« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

14 Oca

2009

MEHMET ŞEMSETTİN / AKŞEMSETTİN (1389-1459)

01 Ocak 1970

Soyu 15. Batında Hz. Ebubekir’e (ra) dayanan Akşemsettin’in babası Şeyh Hamza Şam diyarından Amasya’ya gelir ve o zaman Amasya’ya bağlı olan Kavak ilçesine yerleşir. Şam diyarından geldiği için kendisine Şerafeddin- i Hamza Şâmî olarak şöhret kazanır.

Feridüddin-i Attar’ın “Tezkiretü’-Evliyâ” isimli eserinde anlatıldığına göre Şeyh Hamza vefat edip kabre konur. Ertesi günü kabristana girenler Şeyh Hamza’nın bir elini kabrin dışında bulurlar. Yanında da ölmüş vaziyette bir Sırtlan yatmaktadır. Sırtlan cesetleri çıkarıp yemektedir. Şeyh Hamza’nın kabrine dokununca şeyh eli ile onu boğmuştur. Hemen elini yeniden yıkarlar. Yıkanan el kabre çekilir. Bu olaydan sonra kabrin üzerine bit türbe yaparlar ve bu türbe “Kurtboğan Türbesi” olarak anılmaya başlar. (Ferîduddîn-i Attar, Tezkiretu’l-Evliya, s, 270; H. Hüseyin, Amasya Tarihi, 1:210)

Doğumu ve hayatı Osmanlı Devleti’nin yükselme devrine rastlar. Fatih devrinin büyük tabip ve bilginlerindendir. 1389 yılında Şam’da dünyaya gelmiş soyu Şehabeddin-i Sühreverdî’den geçerek Hz. Ebubekir’e (ra) dayanır. Yedi yaşına kadar Şam’da kalmış ve yedi yaşında Amasya’nın Kavak nahiyesine gelmiş ve yerleşmiştir. Yedi yaşında hıfzını tamamlamış ve Amasya ve Osmancık Medreselerinde “Fıkıh, Hadis, Tefsir, Mantık ve Hikmet” gibi ilimlerde ihtisas sahibi olmuştur.


Halk dilinde Ak Şeyh olarak bilinen Akşemsettin nuranî bir çehreye, ruhî bir berraklığa sahip olup genellikle beyaz elbise giyerdi. Sakalı seyrekti, yani köse idi. (İsmail Hakkı Bursevî, Silsile-i Tarikat- Celvetiye, s. 168)

Keskin zekası ve derin ilmi ile Osmancık Medresesi’nin gözdesi olan Akşemsettin dini ilimlerin yanında Eczacılık ve Tıp ilmine de öğrenmiş ve bu sahada “Kitabu’t-Tıb” ve “Maddetü’l-Hayat” isimli eserini yazmıştır.

Akşemsettin daha sonra bir mürşit aramak ve gönül dünyasını zenginleştirmek amacı ile Osmancık medresesinden ayrılarak İran’a ve Maveraünnehri dolaştı. Aradığı gibi birini bulamayarak Anadolu’ya döndü. Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî’nin yanına geldi. Bir şeyi terk etmeden diğerini bulmak zordu. Dünyayı terk etmeyen ahireti bulamıyor, medreseyi terk etmeyen de manevi ve kalbî ilimleri bulamıyordu. Akşemsettin de Kara Medrese’nin meşhur müderrisi olan Hacı Bayram-ı Veli’yi Solfasol köyünde buldu. Onunla görüştü. Zahiri ilmini mana ilmi ile, bilgisini aşk ile, akıl vergisini de gönül vergisi ile mezcedip tamamlamaya başladı. Riyazet ile “Kerâmet-i Âliyeye ve Makâmat-ı Seniyyeye” vasıl oldu. Hacı Bayram-ı Velî’nin dili ile “Bu bir zeyrek köse imiş; her ne kim bizde gördü ve işitti, heman inandı ve teslim oldu.”

