Halil İnalcık: Bana Osmanlı arşivlerini verin, size bir kültür imparatorluğu kurayım
M.Mazlum Çelik 01 Ocak 1970
100 yaşında yaşamını yitirdiğinde beraberinde yüz yıllık bir belleği de götüren ancak arkasında nice yüzyılların tarihini bırakan, her ideolojiye ilmi hoşgörü ve mesafeyle yaklaşmış “Hocaların Hocası” Halil İnalcık’ın ölümünün dördüncü yıl dönümü
27 Mayıs 1960 askeri darbesi başarılı olduğunda alkış sesleri ilk kez üniversite kampüslerinden duyuldu.
Cübbesini sırtına geçiren birçok akademisyen tankların önünde yürüdü ve darbeyi meşrulaştırmak adına elinden geleni ardına koymadı.
Bazı akademisyenlerse suskun kalmayı tercih etti…
Suskunlar ikiye ayrılıyordu; bunlardan ilki Fuat Sezgin gibi ailesi Demokrat Parti kökenli olanlar; diğer gruptaki suskun akademisyenlerse ilmi çalışmalara zarar gelmesinden endişe edenlerdi.
Bu gruptakilerin cunta ile doğrudan bir problemi yoktu, hatta görev verilmesi halinde layıkıyla yapmaya hazırdı. Nitekim Halil İnalcık bu grupta olan akademisyenlerden birisiydi.
İnalcık’ın darbeyi gerçekleştiren cunta ile ideolojik bir çatışması yoktu. Hatta darbeyi gerçekleştiren zihniyetin gözünde makbul vatandaştı. Çünkü İnalcık, bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün kurdurduğu “Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi”ne, kabul edilen 40 öğrenci arasında birincilikle yerleşmişti. İnalcık’ın bizzat kendisi fakültede öğrencilerin üstlendikleri misyonu şöyle açıklıyordu;
Biz Dil Tarih’te 40 kişi kendimizi adeta Atatürk’ün takımı gibi hissediyorduk.
İnalcık hakkında en detaylı çalışmalardan birisinin müellifi Özer Ergenç bu fakültenin merhum yazarımızın hayatındaki önemini ciddiyetle vurgulamaktadır:
Türk ulusunun modernleşmesini hedefleyen Türk Devrimi, batı dünyasını yaratan moderniteyi örnek almıştır.
Modernite denilen olguyu içeren süreçte, ki bu süreç 1650’lerden 1970’lere kadar uzanır, birinci belirleyici olan ulus devletler ve uluslaşmadır.
İkincisi ise, özellikle devrimle özdeşleşen eleştirel düşünce ve bilgi üretmedir…
Dönemin eğilimlerini yansıtan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi O’nun modern düşünceye yönelmesini sağladı
Bu bağlamda darbe gerçekleştikten sonra Cuntanın faydalanabileceği isimler arasında gördüğü Halil İnalcık’ı hem saha tespiti yapması hem de darbenin meşru nedenlerini anlatması amacıyla Güney Doğu Anadolu Bölgesi’ne gönderdi.
İnalcık çalışmalarını tamamlayıp da Ankara’ya döndüğünde bugünün siyasi cereyanları içerisinde bile oldukça radikal görülebilecek bir takım tedbirler önerdi.
İnalcık raporunda Kürtleri anlayacak ve onların sorunlarına gerçekçi çözümler üretecek bir bölgesel enstitünün kurulmasının ülkenin menfaatine olduğunu bildiriyordu.
İnalcık’ın tavsiyelerini ciddiye alan Cunta, kendi içerisinde meydana gelen politik darbeler sebebiyle harekete geçememiş ve İnalcık’ın tavsiyeleri zaman içerisinde unutulmuştu.
İnalcık’ın Cunta ile ciddi problemleri olmasa da iyi bir Doğu Dilleri akademisyeni olan eşi Şevkiye İnalcık, Cunta’nın gazabına uğramaktan kurtulamayacaktı.
Merhume Şevkiye Hanım bir ders sırasında 12’nci yüzyılda Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye çevrilmesi bahsine ilmi bir eleştiri getirerek Kur’an-ı Kerim’in tıpkı bir şiirin çevirisinde olduğu gibi tercüme sırasında mana kaybına uğrayabileceğini dile getirdi.
