TABUTTA EMEKLİ OLAN BİRİ: S. AHMED ARVASÎ / Arslan Kurtalp
01 Ocak 1970
Çalışmak, hiç durmadan çalışmak… Beyninin zonkladığını bile hissedemez hâle gelene kadar çalışmak… Ne için? “İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır” hadisinin şemsiyesi altına girebilmek için. Dur durak bilmeden okumak, araştırmak, yazmak…
Başlığı görmezden gelsek ilk paragrafta tarif edilen kişinin kim olduğunu bulmakta zorlanırız. Çünkü bizim tefekkür dünyamızda “beyninin zonkladığını bile hissedemez hâle gelene kadar çalışan” o kadar çok münevver vardır ki. Buna Merhum Necip Fazıl Kısakürek’i örnek verebiliriz. Zira Arvasî Hoca Hasbihâl adlı eserinin 1. cildinde şöyle diyor: “78 yaşında kaybettiğimiz merhum üstâdımız ve şairimiz Necip Fazıl Bey’e TRT muhabiri soruyor: ‘Emeklilik ne zaman?’ ve O cevap veriyor: ‘Tabutta!’… Ve öyle oluyor. Necip Fazıl Bey, çalışma odasında vefat ediyor.”
Arvasî Hoca, Necip Fazıl’ın bu cevabını yıllar önce gazetedeki “hasbihâl” köşesinden böyle aktarmış. Tabutunun hangi ağaçta olduğunu bilmeyen Arvasî Hoca o zaman kendisinin de “tabutta emekli” olanlardan olacağını bilemezdi herhâlde. Ama o da Necip Fazıl gibi çalışma masasında vefat edecekti.
Arvasî Hoca’yı anmak için böyle bir yazı kaleme alıyorum. Ama biliyorum ki onu andığım zaman değil, anlayabildiğim ve daha ötesinde anlatabildiğim zaman onun ruhunu şad etmiş olacağım (inşallah). Arvasî Hoca’yı anlatabilmek için yeteri kadar birikime ve de sayfaya sahip değilim. Ama dilim döndüğünce duygularımı, düşüncelerimi ifade etmeye çalışayım.
Arvasî Hoca’nın ülkümüze yapmış olduğu katkıyı hiç kimse inkâr edemez herhâlde. İlk olarak “Türk-İslam Ülküsü” ifadesini davamıza kazandırmıştır. Zaten Arvasî Hoca’nın fikirlerinin temeli bu iki değere dayanır: Türklük ve İslamiyet. Aslen Arap olduğu hâlde kendini Türk hisseden Arvasî Hoca bu duygularını şöyle ifade eder: “Ben İslâm, iman ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslâm'ı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim.”
Arvasî Hoca, Türklüğün ve İslamiyet’in birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu savunurdu. İslamiyet’in ve bütün insanlığın geleceğini yine Türk milletinde görüyordu. Biraz daha açarsak; Türklük ve İslâmiyet’in geleceğini “Ülkücü nesil”de görüyordu. Ömrünü, bu özlenen nesli yetiştirmeye harcamıştı. “Türk-İslâm kültürüne, Türk-İslâm medeniyetine, Türk-İslâm Ülküsü'ne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslâm aşk ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni, İslâmiyet'i ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, dünya Türklüğü'nün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olamaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çâremiz yok.” “Ben Afrika’nın ortasında dünyaya gelmiş ve bu akla da sahip olsaydım tereddütsüz Türk milliyetçisi olurdum. Çünkü ben Türk milletinin de, İslam âleminin de, mazlum milletlerin de kurtuluşunun Türk milliyetçilerinde, Türk - İslam Ülkücülerinde olduğuna ‘Amentüye iman ettiğim’ gibi inanıyorum.”
Arvasî Hoca, kana dayalı ırkçılığı reddederdi. Bunu reddedişinin en bariz örneği zaten bizzat kendisiydi. Soyca Arap olmasına rağmen Türk milleti için birçok Türk’ten daha fazla çalışır, fikir sancıları çekerdi. Bugün “kültür milliyetçiliği” dediğimiz “içtimaî ırk” fikrini savunurdu. Onun için din, dil, kültür ve kader birliği önemliydi: “Kimse biyolojik verasetini tâyin irâdesine sahip değildir. Ama içtimaî ırk tercihe açıktır. Aynı tarihe, aynı kültüre, aynı din ve ülküye sahip olan insanlar arasında kan ve soy birliği şuurunun güçlenmesine yol açar.”
Aileye çok önem verir, ırk kavramına aile hususunda dikkat ederdi: “Türk milliyetçisi, Türk içtimaî ırkını benimser, sever ve sevdirirken ailelerini de bu espri içinde kurmaya çalışır. Kozmopolitlikten hoşlanmaz. Bununla beraber, başka içtimaî ırkları da Allah'ın bir âyeti olarak değerlendirir.”
Bir insanın hem Türk, hem Müslüman, hem de medenî olabileceği fikrini ısrarla savunurdu. Bu konuda Ziya Gökalp’ın “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Batı medeniyetindenim” sözünün “Batı medeniyetindenim” kısmını doğru bulmaz ve eleştirirdi: “İnanıyorum ki, hem Türk, hem Müslüman olmak, hem de muasır dünyaya öncülük etmek mümkündür. Ecdadımız bütün tarihleri boyunca bunu denediler ve başarılı oldular. O hâlde bizler niye bu tarihî misyonumuzu yerine getirmeyelim.”
