GÜLŞEHRÎ
M.Fatih Köksal 01 Ocak 1970
Gülşehrî, adından şuara tezkireleri ve diğer biyografik kaynaklarda bahsedilmeyen bir şairdir. Hayatı hakkında bilinenlerin hemen hepsi eserlerinden yola çıkılarak elde edilmiş bilgilerdir. Mevlânâ’yı saygıyla anmasından hareketle, Mevlevîliği yaymak için Sultan Veled tarafından Kırşehir’e gönderilmiş olabileceği belirtilmekte (Levend 1957: 10) ise de bunu doğrulayacak bir bilgi mevcut değildir. Aynı şekilde Hârezm’den gelip Ankara civarına yerleştirilen Oğuz boylarına mensup olduğu (Özkan 1996: 250) da tahminden ibarettir. Ne şairin eserlerinde ne de kaynaklarda bu hususta bir açıklık vardır. Gülşehrî’nin asıl adının ne olduğu da çok tartışılmıştır. Başta Fuat Köprülü olmak üzere kimi bilim adamları ve araştırmacılar Mantıku’t-Tayr’ın şimdi Arkeoloji Müzesi’nde bulunan Süleymaniye Kütüphanesi Halis Efendi nüshasının başlığında geçen “eş-Şeyh Ahmedü’l-Gülşehrî” ibaresine dayanarak şairin asıl adının Ahmed olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak Agâh Sırrı Levend’in (1957: 10-11), Mantıku’t-Tayr’da geçen bazı beyitlere nazaran şairin adının Süleymân olduğuna dair tezi önemli ölçüde kabul görmüştür. Müstensihler veya kütüphane görevlilerinin bazı eserlerin müellifleriyle ilgili yanlış kayıtlar düşmelerinin pek çok örneği vardır. Dolayısıyla asıl adının Ahmed olması hususundaki yegâne dayanağın da bu tür bir kayda dayanması söz konusu tezi zayıflatan bir husustur. Öte yandan şairin gerçek adının Süleymân olduğunu ileri sürenlerin temel dayanağı ise Mantıku’t-Tayr’ın sonlarında geçen;
İy Süleymân şol kopuzun kılını
Bur kim ögrenlüm bu kuşlar dilini
beytidir. Gerçekten de metin bağlamında değerlendirildiğinde buradaki Süleymân’ın Süleymân Peygamber olamayacağı açıktır. Ne var ki bir sonraki beyit, Gülşehrî’nin asıl adının Süleymân olduğu iddiasını bütünüyle geçersiz kılmaktadır:
Kuş misâli bunda Attâr’un durur
Kalanını eyleyen yârun durur
Gülşehrî, arkadaşı (yâri) olduğu açıkça anlaşılan Süleymân’a hitap ettiği bu iki beyitte “Ey Süleyman, şu kopuzun telini kıvır (akort et) ki bu kuş dilini öğrenelim. Bu eserde Attâr’ın payı kuş kadardır. Onun dışında kalanların hepsini yazan arkadaşındır (benim).” diyerek kendi hikâyesinde, çeviriye esas olan Attâr'ın kitabından fazla bir eser kalmadığını ifade etmekte, yani eserinin büyük oranda “orijinal” olduğunu vurgulamaktadır. Kaldı ki Gülşehrî mahlasını öz adı olarak benimsediği açıkça görülen şairin Felek-nâme ve Kerâmât-ı Ahi Evran’da söylemediği asıl adını bu eserinde söylemesi makul de değildir. İlk eseri olduğunu bildiğimiz Felek-nâme’yi yazmadan önceki hâli için “Şeyh falân dirler-idi bana dakı” diyecek yerde “Şeyh Süleymân didiler bana dakı” diyebilirdi. Bu ibare bile şairin Gülşehrî adıyla, kendi adını unutturmak istercesine bütünleştiğini göstermeye yetmektedir. Bu durumda Gülşehrî’nin asıl adının Süleymân olduğu iddiası temelsiz kalmaktadır. Dolayısıyla konuyla ilgili yeni bir bilgiye ulaşılana kadar da adının Ahmed olduğunu kabullenmek gerekmektedir. Şairin Gülşehrî mahlasını, Kırşehir’in eski adı olan Gülşehir’e nispetle aldığı anlaşılmaktadır.