Merhume Şevkiye Hanım’ın bu eleştirisi hemen jurnallendi. Asistan Doktor unvanı ile ders veren Merhume Şevkiye Hanım içlerinde Fuat Sezgin, Sabahattin Eyüpoğlu, Ali Fuat Başgil, Mina Urgan, Haldun Taner gibi birçok önemli ismin olduğu 147 akademisyenle beraber üniversiteden atıldı.
Oysa bu İnalcık ailesi için bir son değildi, ülkenin yetiştirdiği en değerli tarihçilerden birisi olan Halil İnalcık’ın ilme adanmış hikâyesinin başlangıcıydı.
Tolstoy’un dediği gibi "Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir."
24 Nisan 1961 yılında iki genç akademisyen Türk bilimine damgalarını vurmak üzere sessiz ve sedasız bir şekilde şehirden ayrılarak yolculuklarına başladılar.
Bir bilim insanının hayatı
Aslen Kırım göçmeni bir ailenin çocuğu olan Halil İnalcık, 1916 yılında İstanbul’da dünyaya gözlerini açtı. Ankara Gazi, Sivas Gazi Muallim ve Balıkesir Necati Bey Lisesi’nde ilk eğitimini tamamladı.
Halil İnalcık'ın (ortada) babası Seyit Osman Nuri Bey ve annesi Ayşe Bahriye Hanım
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne seçilen 40 kişi arasında birincilikle fakülteye başladı. Bu fakültede tanıştığı Şevkiye Işıl İnalcık hanımefendi ile evlendi.
Akademik kariyerinde ise İnalcık’ın dönüm noktası Fuat Köprülü’nün bu genç yeteneği keşfetmesiyle başladı.
1949’da British Museum’a Osmanlı yazmalarını incelemek üzere gönderilen İnalcık, yurt dışında bulunduğu sırada tarihçilik anlayışını derinden etkileyecek Fernand Braudel’in hem kendisi hem de ünlü eseriyle tanıştı.
2 Haziran 1952 yılında ise İnalcık, “Viyana Bozgun Yıllarında Osmanlı-Kırım Hanlığı İşbirliği” teziyle artık resmen profesördü.
1956 yılında ise Rockefeller Vakfı’nın kendisine sağladığı burs imkânıyla Harvard Üniversitesi’ne misafir araştırmacı olarak gitti. Buradaki eğitim sürecinde de önemli işlere imza atan İnalcık ABD’de kalmayarak 1957’de ülkeye dönmeye karar verdi.
1961 yılında Türkiye’den ayrıldıktan sonra ise ABD, Avrupa, Japonya ve Suudi Arabistan’ın katkı sunduğu birçok bilimsel projede önemli araştırmalar yaparak yüzlerce bilimsel makale üretti. Türkiye’den zoraki ayrılış; İnalcık’ın üretim sürecini olumlu anlamda etkilemiş, özellikle ABD’de önemli işler çıkartmasını sağlamıştı.
Türkiye’ye ancak 32 yıl sonra dönen İnalcık Bilkent Üniversitesi Tarih Bölümü’nün kuruluşunda yer alarak Türk akademi dünyasına tekrar giriş yapmış oldu.
İnalcık’ın tarihçiliği
Cumhuriyet devrinin yetiştirdiği birinci kuşak bilim insanları arasında yer alan Halil İnalcık’ın ihtisas alanı tarih bilimiydi.
Osmanlı tarihçiliği uzun süre vakanüvislere emanet edilmişti. Bu kişiler devletin himayesinde bulunan kişiler olması sebebiyle Osmanlı tarihi çoğunlukla bir patronaj sistemindeydi. Uğur Tatlısumak, Osmanlı’daki patronaj sistemini şöyle tanımlamaktadır:
Patrimonyal sistem: Patron ile patrona biatı kabullenenler veya güç olgusunu en üst düzeyde kullanan iktidar ile gücün üzerlerinde kullanıldığı sosyal tabakalar arasında ortaya çıkan ilişki modelidir.
