GÜNÜMÜZ HAYİNLERİNİN ATASI / Rasim Giresunlu
01 Ocak 1970
Aslında hayinlik sıfatı, çok ağır bir itham gibi gelebilir. Fakat, ülkemizde yaşadığımız son yirmi beş yılın muhasebesini yaptığımız zaman, ihanetin boyutlarının kademe kademe özel sektörden kamu sektörüne kadar, her yerde kanserli hücreler şeklinde, devletin ve vatanın bütün alanlarına yayılmış olduğunu görüyoruz. Aslında bu ihanetlerin ekonomiden, politikaya, kültürden aydın geçinenlere kadar, her yanımızı sardığını artık fark etmekten ziyade, iğrenerek, tiksinerek ve nefret ederek yaşıyoruz.
Buna göre, her bilinçli Türk insanı da, bu hayinlere karşı, elbette dişlerini bilemeli ve aynı Atatürk’ün yaptığı gibi, onlara layık olacakları şekilde davranarak, bu ülkeden tez zamanda defetmelidir. Örnek olarak bu yazıda, sizlere anlatacağımız hayin olan şahıs, Atatürk’ün ‘Yüz Ellilik’lerine adı kazınmış olan birisidir.Yani tescilli ve tasdikli bir hayindir. Bu insan müsveddesi, aynı zamanda ihanetinin tescili ve tasdikli onayı ile beratını da Sevr’i imzalamakla Türk tarihi önünde de almıştır. Öyleyse kimdir bu şahıs? Bu şahıs, Rıza Tevfik (Bölükbaşı)’dır. Kurtuluş Savaşı döneminde Artin Kemal’in, Cenap Şahabettin’in, Hüseyin Daniş’in ve Barsmıyan’ın arkadaşıdır. Yüzellik’lerden olan Refik Halit (Karay) ve Refi Cevat (Ulunay)’ın da dava yoldaşıdır.Rıza Tevfik, yine o dönemin tescillenmiş ve tasdiklenmiş hayinlerinden Artin Kemal’den başka, Sayit Molla, Damat Ferit, Şeyhülislam Mustafa Sabri ile aynı cephededir. Günümüz sürecinde, malum hayinleri aklama ya da paklama çabaları nereye kadar dayanacaktır? Göreceğiz...Kendini filozof sanan, şayir olduğunu söyleyen, geveze, çok bilmiş ve da gösteriş düşkünü Rıza Tevfik, bu yazının konusunu oluşturmaktadır...Günümüzün yiğit bir tarihçisi, onun için şu tespiti yapmıştır:
“Avrupa’da Türk’ün ölüm fermanı Sevr’i imzalayanlardan bir de bu alçak idi.”
TÜRKLÜK DÜŞMANI HAYİN...
Rıza Tevfik, Osmanlı Devleti’nin sonlarına doğru, İttihat ve Terakki düşmanlığından da öte, Türk düşmanlığını da en üst düzeyde yaşatan ve yaşayan hayinlerden birisiydi. Bu konu için 1922 yılına gidelim ve bir tıbbiye öğrencisinin hatıratından şu tespiti izleyelim:
“O sıralarda Ayınştayın’ın ‘İzafiyet Teorisi’ çıkmış ve genel ilgi toplamıştı. Tıp hocalarından Akil Muhtar Bey’in bu konu ile ilgilendiğini bilen öğrenciler, kendisinden bir konferans rica ettiler.Kabul etti. Aynı gün (29 Mart 1922) konferans salonunda Rıza Tefik Bey’in de ‘Füzuli’nin Mülahazatı Felsefiyesi’ adlı bir konferansı vardı.(Daha önce Süleyman Nazif ile Hüseyin Daniş arasında bu konu üzerine bir münakaşa olmuştu. Filozof Rıza Tevfik bu konferansı bir hakem sıfatıyla veriyordu). Biz, Akil Muhtar Bey’in konferansını dinledikten sonra çıktık. Ertesi gün arkadaşlardan ve gazetelerden Rıza Tevfik’in konferansının hadiseli bittiğini öğrendik. Rıza Tevfik konferansına başlarken sağ tarafı asker, sivil kalabalık bir tıbbiyeli kitlesiyle öteki fakültelerin öğrencileri, sol tarafı da Mederesetül Kuzat’a devam eden sarıklılar doldurmuştu. Filozof konuşmasına ‘Füzuli Türk değildir, Acemdir!’ diye başlar başlamaz, ön sırada oturan Süleyman Nazif Bey ayağa kalkarak, ‘Hatip Bey yanılıyorsunuz, Füzuli Türktür. Ve Azeri Türklerindendir’ demesi üzerine Rıza Tevfik, büyük bir asabiyetle cevap vermiş ve şöyle demişti: ‘Efendim, Türk değildir. Eğer Türk olsa idi, bir şiyirinde, ‘Türk dili şiyir dili olmaya müsayit değilse de, benim kudreti şayiranem bu lisana, bu kabiliyeti bahşetmiştir’ demezdi. Hem efendim, Türk olsa ne çıkar? Siz Türkler, bir tek Füzuliyi aranıza almakla ne kazanırsınız? İmamı Azam da Türk değildir. Türk’ün asırlar boyu bileğinde salladığı kılıcından başka övünülecek nesi var? Siz Türkler bugün hala daha mukarrı hilafeti İslamiye olan İstanbul’da oturabiliyorsunuz, bunu düveli muazamanın elemi İslama karşı hürmetine borçlusunuz.’ Bu sözler üzerine talebe birden ayaklanmış, sıra kapakları vurulmuş, ‘Sus namussuz, milliyetsiz herif’ ve benzeri hakaretler arasında konferansçı salondan kaybolmuş. Tıbbiyeliler ile sarıklılar birbirine girmiş ve bir süre sonra da ortalık yatışmıştı. İşte Ali Kemal, Rıza Tevfik ve benzerlerinin iki buçuk yıl üniversite kürsüsünde ve yayınlarında saplandıkları milliyet duygusuna aykırı bu kötü anlayışın doldurduğu bardak böylece taşmış, öğrencilerin kabaran sabırsızlığı ertesi gün 30 Nisan 1922, Edebiyat Fakültesi talebesinin bir kongre yapmak zorunluğunu ortaya çıkarmıştı.”
Rıza Tevfik, Türklükten nefret ederken, Türk’ün ekmeğini kursağından bolca geçirmeyi de hiç mi hiç ihmal etmez ve Türk vatanının ve insanının önünde bakanlık peşinde de koşar. Ne yazık ki, kendisine düşman olanlara müsamaha gösterme anlayışı, Türk insanının bu konudaki iyi niyetinin, bilinçsizliğinin ve saflığının somut bir kanıtıdır. Türk insanı, ne zaman ki böylesi kişilerin olumsuzluk gerçeğini anlarsa, çevresindeki örümcek ağlarını algılarsa, kurtuluşu da kaçınılmaz olacaktır. Türk milletine böylesine saygısız olan Rıza Tevfik, bir İngiliz yüzbaşısının önünde dahi, hemen kişiliğini ortaya koymakta ve yaltaklanmağa başlamaktaydı.
Bu konuda da yazar Falih Rıfkı’nin gözlemini aktaralım: “Tevfik Paşa kabinesinde, Hürriyet ve İtilafçı Rıza Tevfik’i Maarif Nazırı olarak buluyoruz.Bir gün köprüye doğru gidiyordum. Bir otomobil durdu, içlerinden gülerek, seslenerek Rıza Tevfik indi, karşı kaldırımda bir İngiliz yüzbaşısına doğru yürüdü. Bir şeyler anlattığı zaman, yüzbaşı soğuktu bile...
Bir Osmanlı Nazırı (Bakan) için bir İngiliz yüzbaşısından iltifat görmek...O şimdi, daha bir yıl önce Şam sokaklarında bir Suriyeli eşrafın bir Osmanlı kumandanı ile selamlaşabilmesi kadar, göstermeğe ve gösterişe değen bir hadise idi.”
