KÜLTÜR-MEDENİYET İLİŞKİSİÜZERİNDEN YERLİLİK-MİLLÎLİK MESELESİ
Ali Yaşar Sarıbay 01 Ocak 1970
Yerlilik-millilik meselesi, esasında, genel olarak bir kültür, özel olarak da medeniyet meselesinin unsuru olarak anlaşılabilir. Ben, bu konuda, özellikle medeniyet mefhumu üzerinde durarak bir analiz çerçevesi sunmaya çalışacağım. Bunu yaparken de medeniyet üzerinden söyleyeceklerimi, yerlilik-millilik meselesinin mahiyetine ışık tutabileceğini düşündüğüm “medeniyetler çatışması” tezine bağlayarak dikkatlerinize sunacağım.
Bunun için, önce, medeniyetler çatışması tezinin nasıl ve ne zaman ortaya çıktığı konusunu ele almak gerekiyor. Medeniyetler çatışması,1989’dan sonra Amerikalı siyasetbilimci Samuel Huntington’un dile getirdiği bir “tez”di. Bu tez, akabinde “medeniyetler ittifakı” adı altında karşıt bir görüşü davet etti.Bu iki görüşü bir arada düşündüğümüzde yerlilik-millilik meselesinin mahiyetini ve imkânını daha iyi anlayabiliriz. Öncelikli olarak “yerli” olmak ne anlama geliyor ona bakmak gerekir. Yerlilik kavramı antropolojik/sosyolojik bir kavramsallaştırmadır. Mesela, Bursa’nın yerlisi kimdir dediğimizde; belki Bursa’ya çok eskiden yerleşmiş bir insanı kastediyor olabiliriz.Fakat ben bu kavramın çok gerçekçi veya açıklayıcı olduğunu zannetmiyorum. Benim kendi tanımım yerli dediğimiz şeyin yuvasının değerler bütünü olduğudur. Yani Bursa’da 40 sene yaşarsınız da Bursa’yı Bursa yapan değerleri tanımayıp,mesela Ahmet Hamdi Tanpınar’ın işte “ruhânîyatlı” şehir dediği o değerleri bilmiyorsanız, sadece Bursa’da yaşamınızı geçirmeniz söz konusudur; ama bu, sosyolojik olarak,“yerli” sayılmanız anlamına gelmez.
Millîlik konusuna gelince; bu ayrı bir konudur ki tamamen bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanların genel, yani millet olmaktan gelen değerleri beraber yaşama geleneği ve kültürünü sürdürme kabiliyeti ile ilgilidir ve bunlar üzerindeki hassasiyeti ifade eder.Buaslında değerler üzerindeki hassasiyettir, ki yerlilik de bunun bir tezahürü olarak görülebilir.
Huntington’un medeniyetler çatışması dediği zaman amacı şuydu: artık iki kutuplu dünya sona erdi, dolayısıyla yeryüzünde bulunan milletler tamamen kültürel olarak kendilerini tanımlama yoluna gidecekler ve kimlik meselelerini gündeme getirecekler. Huntington’un medeniyetler çatışması makalesinin ilk basımında bir soru (?) işareti vardı. Daha sonraki baskılarda bu soru işareti kaldırıldı.11 Eylül ile birlikte de Huntington’un tezi yaygınlık kazandı.Soru işaretinin kalkmasının altında yatan mantığa bakıldığında ortaya çıkan çatışmanın “medeniyetler” yaftası altında, son tahlilde, dinlerin çatışması olduğu görülür. Bir başka ifadeyle, aslında bu çatışma Hristiyanlık, Yahudilik, Zerdüştlük, Hinduizm ve Budizm gibi dinlerin ve Yunan ve Roma gibi medeniyetlerin kavramlarını ve buna bağlı olarak oluşan oluşumların tamamını kapsar. Buna göre eğer bir çatışma olacaksa bunlar çatışacak diye bir algı mühendisliği yapılmıştır.
