AKP iktidarı 28 Şubat’ın yenilgisidir.
27 Şubat 2007
Tansu Çiller’in kurmaylarından, eski bakan Rıza Akçalı, 28 Şubat döneminde ülkenin yaşadığı sıkıntıları Aksiyon’a anlattı.
Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950’den bu yana, merkez sağ siyasetin önemli kalelerinden biridir şehzadeler şehri Manisa… DP-AP ve DYP çizgisi bu şehrin kılcal damarlarına nüfuz etmiştir âdeta; öyle ki, Özal’ın en popüler olduğu 1986 ara seçimlerinde bile ANAP’a karşı kazandığı 2-0’lık seçim başarısı hâlâ hafızalardadır. Zaten DYP yoksa rota ANAP, yani yine merkez sağdır. Hatta tam bir ‘merkez sağ’ bozgununun yaşandığı 2002 genel seçimlerinde bile DYP Manisa’da ikinci partidir. Türkiye genelinde yüzde 9,5 olan oy oranı Manisa’da yüzde 20’dir; ancak vekiller bu kez baraja takılmıştır.
İşte merkez sağ efsanesinin bu kadar etkin olduğu Manisa siyasetinin 15 yılına damgasını vuracak bir isimdir, Rıza Akçalı. Genç bir inşaat mühendisiyken 1988’de aktif siyasete bu partiden girer. Siyasetle ilk tanışması ise babasının, Yassıada mahkemelerini dinlemek için eve aldığı radyoyla olur. Tahmin edilebileceği üzere, Demokrat Partili ve Menderes hayranı bir aileden gelmektedir. “Radyodan dinledim Yassıada sürecini. Seçilmiş insanlara yapılan haksızlıklar yüreklerimizde yer etti daha o zamandan. Onların menkıbelerini dinleyerek büyüdüğüm için, uzun yıllar sonra siyaset teklifi aynı çizgideki bir partiden gelince düşünmeden kabul ettim.” diyor.
ECEVİT’İ BAŞBAKAN YAPTIK; MİLLET AFFETMEDİ
1991 seçimlerinde ilk kez parlamentoya giren, 1993’teki Çevre Bakanlığı görevinden sonra Ankara’ya taşınan ve 12 yıllık başkent hayatını, 2002 seçimlerinde DYP’nin baraj altında kalmasıyla noktalayarak tekrar Manisa’ya dönen Akçalı, ara verdiği inşaat işlerine tekrar başlamış. Zamanını inşaatlarda veya şehirdeki ofisinde geçiriyor. Genel Başkan Yardımcılığı görevinden şubat ayındaki Manisa il kongresinde yaşananları gerekçe göstererek istifa ettiğinden beri partiyle tek bağı, ayda bir toplantılarına katıldığı Genel İdare Kurulu.
Rıza Akçalı’nın siyaset serüveninin milletvekilliği, parti genel başkanlığı ve bakanlıkla geçen 12 yılı, Türkiye tarihinin en çalkantılı ve gerilimli dönemlerini kapsıyor. 28 Şubat sürecinin en önemli tanıklarından biri o. 28 Şubat 1997’de yapılan, 9 saat süren ve devamında açıklanan bildirinin basında ‘muhtıra’ olarak değerlendirildiği MGK toplantısında çok yıpranan Refahyol koalisyonu, henüz görev değişimine bir yıl olmasına rağmen, Ağustos ayında ‘havada ikmal’ kararı alır. Başbakanlık görevinin Refah Partisi’nden DYP’ye geçmesinin, yaşanan gerginlikleri azaltacağı hususunda iki parti görüş biriliğine varmıştır çünkü. Bu arada iki partiden istifalar da sürmektedir. Başbakanlık devrinin erkene alınması görüşünün ilk dile getirildiği yer ise DYP Genel İdare Kurulu (GİK) toplantısıdır.
GİK üyesi Rıza Akçalı o dönem yaşananları şöyle özetliyor: “İstifalar peş peşe gelince GİK toplantısında Başbakanlığın zamanından önce DYP’ye geçmesi konusunda görüş birliğine vardık. Bu kararı Erbakan’a iletme görevi de bana verildi. Kendisine tabloyu anlattım, müdahale etmezsek erimenin süreceğini söyledim. O da makul karşıladı ve görev değişimini kabul etti. O dönemde istifa eden arkadaşlarla ilgili şunu söyleyebilirim, en masumu korktuğu için istifa etmiştir.”
Karar alınmıştır; ancak bundan sonrası iki koalisyon ortağının istediği gibi gerçekleşmez. BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun da desteğiyle Cumhurbaşkanı Demirel’e güvenoyu garantisi verilmesine rağmen, yeni hükümeti kurma görevi DYP’ye değil Mesut Yılmaz’a verilir. DYP’den istifa edenlerin kurduğu Demokrat Türkiye Partisi’nin de desteğiyle siyasi literatürümüze ANASOL-D hükümeti olarak geçen, ANAP-DSP ve DTP hükümeti kurulur ve Meclis’ten güvenoyu alır. Muhalefete geçen DYP’de ise Rıza Akçalı’nın önderliğinde ikinci demokrasi programı hazırlama girişimleri başlar.
