Prof.Dr. Mustafa KAFALI
Prof.Dr. Saadettin GÖMEÇ 01 Ocak 1970
Gençlik yıllarımda birtakım milliyetçi dergilerdeki yazılarından takip ettiğim Prof. Dr. Mustafa KAFALI ile şahsen tanışıklığım, 1981 yılında onun talebesi onuruna erişmemle başlayıp, bugüne kadar gelmiştir.
Talebelik senelerimde sadece gazete ve dergi köşelerindeki yazılarıyla, resimlerini gördüğüm bu abide şahsiyet ile birebir karşılaştığımda, rahmetli Atsız Hoca’nın ona boş yere “Yamtar” lakabını vermediğini anlamıştım. Bilindiği üzere Atsız Beğ’in meşhur Bozkurtlar adlı eserindeki Yamtar adlı yiğit, gözünü budaktan esirgemeyen, kendinden sayıca fazla kişilerle kolayca mücadele edebilen, iri-yarı cüsseli, Kür Şad’ın kırk arkadaşından biri, devlet ve millet uğruna kendisini feda eden bir kişidir. Tabiri caizse Mustafa Kafalı Hocamız da tıpkı onun gibi, nerdeyse 1.90 boyunda,90 kilo civarında bir yapıya sahip idi. Tabi şimdi ilerlemiş yaşından ötürü bu cesameti pek belli olmuyorsa da, ona bakan herkes karşısında daima sanki heybetli bir heykel görür.
12 Eylül öncesinin komünist ve bölücüleri işte bu gözü-pek iri-yarı yiğitten bu özelliğinden dolayı hep korkmuşlar, onunla karşı karşıya gelmekten çekinmişlerdir. O Türk milliyetçilerinin serdengeçti delisi olmuştur.
Talebesi bulunduğum yıllarda, ondan kendi devrinin pek çok ilim, siyasetçi ve fikir adamına dair hatıralarını bizzat ağzından dinledim. Başta Türklük davasına gönül veren herkesin örnek aldığı, Türklük bayrağını Mustafa Kemal’in ardından, her türlüğü zorluğa rağmen ölene kadar taşıyan ve bütün dünyadaki Türkçülerin ölümsüz ilham kaynağı Atsız Hoca’nın hakkında pek çok şeyi ondan öğrendim. Türk milliyetçiliğinin kahraman savaşçısı Alparslan Türkeş’e dair kimsenin bilmediklerini, Ülkücü Hareketin mücadelesini birebir yaşadıklarıyla bizlere aktaran Mustafa Hoca’dır. Onun da hocası Zeki Velidi Togan’ı, Osman Turan’ı, Fuat Köprülü’yü, İbrahim Kafesoğlu’nu, Necmeddin Hacıeminoğlu’nu herhalde en iyi tanıyan kişi Prof. Dr. Mustafa Kafalı’dır. Tabiî ki bütün bu saydıklarımıza dair hatıraları bire bir onun ağzından dinlemek gerekir. Dolayısıyla Kafalı Hoca aynı zamanda yaşayan bir tarihtir.
Bugün piyasada tarihçiyim diye gezinen, büyük tarihçi edasıyla dolaşanların hiçbirisi Mustafa Kafalı Hoca’nın eline su dökemezler. Türk tarihini başlangıcından Cumhuriyetimize kadar ondan daha iyi bilen yoktur. Böyle olmasına rağmen, o maalesef taşıdığı Türk milliyetçisi kimliğinden dolayı görmezlikten gelinen bir değerdir.
Mustafa Kafalı Hoca ile 2001 tarihinde emekli olana kadar tam 20 yıl birlikte çalıştık. Bu birliktelik hiçbir vakit kesilmedi. Başımız sıkıştığında veya bilmediğimiz bir şeyi öğrenmede hep ona müracaat ettik. Zaten hocalığın sadece ders vermekten ibaret olmadığını biz ondan öğrendik.