Patrimonyal ilişki, aynı zamanda bir patron ve hizmetkâr ilişkisidir. Buna göre tarihte böyle bir ilişkiler sisteminin tarihi geçmişinin oldukça eskiye gittiğini söyleyebiliriz. Çünkü tarihte güç kullanımı, insanlık tarihinin en eski zamanına kadar gider. Tarihteki siyasî sistemler de zaten bu güç kullanımının sistematize edilmiş bir hâlidir. Bu sebeple patrimonyal sistemin başlangıcı çok eskidir.
Osmanlı tarihyazıcılığının bütün geleneksel toplumlardaki tarihçilikte görülen özelliğine değinebiliriz. Zamanı ve mekânıyla sınırlı olan bir tarihyazıcılıktır bu: yani, tarihyazıcısının kalemi, kendi dünyasıyla sınırlıdır. Yeni alanlara, yeni tekniklere, yeni yorum ve bakış açılarına yönelmek gibi bir ihtiyaç duyulmaz. Zaman sınırlıdır: bunu yaşanan ve geçmiş an olarak alamayız, diakronik bir düzey söz konusu değildir. Akan zamandaki değişim, akan zamanın getirdiği biçimlenme ve atmosfer değişikliği, tarihyazıcısının tahayyülü dışındadır.
O, insan ve otorite gerçeğine, boyutları değişmeyen naif bir yaklaşımla bakar. Efsanenin, menkıbenin, rivayetin çarpıcılığı, tarihin soğuk yardımcı bilimleri ve teknikleriyle puslandırmak istemez: daha doğrusu böyle bir problematikten habersizdir.
Tarih profesörü İlber Ortaylı'nın (solda) hocası Halil İnalcık ile 1985 tarihli sohbetinden
Ahmet Cevdet Paşa ile başlayan modern Osmanlı tarihçiliği Genç Osmanlılar ile farklı bir noktaya evirilecekti.
Pozitivizm ve milliyetçilik anlayışı arasında sıkışan tarih anlayışı bir ulus yaratmak için ideolojik bir aygıt olarak kullanılıyordu. İnalcık bu durumu Balkan Savaşı ile başlatarak önemli tespitlerde bulunacaktı:
Avrupa deneyinde olduğu gibi ve ulusçu fikirlerin yayılmasına eşzamanlı olarak, yüzyılın başında Osmanlı tarihyazımı da yeni bir safhaya girmişti.
Bazı cemiyetler ve yayın kuruluşları içinde örgütlenen entelektüel ulusçuluk, çeviri etkinlikleri ve uyarlamalar yeni edebi türlerin tanıtımıyla başladı.
Finlandiya ve Macaristan gibi nispeten yeni ulusal kimlik kazanmış ülkelerin izlediği edebi ve milli kurumlaşmalar ve yayın faaliyeti Osmanlı’da da gelişiyordu.
Bilime, milliyetçi akımlara ve Türkçülüğe duyulan ilgi Türk Derneği, Tarih-i Osmanî Encümeni, Asar-ı İslamiye ve Milliye Tedkik Encümeni-Milli Tetebbular Mecmuası ve nihayet Türk Ocakları gibi kurumlarda ve bu kurumların yayınlarında kendini göstermeye başladı.
Fuat Köprülü ekolü, akademileri tesiri altına almış ve Ziya Gökalp anlayışının dönemin düşünce dünyasını esir aldığı sıralarda İnalcık başka bir mürşide bağlanmıştı.
Türk tarih yazıcılığında Ömer Lütfi Barkan, “Hocaların Hocası” olarak kabul edilen Halil İnalcık’ı adeta büyülemişti. İnalcık, Barkan’ın üzerindeki tesirini şöyle açıklayacaktı:
Doktora tezinde tespit ettiğim sosyal tarih konuları beni cezbetti, çalışmalarım sosyal tarih üzerinde yoğunlaştı.
O zaman birisi bu konuda ufuk açan büyük araştırmalar neşretmeye başlamıştı: Ömer Lütfi Barkan.