Kişiliği bu şekilde olan Rıza Tevfik’in bir başka boyutunu da, Sevr aşaması sürecinde izleyelim: “Rıza Tevfik ki, Maarif Nazırı ve delege olarak Paris’e gitmişti. Anlaşmayı pek ağır bulup bir defa da padişaha ve onun Vezirler Meclisine danışmak kararı veren heyete kızmış ve gazetecilere şöyle demiştir.
-‘Kılemenso, bizi bir hayli haşladı.Tutar yerimizi bırakmadı.Yerden göğe hakkı vardı ya koca adamın. Fakat bizimkiler meram anlayacak takımından mı?Elimize verilen sulh muamelesini hemen oracıkta imza edip işin içinden çıkacağımız yerde, bir şey yapmadan dinliyoruz. Neymiş? Bir daha Padişah’a arzetmek lazımmış. Yahut da Nazırlar Meclisinde görüşülmesi gerekirmiş.Bu da yetmiyormuş gibi Sadrazam Paşa, Allah selamet versin, bir de Ayan Meclisinin fikrini almağa mecburuz demesin mi? Kılemenso’ya da beni de afakanlar boğuyordu.”
Yine bu konuda Rıza Tevfik ile ilgili olarak şu hatıratı da aktarabiliriz: “ Kılemenso bir sözle onların bu türlü hayallerini altüst eder: ‘Her millet, kendi başındakilerin yaptıklarından sorumludur’ der. Heyet bir kuru vaat bile almaksızın, barış şartlarının dikte edileceği günlerde yeniden çağırılacağını öğrenerek İstanbul’a döner.Delegelerden biri Rıza Tevfik idi. Heyetle beraber elimize geçen Paris gazetelerinde onun bir konuşması çıkmıştı. Anasının bir odalık ve babasının Arnavut olduğunu söyleyen Osmanlı delegesi:
-’İngilizlerden çok şey öğrendim.Fıransız medeniyetine tutkunum. Bende his ve fikir itibariyle beğenilecek ne varsa sizindir.Bende fena olan her şeyin kaynağı benim’ dediğini okuruz.”
Tarihçi Ahmet Efe, Rıza Tevfik’in soyuyla ilgili bilgiyi şöyle aktarır:
“’Babam Arnavuttu anam Çerkez; Bilmeyen varsa öğrensin herkes’ diyerek kendini tanıtan ‘filozof’ Rıza Tevfik”
Rıza Tevfik’in soyuyla aşırı övünmesine tanık olan Hüseyin Cahit Yalçın’da, bu konuyla ilgili olarak şunları yazmıştır:
“Şaşılan şeydir ki o dönemde bu Türk yurdunda her unsur kendi varlığını avaz avaz söyleyip kendi soyunun arkasından bir de ‘necip’ (soylu,temiz) sıfatını yapıştırmak hakkına sahipti. Yalnız bu ülkede Türklerin ses çıkarmaya hakkı yoktu. Araplar ‘kavmı necip’ idiler;Arnavutlar ‘kavmi necip’ idiler.Kahramandılar, soylu idiler. Pekala, ama Türkler! Onlar yalnız saldırılara, sataşmalara göğüs germeye yarar cansız bir hedef tahtası olmaya hükümlüydüler.İşte bu durum içinde bir gün, Rıza Tevfikle özel bir toplumda tartışıyordum. Pek açıkça ve gururlanarak:’Ben Arnavudum’ diyordu ve Arnavutluğuyla övünüyordu. Gerçekten Arnavut muydu? Yoksa Arnavut görünmek daha kazançlı olduğu için mi bu savı ileri sürüyordu..Bilmiyorum. Ama ben, o zamana kadar ince manzumeleriyle, Türk diline değerli esreler vermiş olan, ‘fiozof’ lakabıyla anılan şayirin bu sözlerini işitince donup kalmıştım. Şimdi o da sanırım Arnavutluk iddiyasını ciddiye almış olacaktı ki, sakal ve yumurta vergisine karşı ayaklanan, Meşrutiyet ve hürriyet istemeyen, yol ve karakol istemeyen yarı yaban dağlılar arasına karışıyor ve mecliste bas bas bağırıyordu.”
