inanç yapısı insanların düşünce ve davranış biçimlerini belirleyecek motivasyon gücüne sahiptir.
Aynı kültür, aynı kimlik içinde olmakla birlikte birtakım üslup farklılıkları alt kimliklerin oluşmasına yol açar. Bunlar aynı kültürel kimliğin farklı edalarıdır. Etnik farklılık (Etnik grup: "Ayrı bir soydan gelen ve içinde yaşadığı kültür çevresinden farklı bir kültür oluşturabilen nitelik ve nicelikteki topluluk' (Nevzat Kösoğlu, agm, s. 45) olarak tanımlanabilmektedir), sadece ayrı bir soydan geldiğine inanmak yahut ayrı bir dil konuşmak, ayrı bir kimlik sahibi olmak için yeterli olmamaktadır.
Üst kimlik olarak nitelediğimiz "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak', ırk ve kan gibi hususiyetlere bakmaksızın, "Türk olmak' ifadesiyle eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Buna göre; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes Türk'tür. Bu sıfat, etnik kökeni ne olursa olsun bütün vatandaşlara teşmil edilmektedir. Bu, objektif ve hukukî bir tanımdır. Türk dilini, kültürünü, millî ülküsünü veya bunlardan sadece birini benimseyememiş, özümseyememiş olsa bile, Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağlarıyla bağlı olması Türk vasfını kazanmaya yetmektedir. Ancak, bin yıldan beri köklü bir şekilde yerleşmiş olan "Türk' kavramı, "vatandaşlık' şartına/düzeyine indirgenemeyecek kadar güçlüdür. Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya vatandaşı olan Türklerin bulunduğu bilinmektedir. Buna karşılık Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan gayr-ı müslimlere "Türk' denmesi, kulağa doğal gelen, alışılagelmiş, oturmuş bir şey değildir (Sevan Nişanyan, TG, s.127-128).
Türkiye'de Müslüman kitlenin kültürü gibi kimliği de neredeyse dinî bir şahsiyet kazanmıştır. Nitekim "Türk' ve "Türk kimliği' dendiği zaman ağırlıklı olarak dinî bir karaktere sahip bir kimlik anlaşılmıştır. Çünkü Türk kimliğine toplumumuzca etnik ya da ırkçı anlamlar yüklenmemiş, gittikçe dinî bir hüviyete büründürülmüştür. Bu durum da, ülkemizde millî ve dinî kimliğin özdeşleştiğini ortaya koymaktadır.
Bugün, "Ben Türküm, Müslümanım ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım' şeklinde formüle edilecek bir üst kimlik ifadesi halkımızın büyük çoğunluğunca paylaşılmaktadır. Burada "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak' şıkkının alternatifi, tabiatıyla, söz konusu olamaz. Her üç şıkkın birbirinden ayrılmaz yakın ilişkisi olduğu da, yukarıda verdiğimiz bilgiler çerçevesinde bir gerçektir. Buna rağmen, yüzde bir oranında olsa bile kendini Müslüman olarak tanımlamayan vatandaşlarımızın olması anlaşılır bir şeydir.
Din ve Kimlik
Din, insanların saadet ve mutluluğu için gönderilmiş, vahye dayalı, değişmeyen ve değiştirilemez kurallar bütünüdür.
Bütün dinlerin, müntesiplerine kimlik kazandırma vasfı vardır. İslâm dinî kimlik kazandırma hususunda öne çıkan bir dindir. Çünkü İslâm, doğumundan ölümüne kadar insana bir hayat tarzı önerir ve bunlara uyulmasını ister. Ayrıca İslâm, "insan' olma noktasında, inanmayana da bir değer atfeder, onu da muhatap kabul eder. Ayrıca, İslâm, evrensel bir dindir.