Şeyhoğlu’nun Kenzü’l-Küberâ’sı, Ahmedî’nin Dîvân’ı ve İskender-nâme’si, Kayserili Kâtib İbrâhîm Beğ’in Külliyât’ı, Hatiboğlu’nun Letâ’if-nâme’si, Pîr Mehmed b. Yûsuf-ı Ankaravî’nin Tarîkat-nâme’si ve Kemâl Ümmî’nin şiirlerinde Gülşehrî adı bir vesileyle anılmaktadır. Bunlardan başka, ilk nazire mecmualarından Ömer b. Mezîd’in Mecmû’atü’n-Nezâ’ir’i ile Eğridirli Hâcı Kemâl’in Câmi’u’n-Nezâ’ir’inde de şiirlerinin yer alması, bize şairin XVI. yüzyıla kadar tanınan, pek çok şairden ilgi ve saygı gören biri olduğunu göstermektedir. Çağdaşlarının eserlerinde böylesine anılmasından hareketle çağının önde gelen ediplerinden olduğunu söyleyebileceğimiz Gülşehrî’nin, Mantıku’t-Tayr’da anlattığına bakılacak olursa kendisi, Kırşehir’de içinde her gece sema yapılan bir zaviye sahibi, herkesin saygı gösterdiği, çok sayıda müridi olan ünlü bir şeyhtir. Felek-nâme’de ise pek çok yer gezdiğini, oralarda daha önce kitaplarını gördüğü pek çok kimseyle tanıştığını belirtmektedir. Yine Felek-nâme’ye göre ömrünün son yirmi yılında bulunduğu şehirden hiç ayrılmamış ve bu esnada devlet adamlarından büyük bir sevgi ve saygı görmüştür. Devrinin önde gelen şahsiyetleri arasında olduğuna kuşku olmayan Gülşehrî, Mantıku’t-Tayr’da “altı er” diye nitelediği “Senâî, Attâr, Nizâmî, Mevlânâ, Sa’dî ve Sultan Veled”e “yedinci” arkadaş olarak kendisini tayin etmektedir. Hem Arapçadan hem Farsçadan eser tercüme ettiğine göre bu dilleri çok iyi bildiği, dolayısıyla iyi bir eğitim aldığına kuşku yoktur. Devrinin Fars diliyle yazılmış bütün önemli eserlerini okuduğu da anlaşılan şairin, İslâmî ilimlere derin vukufu olan bir hâfız olduğu ise Felek-nâme’sinden öğrenilmektedir. Gülşehrî, bir Mevlânâ muhibbi olmakla beraber onun Mevlevî olduğuna dair kesin bir bilgi veya belge mevcut değildir. Kendisine ait olduğu tartışılan Kerâmât-ı Ahi Evran’a bakılırsa uzun yıllar kaldığı Kırşehir’de Ahi Evran’a hizmet etmiş, onun halifesi olmuştur. Gülşehrî’nin ölüm tarihi de bilinmemektedir. Mantıku’t-Tayr’ın sonundaki “Şükr ol bir Tanrı’ya kim bu kelâm / Ömrümüzden ilerü oldı tamâm” beytine dayanılarak eserin yazıldığı tarihte (1317-18) onun ileri bir yaşta olduğu anlaşılmaktadır. Gülşehrî, bu tarihten sonra, muhtemelen ömrünün son yirmi yılını geçirdiğini söylediği Kırşehir'de vefat etmiş olmalıdır. Bugün Kırşehir’de Ahmed-i Gülşehrî adı verilen parkta adına sembolik küçük bir türbe yaptırılmışsa da şairin gerçek mezarının nerede olduğu bilinmemektedir.