Rıza Tevfik’in aziz dostu Ali Kemal’in torunun elçi olduğu bir ülkede, Abdullah Cevdet’in adının sokaklara verilmesi, çok mu ağır bir durumdur? Aslında sadece bu isim verilme olayındaki durum karşısında bile, Türkiye Cumhuriyeti devletinin istihbarat sisteminin dikey değil de, yatay bir anlayışla geliştiğini ya da geliştirildiğini ve bu tabloda tarihsel derinliğin hiçbir zaman olmadığını görebiliyoruz. Madem Abdullah Cevdet tarihte olumsuz bir tablo çizmiş, o zaman bu ismi o sokağa, kim ya da kimler vermiş ve verilen o kararı yine kimler onaylamıştı? Bunlardan da öte, madem Abdullah Cevdet olumsuz bir kişiydi, bu güne kadar niçin Abdullah Cevdet adına bu sokak boyutunda, devletin istihbarat birimleri bir şeyler yapmamışlardı? Yoksa onların ilgi alanı, başka bir boyutta mıydı? Aslında bir devlet tarihsel derinliği algılayamazsa, geleceğine ya da coğrafyasına yönelik hiçbir şekilde objektif ve de akılcı bir hedef güdemez. Aynı günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi. Devletin ilgili memuriyetlerindeki kadro sahipleri de, sadece görev yapıyormuş anlamında günleri geçirir ve de paralar açısından da kaynaklar har vurulup harman savrulur. Makam ve yetki sahiplerinin de değişik ortamlarda böbürlenmesi, caka satması ve palavralarının kuru gürültüsü de gerçeğin duvarına toslar. Akıp giden yıllar içersinde de, erozyona uğrayan topraklar gibi, ülkenin dinamik unsurları da yok olup gider. Tüm böylesi durumlara da, yaşadığımız günler tanıktır. Bu işin “derin devlet” palavrası da yoktur. İstihbarat, sadece yatay zeminde yapıldığı için, derinliği görecek beyinler ve kişiler yetiştirilemediği için, değerlendirmeler sadece sığ bir zeminde kalmaktadır. İstihbaratı sadece fişleme ya da ucuz birkaç örgütün legal ya da illegal partinin içersine sızma anlayışı olarak anlayanların ya da alanların, Abdullah Cevdet’i, Rıza Tevfik’i bilmeleri, anlamaları, değerlendirmeleri elbette mümkün değildir. Sadece böylesi istihbarat kadroları, günü kurtarmaya çalışırlar, onu da beceremezler...Bu iş için memurlarına kadro veren ve bu kadrolara istinaden para ödeyen, gerek sivil, gerek askeri devlet kanadının kendilerine yönelik çizgilerini iyi hesap edip, yeniden belirlemeleri gerekmektedir. Yoksa bu işlerden geçinenlerin, sokaktaki üç beş kişiyi izlemeleri, fişlemeleri, rapor etmeleri, basit bir anlayışın ürünü olarak kalmaya da mahkumdur. İlgili kurumların bunu anlaması ve sığ bürokratik anlayışları kırmak için, ülkenin bugünden de daha kötü günlere gitmesi mi gerekmektedir?