Tarihin hiçbir döneminde din, özellikle İslâm dinî, sadece Allah'la kul arasında özel bir ilişkiden ibaret kalmamıştır; böylesine dar bir role indirgenmemiştir. İslâm dini, ferdî ve içtimaî hayatın her veçhesini kucaklayıcı bir şümule sahiptir. Getirdiği tevhidî anlayış ve insan hayatının maddî ve manevî yönlerini bütünü ile ihata eden karakteri sayesinde, yayıldığı ve gittiği her coğrafyada toplumsal kültür alanını yalnız etkilemekle kalmamış, bu alanı çepeçevre kuşatmıştır. Benimsendiği toplumda hiçbir zaman folklorik bir pozisyona düşmemiştir. "Müslümanlık bir toplumda varsa, canlı ve köklü bir şekilde yaşanılan hayat tarzı ve üslubu olarak vardır; dünya görüşü, hayat felsefesi ve gündelik hayatın ayrılmaz bir rüknü olarak vardır...' (Mustafa, Çalık, "Etnik Meselenin Barışçı Çözümü İçin...', Türkiye Günlüğü, s. 14)
Halkımızın önemli bir kısmının, toplumsal olayları değerlendirmede kıstas olarak dini, İslâm'ı esas aldığı, hadiseleri ona göre anlamlandırdığı malumdur. Birçok kavramın tanımlanmasında da dinin ona yüklediği anlam önem arz etmektedir. Esasen dini sadece "Allah-kul ilişkisi'ne indirgemek, dini, toplumsal alana taşıyan boyutlarıyla anlamamak, dinî tezahürleri görememek, toplum kültürünün temellerine inememek olur.
Müslüman toplumların, dinleri İslâmiyet'le kurduğu ilişkinin tarihi ve şekli, örneğin Batı toplumunun Hıristiyanlık'la kurduğu ilişkinin tarihi ve şekline göre farklılıklar arz eder. Hıristiyanlık zamanla folklorik bir çehreye bürünerek bir "ritüel dini' olma özelliğine bürünürken İslâm için böyle bir gerileme ve daralma söz konusu olmamıştır.
Din, millî kültürün de en önemli unsurudur; onun en önemli dinamiği ve temel kurumudur. Müslüman toplumlarda dinin dışında veya dinden daha güçlü bir kültür ve "kültürel kimlik' unsuruna yer kalması çok zordur. Dil, tarih, edebiyat, sanat gibi kültür unsurlarımızı önemli ölçüde etkilemiştir. millî kimliğin, Türk kimliğinin "olmazsa olmazı'dır. Kültür ve kimlik kazandırıcı yönü ile din faktörü, Müslüman toplumlar açısından ele alındığında "hâkim' ve "belirleyici' kültür düzeyinde kavrandığı görülür. İslâm'ın bu özelliği, bizim ülkemiz ve insanımız için çok daha barizdir.
Dini dışlamak suretiyle kimlik oluşturma çabaları başarılı olamaz. Dinin yerine ikame edilmek istenen çeşitli "-izm'lerin neticede sonuçsuz kaldığı ise bütün dünyaca bilinmektedir. Çünkü onun boşluğunu başka şeyle doldurmak kabil değildir.
"Kelime-i tevhid' ve "kelime-i şehadet' düzeyinde de olsa, kendini İslâm dairesinde gören, böylece dinde kendine bir yer bulduğunu hissederek rahatlayan herkes, dinî yönden aidiyetini tayin etmiş ve Müslüman kimliğini benimsemiş demektir. Artık bu kişinin İslâm'ı hayatına yansıtıp onun erdemleriyle hayatını tezyin etmesi oranında kişiliğini geliştirip kimliğine yansıtacağı ise izahtan varestedir.
Müslüman Kimliği
İslâm, Türkiye'nin tarihî bir gerçeğidir. İslâm inancı, tarih boyunca toplumsal hayatın ve ilişkilerin merkezinde bulunmuştur. Asırlar boyu neslimiz, hayatının hemen hemen her safhasında İslâm'ı referans almış, kendisine ölçü yapmıştır. İslâm, Türk toplumunun zihniyet yapısını ve alışkanlıklarını bin yıl boyunca şekillendirmiş ve ona bir kimlik kazandırmıştır. Bu kimliğe "Müslüman kimliği' diyoruz.