Bizim tarihimizi incelemek o kadar güçtür, çünkü arşiv kaynakları neşredilmemiştir. Onun için Türk tarihçisi bir yere varmak için hem mühendis, mimar olacak, hem de amele gibi çalışacak. Belgeleri bulacaksınız, doğru neşredeceksiniz. Sonra ondan çıkacak genel bakışı, genel sonuçları formüle edeceksiniz. Bizim vardığımız tarihçilik bu, benim en yakın olduğum kimse Barkan’dı...
Barkan, Strasbourg’dan dönmüş, köylünün tarihte toprak meseleleri ve sosyal şartları üzerine makaleler yazıyor.
Ben de “Tanzimat ve Bulgar Meselesi” kitabımda bu konuları incelemiştim. Osmanlı İmparatorluğu’nda köylü, köylünün yaşam şartları, sosyal meseleler üzerine yoğunlaşmaya başladım.
Türk İktisat Tarihi Enstitüsü'nün kurucusu Ömer Lütfi Berkan, 1979 yılında yaşamını yitirmişti
İnalcık, Barkan etkisi ve hayranlığını birçok eserinde altını çizerek vurgulamaya devam ediyordu;
Bu alanda Ömer Lütfi Barkan’ın çığır açan öncülüğünü ve kitaplıklarımızı dolduran anıtsal eserlerini anmadan geçemeyiz.
O zamandan beri içeride ve dışarıda, Osmanlı tarihi uzmanları araştırmalarını, imparatorluk demografisi, ekonomisi ve maliyesi, toplum hayatı ve sosyal ilişkiler üzerinde yoğunlaştırmışlardır.
İnalcık kendi yöntemini bir kalıba ya da bir kişiye bağlama anlayışına sert bir şekilde karşı çıkmıştı. İncelediği konu ve belgeye göre Marksizm’den de faydalandığını belirten İnalcık, bazı kesimlerce Osmanlıcılık yapmakla da suçlandığını belirtmekteydi.
Halil İnalcık’ın her ideolojiye olan ilmi hoşgörüsü ve mesafesi siyaseten de geçerliydi. Türkiye ile akademik ilişkileri kesen İnalcık, Türkiye ile bağlarını koparmış değildi.
Eski öğrencisi ve Turgut Özal hükümetlerinde Milli Eğitim Bakanlığı görevini yürüten Hasan Celal Güzel, hocası Halil İnalcık ve merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı bir araya getirmeyi başarmıştı.
İnalcık hiçbir politik önyargı taşımadan Turgut Özal’ın arşivleri düzenlemeye yardımcı olma teklifini kabul etti.
“Tarihçilerin Kutbu”, “Hocaların Hocası” gibi birçok unvanla yâd edilen Halil İnalcık, 99 yaşına girdiğinde dâhi ölmeden önce tamamlaması gereken iki kitabı olduğunu söylüyordu.
Ömrünün son saatine kadar ilmi çalışmalarına ara vermeyen İnalcık, 25 Temmuz 2016 tarihinde hayata gözlerini yumdu.
İnalcık arkasında yüzlerce makale, onlarca kitap ve en önemlisi sayısız öğrenci bıraktı. Pek de gönüllü olmadan başladığı yolculuğunun sonunda kendisi bir ekole dönüşmüştü.
Sık sık “Bana Osmanlı arşivlerini verin, size bir kültür imparatorluğu kurayım” sözlerini dile getiren İnalcık’a, Türkiye ve dünyadan sayısız fahri doktora ünvanı verilmiş ve eserleri günümüzde Japonya’dan Amerika’ya birçok üniversitede ders kitabı olarak okutulmaktadır.
*Daha ayrıntılı bir okuma için Emine Çaykara’nın Tarihçilerin Kutbu “Halil İnalcık” Kitabı; Özer Ergenç’in “Halil İnalcık Neden Büyüktü” çalışması; Uğur Tatlısumak “Osmanlı Uleması ve Patronaj İlişkisi” çalışması; İlber Ortaylı’nın “Osmanlı Tarihyazıcılığının Evrimi Üstüne Düşünceler” çalışması ve Fehime Yüksel’in “Halil İnalcık’ın Osmanlı Tarihi Araştırmalarına Sosyolojik Bir Bakış” çalışmaları incelenebilir.