Bunun karşısında ise, yukarıda belirttiğim gibi, medeniyetler ittifakı gündeme geldi. Şu hususu belirterek ilerleyeyim. Medeniyetler sadece bir kavram olarak durmuyor, onların farklı formlarda somut, maddî tezahürleri olduğunu görüyoruz. Örneğin, küresel kapitalizm, medeniyetin maddî tezahürüdür.Ünlü sosyologlardan, müteveffa S. N. Eisenstadt’a göre, bu maddî temeli besleyen de modernitedir. Bu bağlamda Eisenstadt, modernitenin de bir medeniyet olarak görülebileceğini söyler.Küreselleşmenin en önemli sloganlarında biri,“küresel düşün, yerel davran”telkinine dayanır. Bunun anlamı, esasen,“sen farklılığını kendi çapında bir iddia mertebesine ulaştırmadan ileri sürebilirsin, yaşayabilirsin fakat global olan şeklinde de bir düşünüşün ve davranışın esas olmalıdır” şeklinde bir zorunluluğu içerir. Bu ise öncü devletlerin temsil ettiği küresel kapitalizm arkasındaki, modernitenin empoze ettiği değerler silsilesini ifade eder. Hâl böyle olunca,“medeniyetler ittifakı”, aslında, küresel kapitalizm medeniyetinin öncü devletlerinin sizi kabul ettiği ölçüde varsınız gerçeğini doğurmaktadır. Bu da bizi olduğumuz gibi değil, öncü devletlerin hâkim değerlerine ne kadar adapte olduğumuz nispette kabul edilme olasılığını ifade eder.
Tam bu noktada, kabul görme meselesi açısından, bir tarihçinin, merhum Arif Dirlik’in“kendi kendini oryantalize etme” (self orientalization) kavramı düşünülmeye değer bir konudur. Buna göre küresel maddî medeniyet olarak modernitenin ve kapitalizmin bize empoze ettiği değerler açısından kendimize bakıp, o değerleri kendimizde arayıp bulma gayretine kapılmamız söz konusudur. Aslında bu, kendimizi onlarla eşit düzeyde görmenin aldatıcı biri yoludur. Benzer deneyimler başka ülkelerde de ortaya çıkmıştır. MaxWeber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu konusunda yazdıkları arasında Konfüçyüscü değerlerin gündeme gelmesi gibi: “Protestanlığın Kalvinist kolunda olan disiplin çalışma, biriktirme ve benzeri öğretiler Konfüçyanizmde de mevcuttur” mealinde bir düşüncenin yerleşmesi. Benzer bir düşünce bazı İslâmî kesimler için de dünyanın birçok yerinde yürürlüktedir. Söz konusu kesimler, İslâm medeniyeti kapitalizmden çok uzak bir kültür ve medeniyet değildir, tezini savunabiliyorlar.
Bugün Müslümanlar kendilerine onların gözlüğü ile bakıyorlar. Örneğin, uzun yıllar önce, bir değer olarak sosyalizmin yükseldiğine buna şahit olduk. Mustafa Sibai’nin “İslam ve Sosyalizm” başlıklı bir kitabını Hüseyin Hatemi Hoca Türkçeye kazandırmıştı; onun yarattığı tartışma Türk entelijansiyasını oldukça meşgul etmişti. Maxim Rodinson’un“İslam ve Kapitalizm” kitabı, İslâmcı entelektüeller tarafından kabul görmüş “Hz. Peygamber de ticaret yapmış dolayısıyla kapitalizm İslâm’a yabancı bir uygulama değil.” düşüncesi ağırlık kazanmıştı. Hâlbuki ticaret başka bir şey kapitalizm başka bir şeydir. İngiltere’de Pakistan kökenli Müslümanlardan Akbar Ahmet İslâm ilepostmodernizm arasında ilişki kuran bir kitap yayımlamıştır. Ona göre Kâfirûn Sûresi’nde geçen “Herkesin dini kendine” diyen bir dinin postmodernizmi dışladığı düşünülemez. Şerif Mardin hocamızın sivil toplum ile ilgili yaptığı çalışmalarda ifade ettiği gibi tarikatlar bir sivil toplum örgütüdür yaklaşımı vardı. Mardin’in yaklaşımı Batılılarınki gibi idi. Ona göre Batılıların ikincil yapılar dediği yani devlet ile toplum yapıları arasındaki sivil toplum denilen alana benzer bir ilişki ve fonksiyon tarikatlar için de söz konusuydu. Hoca, daha sonra bu görüşünden vazgeçti. “Bir Batı rüyası olarak sivil toplum diye görülen rüyayı bizde gördük.” diye itirafta bulundu sonraki söyleşilerinde. Söylemek istediğim, şimdi bunlar varken, mesela biz neyin yerli olduğunu veya olmadığını anlayabiliriz sorusu zihinlere takılabilir.