İslâm, dinî hayatımızla birlikte, ticarî-iktisadî hayatımızda, beşerî ilişkilerimizde, aile hayatımızda, ahlâkî davranışlarımızda, kâinat ve varlıklar karşısındaki tavrımızda, tarihî vakaları değerlendirmede bize kılavuzluk eder. Bize bir kimlik kazandırır. Mazide edindiği imaj ve halen halkın kahir ekseriyetinin dinî olması nedeniyle İslâm, bu topraklarda ona inanmayan için bile bir kimlik, bir referanstır. Çünkü baskın özelliği bu olan bir toplumun bir uzvudur. Toplumsal ilişkilerinde o medeniyetin izlerini taşımaktadır. Örneğin en azından, "selâmünaleyküm', ya da "merhaba' diye selâm vermesi mümkündür. Ramazanda oruç tutan insanların tatlı heyecanlarını o da hissedebilir. Ramazan pidesi ve davulu onun için de bir anlam ifade edebilir. Bayram günü komşularının bayramını tebrik eder, tebrikleri kabul edebilir. Kısaca dinî tezahürlerin atmosferinden tamamen sıyrılması mümkün olmaz.
Bu gerçeği göz önünde tutarsak, günümüzde dini sadece vicdanlara hasretmek, onu sadece inanç ve ibadet düzlemine indirgemek mümkün gözükmemektedir. İslâm, ülkemiz insanı için öylesine, istediği zaman bir kenarı bırakılabilen aksesuar kabilinden, yakaya takılan rozet mesabesinde bir kimlik değildir. İslâm, Türkiye'de yaşanan bir dindir; doğumundan ölümüne insanın davranışlarına, hareketlerine yön veren bir din... manevî ve ruhî ihtiyaçların onunla giderildiği bir inanç manzumesi... Şekillendiren, yönlendiren, olgunlaştıran, doyuma (itmi'nana) ulaştıran bir manevî güç, kültürel değerlerin kaynağı...
Doğumundan ölümüne kadar yapılan işlerin bir kısmına göz atalım: Doğumda kulağına ezan ve kamet okunması, isim verilmesi, erkek çocukların sünnet edilmesi, belli yaşa gelmiş gençlerin evlendirilmesi, nikah törenleri, komşuluk hukukuna önem verilmesi, selâmlaşma biçimi, yemek adabı, ibadethanedeki tavırları, ölmekte olan insanlara yapılan işler, cenazelerin gasli, tekvini, namazlarının kılınışı, defni... Örnekleri çoğaltabiliriz. Bütün bu muamelelerde İslâm'ın belirleyiciliği vardır. Halkımızın büyük çoğunluğu İslâm'ın bu hususlarda belirlediği kurallara riayet eder. Yüzlerce yıl boyunca da benzer davranışlar sergilenmiştir.
Müslüman kimliği, hem tek tek insanımızın hem de ülkemizin kimliğidir. Ferdî plânda olduğu gibi uluslararası konjonktürde Türkiye bağımsız bir Müslüman ülke olarak bilinmekte ve anılmaktadır. Devletin laik olması bu nitelemeyi değiştirmemektedir. Batı ülkeleri de dahil olmak üzere dünya, Türkiye'yi "Müslüman ülke' olarak tanımlamakta ve onun bu kimliğine önem verdiği anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi Türk oluşumuz, Batı anlayışında, Müslüman olmakla da aynı anlama gelmektedir. Bu kimliğimiz, kanaatimizce ülkemiz için bir dezavantaj da değildir; bilakis bir avantaj olarak kabul edilmelidir. Avrupa Birliği içinde yer alması halinde Türkiye'nin en önemli özelliği belki de "AB içinde Müslüman ilk ve tek ülke' özelliği olacaktır. Dinî mensubiyetimiz ve kültürel çeşitliliğimiz Batı toplumları için önem arz etmektedir. Şunu söylememiz mübalağa olmaz: AB için, kültürel ve tarihî kimliğini, Müslüman kimliğini önemseyen ve onu koruyup geliştirmeye çalışan bir Türkiye daha da önemli hale gelebilir.