İman ve teslimiyetle başkalarının kırk yılda ulaşamadığı mertebeye kısa bir zamanda ulaştı. Hocasından icazet ve izin alarak Beypazarı’na yerleşti. Burada etrafında çok insan toplanınca “Kesrete düştük” diyerek Çorum’un İskilip ilçesi Evlak köyüne yerleşir. Bir müddet sonra burada da “Kesrete düştüğünü” görerek ayrıldı ve Bolu’nun Göynük ilçesine yerleşti. Burada kendi eliyle bir cami ve bir de değirmen inşa etti. Zamanlarını da değerli kitaplarını yazmakla meşgul oluyordu. Burada kaldığı süre içinde yedi defa hacca gittiği ve bir defasında da dört yıl kaldığı söylenmektedir.

Gönlü kara ve aklı kuşkuda olanlar Sultan II. Murad’a Hacı Bayram-ı Veli’yi şikâyet ederler. Hacı Bayram da Akşemsettin’i de yanına alarak Edirne’ye gitti. Sultan II. Murad bu iki şeyhin değerini anlayarak Saray’ın kapılarını açtı ve aralarında teklif ve tekellüf kalktı. Sultan 2. Mehmet henüz beşikte bulunuyordu. Bir gün sohbet esnasında Sultan II. Murad “Fetih bizlere müyesser olacak mı?” diye sordu. Hacı Bayram-ı Veli de “Siz ve biz bunu göremeyiz; ama fethi görmek şu küçük şehzade ile bizim köseye nasip olacaktır” dedi.

Akşemsettin’i yanından ayırmayan Sultan II. Murat küçük şehzadenin eğitimini Molla Gürani ile Akşemsettin’e tevdi etti. Fatih Sultan Mehmet de Manisa Sancağına gittiği zaman hocası Akşemsettin’i de yanında götürmüştür. Manisa’ya Akka, Sayda ve Beyrut kalelerinin düştüğü haberi gelince şehzade Mehmet üzüntüsünden ağlamaya başlayınca Akşemsettin onu teselli ederek “Üzülme her şeyin bir hikmeti ve zamanı vardır. Sizler peygamber müjdesi olan Kostantiniye’yi fethedeceksiniz. Bu size nasip olacaktır. Ancak siz bunun için gereken hazırlıkları yapmalı ve fetih için daima hazırlıklı olmalısınız” diye teselli etmiştir.

Eczacılar ve tababet ilminde de derinleşen Akşemsettin bulduğu devalar ve yaptığı ameliyatlar ilde de pek çok hastanın ve hastalıkların tedavisinde şöhret sahibi olmuştur. Bu sebeple kendisine “Lokman-ı Sâni / İkinci Lokman” denilmiştir. Böylece Akşemsettin hem “Tabibu’l-Ebdan” hem de “Tabibu’l-Ervâh” olmuştur. Tarihte ilk olarak hastalıkların mikroplardan meydana geldiğini söyleyerek Pastör’den tam 400 sene önce “Mikrobu keşfeden ilk tabib” olmuştur.

Hac-ı Bayram-ı Veli hastalanıp vefat edeceğini anlayınca “Benim teçhiz ve tekfinimi Akşemsettin yapsın ve namazımı da o kıldırsın” vasiyetin yaptı. Ancak Akşemsettin’e ulaşmak kolay değildi. Nerede olduğu da bilinmiyordu. Ama ne var ki, Akşemsettin çıkıp geldi ve hocasının cenazesinin teçhiz ve tekfinini yaptı. 90 bin akçe olan şeyhin borçlarını ödedi.

Fatih Sultan Mehmet tahta cülûs ettiği zaman Akşemsettin’i de yanına aldı. İstanbul’un fethine maddi ve manevi yönden tam bir hazırlık yaptı. Askerî, ekonomik ve diplomatik bütün hazırlıkları yaptı. Rumeli hisarını yaptırdı. Burçlarını “Muhammed” yazacak şekilde inşa ettirdi. 132 gün gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır. 132 sayısı ise Muhammed isminin sayısal ebcedî değerini ifade etmekteydi.