Rıza Tevfik’leri, Artin Kemal’leri, Abdullah Cevdet’leri tanımayan bu nesilin, bu tanımamadaki vahim durumundan da, Türk milliyetçiliğinin içine sızmış ya da sızdırılmış olan ‘elma kurtçuk’larının da etkisi büyüktür. Bu ‘kurtçuk’lar eliyle, bu ülkede ne Sevr üzerine doğru dürüst gidilebildi, ne de son Osmanlı yönetimi üzerine...Üstelik hiyanetin kahramanlarının(!) günümüzde aklanmaya çalışılmasında, parmağı olanlar arasında, böylesine kurtçukların izleri de vardır. Onlardan bir kısmının bu yolda olmasındaki sır, kendi etnik kimlikleriyle orantılıydı. Bir kısmı da ‘Atatürk düşmanlığı’nın gizli gizli kuyrukçuluğunu yapıyorlardı ya da yapanların oltasına takılmış olarak gidiyorlardı. Bir kısmı da, bu olayların analitik değerlendirme ve muhasebesini yapmadan, Anglo-Sakson destekli akıntının ya da rüzgarın önünde sürükleniyorlardı. Sonunda ne oldu? Osmanlıcılık anlamında, liberal, kapitalist, dönek komünist, etnik milliyetçi, dinci tayfasının müttefikliğinde oluşturulan dış destekli duvara toslanıldı. Ağız burun yamuldu. Bu ülkede günümüzde, bir bakıyorsunuz, Şeyh Sayit için kahraman(!)diye bağırıyorlar Osmanlı soyunun arta kalanlarına bir saygı bir saygı, neredeyse imkan olsa başımıza oturtacaklar. Ali Kemal’in torunu büyükelçi, Şeyh Sayit eski milletvekili torunu, Sakallı Cemal Paşa’nın torunu malum köşe yazarı... Yani onun torunu, şunun torunu,bunun torunu neredeyse hepsi el ele vermiş hareket ediyorlar. O kesimde herkeste bir hava, olan zavallı gariban Mehmetçiğe oluyor. Ne oluyor? Şehit oluyor? Kim için, kim uğruna, belli mi? Anlayan için elbette belli!.. Evet içimizdeki kurtçuklar, ne Sevr üstüne gittiler, ne de ‘Yüz Ellilik’ hayinlerin üstüne... Niçin üzerlerine istenilen oranda gitmediler? Onu da siz bulun!
Günümüzün hayinleriyle, geçmişin hayinlerinin yaşadığı zaman kesiti farklı olsa da, onların bazı ortak yönleri vardır. Buna göre eski-yeni, ölü-diri bütün hayinlerin buluştukları ortak nokta, Türklük düşmanı olmaları hususudur. Ayrıca bu hayinlerin, batılı ülkelere yağcılık ve de yaltaklanmaları da en önemli ilkeleri arasındadır. Bu bağlamda kendi devlet ve ortamlarını küçük görmeleri de, bir başka yaklaşım metotlarıdır. Bu hayinler, Türklüğe, Türk milliyetçiliğine saldırırken, Türk milletini küçük görürken, işkembelerini de bu milletin emeğinden, alın terinden sağlamayı da hiçbir zaman unutmazlar.Aynı şekilde, varlıklarını sürdürebilmek uğruna, bu ülkenin kaynağını yurt dışına peşkeş çekerler. Niçin? Sadece, iğrenç vücutlarının varlığını sürdürmek için...Bakınız, Sayit Molla’ya, bu şahsı tanıyınız, iyi inceleyiniz!..Göreceksiniz ki, bu şahıs, Anglo-Sakson-Yahudi ittifakının o dönemde, İngiliz kanadına bağlı olarak çalışıyordu. Şu anda, bu ittifakın ABD kanadı ön pilandadır. Öyleyse bu duruma göre de, günümüzün Sayit Molları kimlerdir? Bunu da siz arayın, tarayın ve de bulun! Bu da sizin, ev ödeviniz değil ama, millet namına yurttaşlık ödeviniz olsa gerekir...Bakınız geçmişteki hayinlerin yaşadıkları yerlere ve makamlarına...Bakınız, günümüzdeki hayinlerin yaşadıkları yerlere ve kazançlarına...Ey Türk milleti! Geçmişteki hayinleri tepelemek ve de etkisiz kılmak, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde sağlanmış ve o hayinler bu ülkeden kovulmuştur. Günümüzdeki hayinlerin akıbetini ise, bizler hep birlikte belirleyeceğiz. Onları palavralarında, yalan, riya, çıkar kokan ilişkilerinde yakalayıp ya sindireceğiz! Ya sindireceğiz! Ve yüzlerine karşı her zaman haykıracağız: ‘burası Türkiye, başka yolu yok’ diyeceğiz...Diyemezsek eğer, bunu düşünmek bile istemiyorum, o zaman bu topraklarda kuldan da öte ne olabilirsiniz? Beni bu ülkede bırakmazlar ama, sizi bırakırlar mı sanıyorsunuz? Bırakırlarsa ne olarak bırakırlar, iyice araştırın! İşgal altına düşen Türklerin kaderini, inceleyin, onların tarihini okuyun!Bakınız Ahıskalılara... Bakınız benzer durumdaki Türklere....