İslâm'ın, Türkiye'nin tarihî bir gerçeği olduğunu yukarıda söylemiştim. Bünyesinde birçok etnik grubu ve farklı din mensuplarını barındırmış olan Osmanlı devleti de Müslüman kimliği ile tanınmıştır. İslâmiyet Osmanlı için birleştirici en önemli bağ ve meşrûiyyet kaynağı olmuştur. Batı dünyasının Osmanlı hakkındaki intibaı da bu doğrultudadır. Yakın tarihimizden bir örnek verecek olursak:
1920'lerin sonuna kadar ülkemizi meşgul eden ahali mübadelesinde izlenen kriter, dinî kriter olmuştur. Yani Müslüman olan ahali Türk kabul edilerek muhacerete kabul edilmişlerdir. Örneğin Türkçe konuşan, Grek harfleriyle Türkçe yazan ve kiliselerinde Türkçe dua eden Pontus Ortodoksları, ısrarlı protestolarına rağmen, "Rum' sayılarak sınır dışı edilmişler, buna karşılık ırk ve anadil unsuru göz önüne alınmaksızın Girit ve Rumeli'nin Müslüman halkı "Türk' sayılarak Türkiye'ye hicret etmelerine izin verilmişlerdir. Lozan'da "azınlık' statüsünün ölçüsü de din olmuştur. Anadilleri Türkçe ve Kürtçe olan Anadolu Ermenileri azınlık mensubu sayılırken, Ermenice konuşan Müslümanlar Türk kabul edilmişlerdir. (Sevan Nişanyan, "Kemalist Düşüncede ‘Türk Milleti' Kavramı', TG, s. 131-132)
Günümüzde de Türk ırkından gelen ve Türkçe konuşan gayrimüslim topluluklar Türk halkınca yabancı olarak algılanırlar. Halbuki meselâ Müslüman Boşnak ve Çerkesler dinleri itibariyle Türk kabul edilirler; görünüşleri, adları, gelenekleri, aile yaşantıları vb. yönünden Türk'e benzetilirler. (Nişanyan, agm, s. 132)
Kimlik Sorunu mu, Kimliksizlik Sorunu mu?
Türkiye, bu topraklar üzerinde on asırlık bir tarihî geçmişe sahip, Osmanlı bakiyesi bir ülke. Yüzyıllar boyu farklı din ve ırklara mensup insanlar, kendilerine sağlanan adalet ve hoşgörü atmosferinde, huzurlu bir şekilde yaşamışlardır. Azınlık unsurlar kendi dil ve kültürlerini muhafaza edebilmişlerdir. Bunca zaman boyunca, bu topraklarda yaşayan farklı etnik kökenli kitleleri tasfiye ve asimile cihetine gidilmemiştir. Dünya bu gerçeğin farkındadır. Müslümanlık ortak paydasında buluşan farklı etnik köken ve ırk mensuplarına gelince, dışarıdan kışkırtmalar ve sinsi tezgahlar olmadığı sürece, ayrılıkçılık davası güdülmemiştir. Tarihin derinliklerinden gelen aralarındaki kuvvetli bağlar, bu coğrafyada yaşayan insanları birbirinden ayırmayı imkânsız hale getirmiştir. Bu topraklarda "birlikte yaşama' geleneği kökleşmiştir.
Günümüzde de Türkiye farklı hayat tarzlarının yan yana ve iç içe olduğu bir ülkedir. Belli formatlarda, homojen bir toplum değil, etnik köken açısından heterojen bir yapıya sahiptir. Ancak var olan kültürel farklılıklar, etnik kökenler ayrı kamplarda toplaşmalara yol açmamıştır. Bunu sağlayan, İslâmî şuurdur. Konumuz bu olmadığı için kısa geçiyorum. Şu kadarını söyleyelim ki, karşılıklı kız alıp vermeler, akrabalıklar, komşuluklar, arkadaşlıklar, ticarî ilişkilerle bütün halkımız birbiriyle kaynaşmışlardır. Ayrılması mümkün olmayan bir iç içelik ortaya çıkmıştır. Ayrıca köken itibariyle kendilerini farklı tanımlayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları tüm ülke toprakları üzerinde istediği gibi yerleşme, iş ve meslek edinme haklarına sahiptirler ve bu hakkı en geniş bir şekilde kullanmışlardır. Şimdi bu özellikteki insanların ayrı devlet talebinde bulunmaları mümkün mü? Bugün etnik kimlik söylemi çerçevesinde ülkemizdeki Kürt kökenli vatandaşlarımızın mevzubahis edildiği malumdur. Bu, ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte, bu hususta tek cümlelik bir iktibasa yer vermeden geçemeyeceğim: "Yeryüzünde aynı dine ama farklı etnik menşee mensup olup da bin seneye yakın bir müddet yan yana, iç içe, kansız kavgasız yaşamış başka iki topluluk gösterilemez.' (M. Çalık, agm, s. 19)
Eğer dinimizin bize kazandırdığı kardeşlik duygularını canlandırırsak bu dostane birliktelik devam edecektir. Müslüman kimliğimiz iyi etüt edilir, iyi anlaşılırsa, ülkemiz etnik ve kültürel bir kimlik problemi yaşamayacaktır.