Tecrübeli siyaset adamı o günleri anlatırken, bir ayrıntının da altını çizerek, 28 Şubat’ın da tetikleyicileri olarak anılan Ali Kalkancı-Fadime Şahin ve Aczimendi olaylarına dikkati çekiyor: “O dönem Türkiye’de bir karşı cephe oluştu. Kalkancılar, Fadimeler, Müslüm Gündüz’ler gerginliği tırmandırdı. Bu insanlar şimdi nerede belli değil, o gün görevlerini ifa ettiler. Yarın onlara tekrar vazife verilir mi; ben pek ihtimal vermiyorum. Gittikçe daha açık topluma doğru giden Türkiye’de artık bu gibi olayların yaşanmasının zorlaştığını düşünüyorum.”
MENZİR OLAYININ BEDELİNİ MİLLET ÖDEDİ
ANASOL-D Hükümetinin ömrü de uzun olmaz. Türkbank yolsuzluğu, hükümetin istifasına yol açar. Yeniden başlayan hükümet krizinin çözümü için Cumhurbaşkanı Demirel’in kafasındaki formül TOBB Başkanı Yalım Erez’in başkanlığında bir hükümettir. Bu sebeple görevi ona verir; ancak Erez’in başbakan olmasını istemeyen Çiller, karşı hamle ile Ecevit liderliğindeki DSP’nin kuracağı bir azınlık hükümetini destekleyeceklerini açıklar. DYP’nin 40 kişilik Genel İdare Kurulu’nda o dönem bu öneriye itiraz eden iki kişi Ali Şevki Erek ve Rıza Akçalı’dır. Akçalı, merkez sağ anlayışa ters zihniyette bir partiyi iktidara taşımanın DYP’nin misyonuyla bağdaşmadığına inanıyor. Muhalefete geçtikten sonra partisinin ikinci demokrasi programı mitingleriyle yakaladığı olumlu havanın ve seçmen nezdindeki itibarın, bu hamle ile zayıfladığını düşünüyor: “Nitekim seçimlerde bunun sonuçlarını gördük. Seçim öncesi yaptığımız mitinglerdeki kalabalıklara seçim mitinglerinde ulaşamadık ve 1999’da parti yüzde 13’e kadar geriledi.”
O kritik dönemlere yönelik Rıza Akçalı’yı hayıflandıran ve ‘memlekete pahalıya mal oldu’ dedirten iki olaydan da bahsetmek gerekiyor. Bunlardan biri, DYP-CHP koalisyonu döneminde yaşanan ve hükümetin sona ermesine yol açan Necdet Menzir krizi. Bilindiği gibi Menzir iki şehit polisin cenaze namazında yaptığı konuşmada, hükümet ortağı CHP’yi isim vermeden eleştirmişti. Bunu mesele yapan koalisyonun küçük ortağı, bürokratın kellesini istemiş, Çiller ise terörle mücadele döneminde bunun doğru olmayacağını belirterek, talepleri geri çevirmişti. Bunun sonucunda da CHP’nin koalisyondan çekilmesiyle hükümet düşmüş ve erken seçim kararı alınmıştı.
Rıza Akçalı, daha seçime bir yıl varken alınan bu kararın, Türkiye’nin Gümrük Birliği ile yakaladığı havanın üstüne ve özelleştirmelerin hızlandığı bir döneme rastladığını aktarıyor: “Eğer seçime gidilmeseydi muhtemelen Türk Telekom’un özelleştirilmesi süreci tamamlanacaktı. O zaman bu kuruma 20 milyar dolar fiyat biçiliyordu. Bu rakam bütün dış borçlarımızı ödeyecek düzeydeydi. İktidar ortaklarının o zıtlaşmasının bedelini bence millet ödemiştir.” Eski bakanın içinde kalan ikinci ukde ise sadece üç ay süren DYP- ANAP koalisyonu. Liderlerin kişisel çekişmelerine kurban giden bu merkez sağ ortaklığının Türkiye için çok önemli bir adım olduğunu; ancak değerinin bilinemediğini belirtiyor.