Kur’ân-ı Kerimin “Beldetün Tayyibetün” (Sebe, 34:15) ayetini yorumlayan Akşemsettin bu “Güzel Belde”nin İstanbul olduğunu söyleyerek sayısal değeri olan ebced hesabı ile H. 857 / M. 1453 tarihini göstererek bu tarihte fethin müyesser olacağını söylemiştir. Dediği gibi olmuştur.

6 Nisan 1453 Cuma günü ordusu ile Cuma namazını kılan Sultan Fatih namazdan sonra İstanbul’u kuşatmaya başlamıştır. Kuşatmanın en yoğun zamanlarında Avrupa’dan gelen 5 gemilik yardımın Haliç’e girmesine mani olunamayınca Fatih’in atını denize sürdüğü ve öfkelendiği bilinmektedir. Uzun süren muhasaradan sonra muhasara’nın kaldırılmasını isteyenlere sert şekilde karşı çıkan Akşemsettin’e Molla Gürani ve Molla Hüsrev ve Zağanos Paşa’da destek verince genç padişah “Ya ben İstanbul’u alırım veya İstanbul beni alır” diyerek kararlılık gösterdi.

Mihmandâr-ı Nebevi Ebu Eyyub el-Ensârî (ra) hazretlerinin medfun olduğu yeri de keşfen bulan Akşemsettin fethin 29 Mayıs Salı günü olacağını da keşfetmiştir. Bu da gerek Fatih Sultana ve gerekse orduy-u hümayun büyük bir şevke ve aşka geldiler. Gemileri de karadan yürüterek Haliç’e indiren Fatih Sultan Mehmet Salı günü hocası Akşemsettin ile beraber vezirleri ve komutanları ile İstanbul’a girmiştir. Ayasofya’yı Cuma’ya kadar camiye çevirten Fatih Sultan Mehmet Cuma Namazını kendisi kıldırmış ama Cuma Hutbesini hocası Akşemsettin’e okutmuştur.

Akşemsettin daha sonra Fatih Sultan Mehmet’in kendisine vermek istediği 2000 altını ve imkânları kabul etmemiş ve sevdiği Göynük kasabasına sadece sırtındaki cübbe ve başındaki kavuğu ile dönmüştür.

Fatih Sultan Mehmet Akşemsettin’in değerini “Ben İstanbul’un fethinden çok Akşemsettin’in zamanında yaşadığıma seviniyorum” ifadeleri ile dile getirmiştir. Fatih Sultan Mehmet’in; “Bir şâha kul oldum ki, kulu sultan-ı cihândır, / Bir şâha kul oldum ki, cihân âna gedadır” mısralarını Akşemsettin için söylediği ifade edilir.

Taşköprülüzâde’nin “Akşemsettin dinin ve milletin güneşiydi” dediği Akşemsettin 15 Ağustos 1459 tarihinde sevdiklerini ve dostlarını topladı, onlara vasiyetlerde bulundu, Yasin Suresini okudu ve sünnet üzere sağ yanına yattı ve ruhunu Rahmana teslim etti.

Halen bir ziyaret yeri olan Göynük’teki türbesi vefatından beş yıl sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır.

ESERLERİ:
1. Risaletu’n-Nuriye: Tasavvuf ve Marifeti, Züht ve Takva’yı anlatan bir eseridir.
2. Risale-i Zikrullah: Zikrin fazilet ve adabından bahseder.
3. Makamat-ı Evliya: Velayet makamlarını anlatan bir risaledir.
4. Kitabu’t-Tıp: Tıp ilmi ile ilgilidir.
5. Maddetu’l-Hayat: Hastalıkların kaynağı, mikroptan bahseden bir risaledir

Ziyaret -> Toplam : 125,26 M - Bugn : 12568

ulkucudunya@ulkucudunya.com