O halde problem nedir? Kanaatimizce problem, kimliksizlik problemidir; kimliksiz, kişiliksiz kuşakların yetişmesi endişesidir. millî ve dinî kimlik aktarımının yeterli olup olmaması hususudur. Özellikle genç kuşaklarda müşahede edilen kimlik duygusunun oluşumundaki yetersizlik sorunudur. Bunu kişilik sorunu olarak da görebiliriz.
Batı toplumlarında günümüzde Satanizm gibi yüzlerce sapkın dinî gruplar ve cereyanların ortaya çıkması ve bunlara özellikle gençlerin ilgi göstermesi, yeni yetişen neslin sağlıklı bir kimlikten yoksun bırakıldığı gerçeğini ortaya koyar. Dünyadaki bu menfî gelişmelerin ülkemiz gençliğini de etkilediği malumdur (Batı toplumlarında genellikle işçi sınıfının işsiz gençleri arasında yayılan Satanizm ve benzeri akımların Türkiye'de elit zümreler arasında görülmesi düşündürücüdür).
Gelişen kitle iletişim ve ulaşım araçlarının büyük bir köy haline getirdiği dünyamızda kültürel etkileşimlerin tesirinde kalmamak mümkün değildir. Bu etkileşim ve değişmelerin ardında kalmamak ve bunlara yön verebilmek için başta kendi kimliklerimizin farkında ve bilincinde olmamız gerekmektedir. Kendi anadilini iyi bilmeyen insan, nasıl yabancı bir dili iyi öğrenemezse, kendi kültürünü, halkının kimlik yapısını kavrayamamış toplumlar da başka kültürlerle sağlıklı bir ilişki içinde bulunamazlar. Ya gözü kapalı onu benimsemeye çalışırlar ya da bir çırpıda reddederler ki, her ikisinin de sağlıksız sonuç doğuracağı açıktır.
Hepimiz Allah'a Aidiz
Buraya kadar yazdıklarımıza dayanarak satır başları halinde konumuzu bir değerlendirmeye tabi tutmak istiyorum.
Önce şahsiyet ve kimlik bilincine varmamız gerekiyor. Hayatîyetimizin şartı olan temel değer ölçülerimizle ve değer yargılarımızla var olmamız gerekiyor. Başkalarına bakarak kendimize bir pozisyon tayin etmek, duruş noktalarımızı sürekli değiştirmek kişiliğimizin eriyip gitmesine neden olabilir. İçi boşalan kimliğimiz, suya düşmüş nüfus kağıdına döner. Bir gerçeği bulmak için yola çıkmışken, kendimizi kaybettiğimiz için, kimliğimizi aramaya başlarız. (Ahmet Selim, "Zaman Akıp Giderken', Zaman, 3.1.2000).
Farklı düşünce ve dünya görüşü içinde olsak bile, ortak bir geçmişten, ortak bir sosyal kimlikten geldiğimizi unutmamalıyız. Ayrıca halen, hep beraber aynı gemide bulunduğumuzun idrakinde olmalıyız. Dünya görüşü, hayat tarzı, değer hükümlerindeki ayrılıklar, bu gemide beraberce, barış ve dostluk içinde yaşamamıza engel teşkil etmemelidir. Geleceğimizi, neslimizin geleceğini beraberce hazırlamak durumundayız. Dolayısıyla kimliklerdeki farklılıkları değil, ortak yönleri, aynılıkları öne çıkarmalıyız. Bütün farklılıklarımızla, bütün renklerimizle bir ve beraber olmalıyız. Dinî kimliğimiz bu konuda bizim en büyük desteğimiz ve sığınağımız olacaktır.