Başlangıçta şöyle bir şey söylemiştim. Yerliliğin yuvası değerler bütünüdür. Örneğin Yeni Zelanda’da meydana gelen olaya bakalım.53 kişi katledildi fakat öne çıkan husus Yeni Zelanda Başbakanı oldu ve bütün Müslümanlarda bunu “bravo ne kadar da hoş bir şey yaptı Başbakan” şeklinde takdir edip; adeta bir o kadar kişi daha feda olsun der gibi bir kabul görme huzuruna nail oldu. Ben Hanımefendi’nin yaptığı şey yanlıştır demiyorum ama Yeni Zelanda eşittir Batı’nın bütünü değil bir kere, buna dikkat çekmek isterim. Beş milyonluk bir ülkedir. Fakat trafik kazasının bile neredeyse olmadığı bir yerde şok edici bir olaya şahit oluyoruz. Yani söylemleri ve eylemleri, pek tabiî, insanîdir. Bizim tarihimizle ilişkilendirildiğinde Anzaklar, Çanakkale’de bize karşı İngilizlerle birlikte savaşa girmişlerdir. Bunu derken Başbakan’ın tutumunun samimiyetini sorgulamıyorum. Esas eleştirdiğim nokta, Müslümanların tutumu. Bu tutum kendi sahip olduğu değerlere ilişkin bir tepkiyi yansıtmaktan çok, sadece kabul görme dediğimiz bir şeyle ilgili olması, yani bizi onamalarının neredeyse her şeyin, söylemeye dilim varmıyor ama, katledilen insanların acısının önüne geçmesidir. Üstelik bu tutum, bir olaya özgü, geçici bir mahiyet arz eden tutum da değildir.
Türkiye’de yapılan bir uluslararası toplantıda bir Amerikalı akademisyen İbn Haldun ile Adam Smith’i karşılaştırmıştı. Konuşmasının sonuna doğru, tuttu dedi ki “dininizle iftihar edin!”. Ardından salonda bir alkış koptu; inanılır gibi değildi. Amerikalının bize ait olan bir şeyi onaması ile oluşan iftihar duygusunun bir ifadesi idi bu. Yeni Zelanda Başbakanının yaptığına karşı Müslümanların tutumu bu şekilde okunabilir: Kabul görme, onanma… Kendi kimliğimizin, değerlerimizin, başkalarının aracılığıyla farkına vardırılmasına muadil “yaralı bilinç” tezahürü!
Sonuçlandırmak gerekirse; bir medeniyetin bilinçli bir mensubu olmak, kendi değerlerimizin başkaları tarafından onanmasına ihtiyaç duyurmamalıdır. Batı medeniyetinin mensupları kendi medeniyetlerine ait benzer bir durumda kendilerinin onanmasını beklemiyorlar. Örneğin, Charlie Hebdo dergisine terör saldırısından sonra, eski başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Paris’teki mitinge katıldığını hiçbir Fransız medyası “Müslüman bir başbakan terörü lanetlemek için bizi destekledi” diye ne bir haber ne bir değerlendirme yaptı.Biz ise Yeni Zelanda başbakanını“ geleceğin dünya lideri” yapıp; “bak nasıl terörü lanetledi” havalarına girdik fakat bunun Batı medeniyeti açısından hiçbir anlam ifade etmediğini göremedik. Değerleri bir bütünün yuvası yapmak, sadece biçimsel davranışlarla olmaz. Bu ancak değerlerin içselleştirilmesiyle mümkün olacak bir durumdur. Bursalı olarak “ruhânîyetli” bir şehirde yaşama bilincine sahipsem, Adana’da doğmuş ya da Tarsus’ta büyümüş biri olarak gene de Bursa’nın sosyolojik olarak yerlisi sayılırım. Fakat Bursa’da yıllarca yaşamış olup Bursa’yı Bursa yapan değerleri bilmiyorsa; bir kişi ne kadar bu şehrin yerlisi sayılabilir ki…