Akademik hayatımın her devresinde bana destek olan Prof. Dr. Mustafa Kafalı’nın üzerimdeki emeğini asla unutamam. Fakülteyi bitirdikten sonra asistan olarak yanına girdim. Doktoramda bana danışmanlık yaptı. Bu konuyla alâkalı, bir hatıramı da nakletmek istiyorum.1988 senesinde, Türkiye’nin değişik yerlerinden de gelen ondan fazla arkadaş çeşitli tarih kürsülerinde doktora çalışmalarına başlamış idik. Arkadaşlarımın aşağı-yukarı tamamı Osmanlı tarihiyle bağlantılı ya bir tahrir defteri veya vakıflar hususunda tez aldı. Ben ise eski Türk tarihi alanında çalışma niyetinde idim. Bu durumu rahmetli hocam Prof. Dr. Bahaeddin Ögel’e açtığımda; “oğlum sen de bir tahrir defteri seç, transkripsiyon et, sonuna da 30-40 sayfa bir değerlendirme ekleyip, kafan ağrımadan doktor ol. Niye çetrefilli işlere giriyorsun” demişti. Rahmetlinin bu sözüne binaen ben de Tapu ve Kadastro Müdürlüğünün arşivine gittim ve kendime bir defter alarak çalışmaya başladım. Ancak yaptığım iş hiç zevk vermiyordu. Ögel Hoca’ya bunu söyleyemedim, zaten o sıralar kendisi de rahatsızdı. Bunun üzerine Kafalı Hoca’ya, bu yaptığımdan haz almadığımı, Orta Asya Türk tarihi çalışmak istediğimi bildirdim. Hoca da benim endişelerime ve arzuma hak verip, “oğlum neyi seviyor ve istiyorsan o konuda çalış” demişti. Yani bugün eğer Türk tarihinin eski çağlarıyla alâkalı bir şeyler yapmaya çalışıyor isem onun sayesindedir. Tabi rahmetli Bahaeddin Hoca’ya konu değiştirmemi hiç anlatmadım. Gerçi o da benim iyiliğimi istiyordu, bunu biliyorum.
Mustafa Hoca, evdeşi Sevgi Kafalı ile beraber Türk milliyetçilerinin her daim abi ve ablası oldular. 12 Eylül öncesi ve sonrasında onların evi Türk milletinin ve devletinin geleceğinin tartışıldığı, milliyetçilerin vatan bekası konusunda önemli kararlar aldığı bir mekân olmuştur. Hatta rahmetli Alparslan Türkeş hapisteyken bir aralık Milliyetçi Hareket Partisinin başına geçmesi dahi konuşulmuş idi.
Fakülteyi Ankara’da okuyan Prof. Dr. Mustafa Kafalı sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde asistan olmuş, uzun yıllar burada görev yaptıktan sonra rahmetli Erol Güngör ile beraber Konya Selçuk Üniversitesine gitmişler idi. Bu süreçte yine başka bir Hakk’ın rahmetine kavuşan hocamız Prof. Dr. Mehmet Altay Köymen onu Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine birkaç kez çağırmış olmasına rağmen, Kafalı Hoca Konya’da çok işlerinin olduğunu ileri sürerek bu davetlere icabet etmemişti. Ancak 12 Eylül’den sonra Konya’daki bu çalışmaları ve yazdığı makaleleri yüzünden zamanın sıkıyönetim komutanınca sakıncalı görülüp, il sınırları dışarısına çıkarılmasına karar verilince, apar-topar buradan eşiyle beraber ayrılmak zorunda kalmış; rahmetli İhsan Doğramacı ve Ankara Üniversitesinin o dönemdeki rektörü Prof. Dr. Tarık Somer’in girişimiyle kendisine Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde kadro bulunmuş idi. İşte bu sebepten Ankara’ya gelince, rahmetli Köymen Hoca’nın nasıl tarih bölümü koridorunda oynadığını bize anlatmıştı.
Yıllarca kendisiyle uğraşan, kuyusunu kazıp, kötülüğünü isteyenlere bile kin gütmedi. Sağcısı, solcusu, fakültedeki bütün meslektaşlarının meseleleriyle ilgilendi. İşte o yüzden, bugün bazı emekli hocalar okula geldiklerinde çalacak kapı bulamazlarken, Mustafa Kafalı Hoca’yı misafir etmek için herkes seferber olmaktadır.
Prof. Dr. Mustafa Kafalı’nın bütün hayatı mücadelelerle geçtiği bir yana ailesinde de bazı felaketlerle karşı karşıya kaldı. Elinde baba gibi büyüttüğü hem kayınbiraderini, hem de baldızını çok genç yaşlarda yitirdi. Onların çocuklarına hem dedelik hem babalık yaptı. Hala bizleri zaman zaman arayıp, halimizi-hatırımızı soran bu derviş ruhlu büyük insana Allah’tan sağlıklı, uzun ömürler diliyorum.