Ortak noktaları çoğaltmak noktasındaki arayışlarımız bizi birbirimize daha da yaklaştıracak, geleceğimizi daha sağlam temeller üzerine inşa etmiş olacağız. Unutmayalım ki, bu ülke hepimize yeter. Anadolu'nun bağrı herkese açıktır. Buraya hepimiz sığarız; ancak bu bağra; kin, nifak, düşmanlık sokmaya kalkmamalıyız, çünkü onu kabul etmez.
Aramızda güçlü bir din bağı bulunuyor. Gerçekten de, dinî aidiyetin, Müslüman olmanın en önemli müşterek olduğu toplum, Türkiye'dir. Tarihî tecrübe, ortak tarihî kader, din ve ülke birliği barış içinde yaşamamız için yeterli nedenlerdir. Kimliğinde bu kadar ortak değerlerin, kesişme noktalarının bulunduğu bir toplumun fertlerinin değil çatışması, vuruşması, aralarında uzlaşamamaları dahi anlaşılamaz. Buna rağmen ortada sözü edilen menfî durumlar varsa, böyle bir hal, kimlik farklılıklarından değil, olsa olsa, ortak kimlik olan dinimizin iyi anlaşılamamış olmasındandır.
Tâli kimlikler üst kimliği gölgelememeli, hele ona hiç zarar vermemelidir. Bu husus Müslüman kimliğimiz için de çok önemlidir. Müminin mezhep, meşrep, meslek, cemaat, bölge... gibi mensubiyetleri Müslüman üst kimliğinin önüne geçmemelidir.
İslâm, Türkiye'nin tarihî bir gerçeğidir. Dinin müsbet tezahürleri yanında, topluma sağlıklı bir şekilde öğretilmediğinde, yanlış sonuçların görüleceği de tabii karşılanmalıdır. Şunu da ifade etmeliyiz ki, bir dinin mensuplarının hatalarının, açmazlarının o dine hamledilmesi haksızlık olur. Çünkü din ile müntesip bire bir özdeşleştirilemez. Kişi dini yanlış anlamış ve sonuçta yanlış tavırlar sergilemişse, ya da dini doğru bilmekle beraber hatalı hareketleri olmuşsa -ki bu uzak ihtimaldir-, burada dini sorumlu tutmak, dinî kimliğe saldırmak çok büyük yanlışlık olur.
Dinin yanlış anlaşılmasından, yanlış yorumlanmasından kaynaklanan menfî tezahürlerin izalesi, dini kötülemekle, dinî hayatı tahditle, kısıtlama cihetine gidilmekle mümkün olmaz. Dini doğru anlatıp öğretememişsek, yapılacakların en ideali, onu halka doğru anlatıp öğretmektir; dinin asli safiyetiyle yaşanmasını temin etmektir. Bu yolla dinin sosyal hayata ve toplumsal barışa yapacağı katkıya da imkân tanınmış olacaktır. Hâsılı, ülkemizin ciddi bir din eğitimine ve mükemmel bir din hizmetine zaruret derecesinde ihtiyacı vardır.
Farklı kabullerine, farklı mensubiyetlerine rağmen yeni yetişen kuşağımız bir arada, barış içinde, kutuplaşmaları, bağnazlıkları reddederek yaşayacaklarına inanıyorum. Kin ve nefretten uzak, birbirini anlayan, birbirine tahammül eden, değer yargılarına saygı gösteren, birbiriyle medenî diyaloga girebilen, bir arada yaşama sanatının inceliklerini bilen bu genç kuşağın, ülkemize yepyeni ufuklar açacağını, geleceğimizi mükemmel şekillendireceklerini, bu yolda elbirliğiyle çalışacaklarını samimi olarak düşünüyor ve heyecanlanıyorum. Dinimizin sunduğu erdemler onların en büyük yardımcıları olacaktır.
Unutulmamalı ki din, onunla münasebetimiz, onu fark edişimiz ölçüsünde istifade edebileceğimiz bir kurumdur. Bu özellikteki din olan İslâm, hepimizin ama hepimizin Yüce Yaratıcıya aidiyetimizi ilân ediyor: Hepimiz Allah'a âidiz, onun en şerefli yaratığıyız ve sonuçta O'na döneceğiz.