Gülşehrî'nin eserleri şunlardır:
1. Felek-nâme: Şairin ilk eseridir. 701/1301-2 yılında İlhanlı hükümdarı Gazan Han’a sunulmak üzere yazılmış Farsça bir mesnevîdir. Aruzun fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbıyla kaleme alınan eserin bilinen tek nüshası 843/1439 yılında istinsah edilmiş olup Ankara İl Halk Kütüphanesi No. 817’de kayıtlıdır. Yaklaşık 4600 beyit tutarındaki bu mesnevî, Sadettin Kocatürk tarafından doçentlik tezi olarak hazırlanmış ve Türkçeye çevrilerek yayımlanmıştır (1982). Tasavvufî, didaktik ve ahlâkî bir eser olan Felek-nâme’nin temel kaynakları Kur’ân, astronomi bilimi ve Mesnevî’dir. Konusu tasavvuf olmakla birlikte metinde diğer sufîlerin tersine Gülşehrî’nin “akl”a verdiği önem dikkat çekmektedir.
2. Kerâmât-ı Ahi Evran: Fütüvvet önderi Ahi Evran-ı Velî’nin kerametlerinden bahsedilen 167 beyitlik kısa bir mesnevîdir. Bu mesnevînin Gülşehrî’ye ait olup olmadığı konusu çok tartışılmıştır. A. Sırrı Levend’den başlamak üzere günümüze değin pek çok bilim adamı eserin Gülşehrî’ye aidiyetine karşı çıkmışlardır. Claude Cahen ve bazı bilim adamları da Taescner’e katılarak eserin Gülşehrî’ye ait olduğunu belirtmişlerdir. Nitekim bize göre de Kerâmât-ı Ahi Evran mesnevîsinin Gülşehrî’nin olduğunu kabul etmemek için kayda değer hiçbir gerekçe yoktur. Kaldı ki eser, dil ve üslûp bakımından da Gülşehrî’nin olmasına engel teşkil eder bir hüviyette de değildir. İçinde Felek-nâme’nin adı geçtiği hâlde Mantıku’t-Tayr’dan bahsedilmemesine nazaran Kerâmât-ı Ahi Evran, şairin ilk Türkçe eseri olarak kabul edilebilir. Bu mesnevî ilk defa kısa bir önsöz, eserin Arap harfleriyle harekeli matbu metni ve Almancaya çevirisiyle Franz Taeschner tarafından yayımlanmıştır (1930). Taeschner, eserin Gülşehrî’ye ait olamayacağına dair bazı yayınlar üzerine metni, Mantıku’t-Tayr’la karşılaştırmak ve tıpkıbasımını da eklemek suretiyle ikinci kez neşretmiştir (1955). Türkiye’de Taeschner neşrinden hareketle yapılan Latin harfli bazı yayınlar olmakla birlikte eserin ilmî usullerle hazırlanmış metnini Ahmet Kartal yayımlamıştır (2009).
3. Kudûrî Tercümesi: Mantıku’t-Tayr’ın sonlarında geçen iki beyitten şairin Kudûrî el-Bağdâdî’nin (ö. 1037) el-Muhtasar adlı Arapça eserini nazma çektiği anlaşılmaktadır. Ancak henüz bir nüshasına rastlanmayan bu eserin hangi dilde yazıldığı da bilinmemektedir.