Bilindiği üzere medeniyetler çatışması tezi, Huntington’dan önce, kültürlerin çatışması olarak Bernard Lewis tarafından ileri sürülmüş bir tezdi. Yukarıda bahsettiğimiz gibi medeniyetler çatışması tezi daha fazla ilgi çekti. Tabiî ki kimlikler kültürler üzerine inşa ediliyor dolayısıyla önümüzdeki dönemlerde kimliklerin çatışması daha da yoğunlaşacaktır. Fakat medeniyetler arasındaki tartışmayı anlamadan bazı şeyleri anlamamızın mümkün olmayacağını düşünüyorum. Medeniyet denen bir üst çerçevede bütünleşme daha mümkündür. Fakat kültür çerçevesinde bütünleşme oldukça zordur. Çünkü kültürde bir birliktelikten ziyade çok çeşitlilik hâkimdir. Örneğin bir Hintli Müslümanla bir Türk’ü birleştirecek nokta kültürden ziyade medeniyet mefhumu ile mümkün olur. Bu da İslâm medeniyeti üst kimliğidir. Eğer İslâm medeniyeti denen bir şey referans çerçevesi yapılabilirse Müslümanların kendi aralarındaki benzerlikleri daha çok ortaya koyabilme şansları ortaya çıkar. Bundan dolayı kültür kavramının tam tersine medeniyet kavramının daha kapsayıcı olduğunu ve bundan dolayı da esas referans noktası olarak alınması gerektiğine inanıyorum. Dolayısıyla, Batı’da İslamofobi dalgasının yayılmasının altında yatan tarihsel sebepler olduğu gibi esas hedef tüm Müslümanların ortak şemsiyesi olan medeniyet ortak kimliğine bir saldırı olması gerçeği vardır. Örneğin, çok uzun yıllar önce, İsviçreli reformist teolog Karl Barth, Hitleri Hz Muhammed’e benzetiyor ve İslâm dinini de Nazizm gibi bir şey olarak tanımlıyor. Yine bizdeki tasavvuf meraklılarının çok sevdiği diğer İsviçreli psikiyatrist Carl GustavJung da 1930’larda benzer şeyleri söylemişti.
Burada Feridun Yılmaz Hocanın da aktardığı Goethe ile ilgili yanılgı aynı doğrultuda değerlendirilebilir. Goethe’nin Doğu Batı Divanı gibi yapıtlarında sanki İslâm’a çok yakın hatta Müslüman olduğu gibi yakıştırmalar tamamen bizim yakıştırmalarımızdır. Goethe Türkleri Batı medeniyetinin yıkıcısı olarak göstermektedir. “Türkler”den kastettiği şey aslında İslâm’dır. Buna karşın Farisîleri antik medeniyet kurucusu olarak görür. Goethe Napoli’de Türkleri ilk defa gördüğünde şaşırır. Onları yenilmez garip yaratıklar olarak hayâl ettiğini söyler.2000’li yıllara geldiğimizde “Batı ve diğerleri” şeklinde formüle edilen İslamofobi politikaları bir medeniyet hesaplaşması olarak ortaya çıkar aslında. Batı’nın dünyaya medeniyet götürme misyonu ya da beyaz adamın yükü olarak formüle edilen Batı değerlerinin aktarılması kendine benzetme çabası sistemli bir politikalar demetine bürünür.
Bu bağlamda kentlileşme, laikleşme, teknolojik gelişme, sanayileşme, vs. Batılılar gibi olmamızı, “makbul” milletler olarak görünmemizi sağlayabilir. Ben kültürü bu bağlamda daha dar ve hafifletici bir anlam içinde görüyorum. Bu aynı zamanda demokrasilerin dayattığı kimlik sahibi olmayı olmazsa olmaz bir koşul olarak görmeyi gerektiriyor. Oysa bu çok uçucu bir kavramdır. İnsanın 100 tane farklı kimliği olabilir. Bu demokrasinin sebebi olan bir şey olmaktan ziyade, bizatihi demokrasinin bir sonucudur. Bunun neticesinde günümüz insanı kimliklere hapsedildi. Etnisite kimliği, cinsel kimlikler etrafında insanlar birbirleri ile kavga eder hale getirildi. Bu da insan gramerinin bozulması anlamına gelir. Bu anlamda dini de kimliğe indirgediğiniz zaman, dolayısıyla münhasıran kültürel bir mesele olarak gördüğünüz zaman, onun da darlaştırılması mukadder olacaktır. Koca bir medeniyetin aslî unsuru olmaktan çıkarma gibi bir tehlike söz konusuysa eğer, bu noktadadır.
Buraya kadar çizmeye çalıştığım çerçeveyi bir motto şeklinde ifade etmem gerekirse; millî olan yerli, yerli olan da millî olmayabilir her zaman, diyebilirim. Aslında, bunlar ayrı şeylerdir ve ancak bir medeniyet kavramlaştırması dâhilinde, birbirine indirgenmeden ilişkisel bir anlam kazanabilirler.
*Bu yazı, aslında bir konuşma metnine dayanıyor ve şu derlemede yer almıştır:
Türk Siyasal Kültür Havzaları (Editörler: Süleyman Elik-Cihan Gündüz), 2019.