Arvasî Hoca, Merhum Başbuğumuzun yazmış olduğu “9 Işık” adlı esere de katkıda bulunmuştur. “Dokuz Işık” ülkücüler arasında elden ele, gönülden gönüle dolaşırken Arvasî Hoca bu esere bazı eklemeler yapılması gerektiğini düşünmüş ve bu fikrini (yanlış hatırlamıyorsam) Sakin Öner vasıtasıyla Başbuğumuza iletmiştir. Merhum Başbuğumuz bu fikre onay vermiş ve “İstediğiniz gibi değiştirebilirsiniz” demiştir. Bu suretle Arvasî Hoca “9 Işık”a bazı eklemeler yapmıştır. (Bu bilginin kaynağı Arvasî Hoca’nın arkadaşı Prof. Dr. Cahit Baltacı’dır).
Arvasî Hoca, Türk-İslam davasını beyninde bir fikir sancısı olarak çekmesinin yanında Mamak zindanlarında çile hâlinde de çekmiştir. Zaten eskiden beri onu sıkıştıran kalbi, Mamak zindanlarında daha fazla rahatsız etmiştir. Başbuğumuz bu konudaki bir hatırasını şöyle nakleder: “Tutukevinde geçirdiği kalp rahatsızlığı dolayısıyla Ankara Mevkii Hastanesi’ne kaldırıldı. O gün, daha dün gibi hatırımdadır. Görevliler kendisini hastaneye gitmesi için aşağıya indirdiler. Biz, yukarıda kalmıştık. Odamın penceresinden dış kapının açıldığı merdivenleri görebiliyordum. Arvasî hocamızı hastaneye götürecek cankurtaran henüz gelmemişti. Ayakta bekleyecek hali yoktu, bitkin bir vaziyette taş merdivenlere oturarak cankurtaranın gelmesini bekledi. Yukarıdan askerlere seslendim. Bir binbaşı çıktı. Kendisine Arvasî Bey’in rahatsız olduğunu, bir sandalye getirilmesi için emir buyurulmasını rica ettim. Bu ricamdan sonra bir sandalye getirdiler. Daha sonra cankurtaran geldi ve uzaktan birbirimize el sallayarak ayrıldık, vedâlaştık.”
Arvasî Hoca dinî konularda çok hassas davranmıştır. Gerek kitapları, gerek gazetedeki köşesi ve gerekse sohbetleri vasıtasıyla dinî bilgilerini ülküdaşlarıyla paylaşır, onlarla İslâmiyet’in güzelliklerini paylaşırdı. Türk milletinin her zaman tek tanrı inancına sahip olduğunu, hiçbir zaman Şamanist olmadığını savunurdu. “Tarihte yontulmuş Tanrısı olmayan bir millet vardır, o da Türk Milleti’dir.” derdi.
Dünden bu yana, bugün de dâhil olmak üzere “bozkurt”tan korkan sözde dindarlara karşı “bozkurt”un bir put şeklinde algılanmasının doğru olmadığını, “bozkurt’un Türklüğün simgesi hâline geldiğini savunurdu: “Hiç bir zaman Türk’ün totemi olmamış olan bozkurt, coğrafyamızın kültürümüze kazandırdığı bir motiftir.”
Arvasî Hoca, öğreticilik vasfıyla da örnek teşkil ederdi. Şimdi profesör olan bir talebesinden dinlediğim kadarıyla, okullarda “dayak” atmanın gayet normal olduğu yıllarda dayağın çare olmadığını görmüş ve bunu tatbik etmiştir. Bununla birlikte onun eğitimle ilgili görüşlerinin ne kadar önemli olduğunu birçok eğitimci belirtmiştir.
Arvasî Hoca, 56 yıllık hayatını dolu dolu yaşamıştır. Sürekli düşünmek, okumak, bildiklerini sohbetlerinde aktarmak ve yazı yazmak… Bütün hayatı bu düzen üzerine kurulu olmuş; tevazudan zerre taviz vermemiş, makamda mevkide asla gözü olmamış, sadece insanlara faydalı olabilmeyi ve özlemini duyduğu “ülkücü nesli” yetiştirmeyi gaye edinmiştir.
Arvasî Hoca, ülkü yolumuzdaki kilometre taşlarından biridir. Onun eserlerini okumadan söylenen “ülkücüyüm” ifadesi bence kesinlikle eksik kalacaktır. Ülkücü gençlik Arvasî Hoca’nın öncelikle Türk-İslâm Ülküsü (3 cilt), Hasbihâl (6 cilt), İlm-i Hâl, Doğu Anadolu Gerçeği adlı eserlerini okumalıdır. Bu eserler bir ülkücü için başucu kitabı niteliğindedir. Arvasî Hocamıza dualarımızın yanında verebileceğimiz en güzel hediye onu okumak, anlamak ve anlatabilmek olacaktır.
Ah Arvasi Hocam… Bir insanı görmeden, tanımadan ona hasret duyulabilir mi? Biz sana hasretiz, senin hasbihâline hasretiz.
Ruhun şâd, mekânın cennet olsun…