4. Mantıku’t-Tayr: Şairin, Feridüddîn-i Attâr’ın aynı adlı eserini esas alarak 717/1317-8 yılında kaleme aldığı mesnevîsidir. Kemal Yavuz (2007) neşrine göre 4438 beyitten oluşan eserin vezni aruzun fâilâtün failâtün fâilün kalıbıdır. Gülşehrî kendisinin de ifade ettiği gibi Attâr’dan aynen çeviri yapmamış, mesnevînin bazı bölümlerini çıkarmış, olmayan bazı bölümleri de metne eklemiştir (Kartal 2004). Bilinen altı yazma nüshası olan Mantıku’t-Tayr, pek çok bakımdan Felek-nâme’yle paralellik göstermektedir. Gülşehrî’nin Türkçe olarak yazdığı en büyük eseridir. Şairin, metnin birer beytinde Gülşen-nâme ve Gülşen adlarıyla da andığı bu mesnevî, Türk dilinin Anadolu’da kaleme alınmış büyük eserlerinin ilklerinden olması bakımından da çok önemlidir. Nitekim Köprülü de (1918: 280) Gülşehrî’nin, kendi eserinin Attâr’ınkinden aşağı olmadığını söylerken haksız sayılmayacağını ifade etmektedir. Mantıku’t-Tayr üzerine Müjgân Cunbur doktora tezi (1952), Temel (2010) yüksek lisans tezi hazırlamıştır. Ayrıca bu mesnevîyi, Agâh Sırrı Levend bir ön söz ilâvesiyle tıpkıbasım olarak (1957), Aziz Merhan (2003) ve Kemal Yavuz (2007) da Latin harfleriyle yayımlamıştır.
5. Risâle-i Arûz: 16 varaklık Farsça bir risaledir. Bilinen tek nüshası Millet Kütüphanesi Farsça No. 517’de bulunan eserde aruz kalıplarının terkip ve teşkili hakkındaki bilgileri bu kalıplara ilişkin olarak verilen örnekler takip etmektedir.
Yukarıdakilerin yanı sıra Gülşehrî’nin, kendi mesnevîlerinde yer alan birkaç gazelle birlikte Türkçe ilk nazire mecmuaları olan Ömer bin Mezîd’in Mecmû’atü’n-Nezâ’ir’i ile Eğirdirli Hacı Kemâl’in Câmi’u’n-Nezâ’ir'inde kaside ve gazel tarzında 7 şiiri bulunmaktadır. Bir şiirinde kendisi hakkında “Gazelleri dükeli lü’lü’-i ter / Kasîdeleri kamu âb-ı hayvân” demesine nazaran gazel ve kasideyle uğraşmış intibaı vermesine karşın elimizdeki gazel ve kasideleri çok azdır. Ayrıca bazı kütüphane kataloglarında Gülşehrî adına kayıtlı irili ufaklı mesnevîler de vardır. Bunlardan Mecmû’a-i Latîfe adlı eserdeki manzumelerin Gülşehrî’ye ait olmadığı ortaya konmuştur (Kocatürk 1982: 41). Yine yaptığımız incelemede Milli Kütüphane Yz A 8294/8 numarada kayıtlı Pend-nâme ile Yz A 3668/2'de kayıtlı Dâstân-ı Tûtî ve Hacc adlı mesnevîlerin de ayrı eserler olmayıp Mantıku’t-Tayr’dan seçilmiş parçalar olduğu tespit edilmiştir.
Gülşehrî, mesnevî tarzında başarılı olmuş ve tesirlerini bu sahada göstermiş bir şairdir. Az sayıdaki gazelleri ise esasında mesnevî tarzında yazdıklarının kafiye farklılığı gösteren örnekleri gibidir. Gülşehrî’nin dünyanın geçiciliği, zühd, takva, iman ve tasavvuf gibi konuları işlediği şiirleri dil, şekil ve muhteva bakımından çağdaşları Âşık Paşa ile onun oğlu Elvân Çelebi gibi şairlerin şiirleriyle önemli oranda benzerlik göstermektedir. Gülşehrî’yi Şeyyâd Hamza, Tursun Fakîh, Muarref Ladikî, Yenipazarlı Hasan hatta Sultan Veled gibi çağdaşlarıyla karşılaştıran Köprülü (1918: 280), bu şairlerle Gülşehrî arasında “sanat itibarıyla çok büyük farklar” olduğunu belirtmektedir.