28 ŞUBAT SERMAYE SAVAŞI
28 Şubat sürecini, siyaseti ve toplumu dışarıdan dizayn etme girişimlerinin sonucu olarak değerlendiren Akçalı, irtica paranoyası dışında, perde arkasında kalan ve hiç gündeme gelmeyen gerekçelere dikkati çekiyor. Peki, etkileri bugün bile ciddi şekilde hissedilen ve yakın tarihimize ‘postmodern darbe’ olarak geçen bu olayın perde arkasındaki gerekçesi neydi? Akçalı’ya göre Türkiye’de sermayenin el değiştirmeye başlaması ve Anadolu sermayesinin gittikçe güçlenmesi bu hareketin en önemli gerekçelerinden: “Bu gidişat İstanbul’da, büyük sermaye çevrelerinde hoş karşılanmadı ve durdurulması gerektiğini düşündüler. Türkiye Gümrük Birliği’ne girmişti ve ithal ikamesine dayalı hantal yapılı büyük sermaye, sürece uyum güçlüğü yaşıyordu. Oysa Anadolu Kaplanları denilen şirketler daha esnek ve hareket kabiliyetleri daha fazlaydı. Ben bizzat gezdim, Konya, Kayseri ve Malatya gibi bölgelerde ciddi atılım içine girmişler ve ihracatta önemli bir pay sahibi olmuşlardı. Hatta büyük iş çevrelerinden Çiller’e Gümrük Birliği sürecinin geciktirilmesi için tavsiyeler, hatta ‘Süreç gecikmezse seninle uğraşırız.’ tarzında tehditler bile geldiğini biliyorum. Biliyorsunuz o zaman hem büyük sermaye hem de büyük basınla bir mücadeleye girmişti Çiller. Sonuçta bence bu gerekçelere bir irtica kılıfı uyduruldu. Zaten yaşanan olaylar bu kılıfa da çok uygundu. 28 Şubat Anadolu-İstanbul ikileminde dengeyi İstanbul’dan yana değiştirdi.” SİYASET, TİCARETE BULAŞINCA
KENDİ KENDİNİ VURDU
Rıza Akçalı, siyasetteki birikiminden hareketle, ülkedeki politik seviyenin belirlenmesinde toplumsal taleplerin etkili olduğunu düşünüyor. Siyasetçi-halk ilişkisini bir tür arz-talep dengesi olarak görüyor ve talep neyse arzın da o olacağını düşünüyor. Yani siyasette kişisel menfaat talepleri ağırlıktaysa, üst yapı da ona göre kuruluyor. Milletin her seçimde beyaz atlı prens beklediğini; oysa demokrasinin normal insanlar rejimi olduğunu belirtiyor. Bu noktaya gelinmesinde ise yakın tarihte yaşananların önemli rolü olduğu görüşünde. 12 Eylül’ün ülkedeki siyasi alanı daraltarak siyaseti küçük bir azınlığın tekeline bırakmasının, bu işi yapabilecek yetişmiş insanların dışarıda kalmasına yol açtığını düşünüyor: “Dar alana hapsedilen siyaset; köprü-baraj-okul yapmak meselesine, yani sadece hizmete indirgendi. Yatırım ve paraya dayalı siyasetin içine ticaret ve kişisel çıkarlar girmeye başladı. Bunun devamında, siyasetçi profili de büyük ölçüde değişti. İşadamları siyasette ağırlık kazandı. İşadamı vekiller komisyonlara girmeye başladı. Böylelikle siyasete olan, partilere olan güveni erozyona uğrattı ve siyasetin toplumdaki itibarı azaldı. Bu tablo da, kendini siyaset üstü gören ve siyasete tahakküm etmek isteyen güçleri körükledi. Siyaset mühendisliği gündeme geldi.”
Akçalı, toplumu belli yönde dizayn etme anlayışına dayalı siyaset mühendisliğinin, ülkeye giydirilen deli gömleklerinin, halk tarafından unutulmadığını ve yıllar sonra bile insanların buna karşı tavır aldıkları tespitini de yapıyor. Bu çerçevede 2002 seçimi sonuçları ve AK Parti’nin tek başına iktidarını, 28 Şubat sürecinin bir rövanşı olarak görüyor: “Ak Parti iktidarı 28 Şubat’ın mağlubiyetidir. Millet, ‘sen onu yaptıysan ben de bunu yaparım’ demiştir.”
Türk siyasetinin bugünkü yapısına bakıldığında DYP’ye ihtiyaç olduğunu düşünüyor Rıza Akçalı. Kurumsallaşmasını tamamlamış, Türkiye’nin en ücra köşelerinde bile delegeleri olan ve Anadolu’nun ortalama insanının yansıması olarak tanımladığı partisinin, alternatifsiz denen iktidar için en sağlıklı alternatif olduğuna inanıyor. DYP’nin hem dindarları, hem de laikleri tedirgin etmeyen bir yapısı olduğunu da ekleyerek, bu kültürden yetişen siyasi kadroların ülkedeki gerilimlerin azalması noktasında önemli bir rol üstlenebileceğini düşünüyor.
BENDEN YÜZ BULMAYAN, EŞİME GİDERDİ
Türk siyasetinin kendine has özelliklerinden biri de, politikacı-halk ilişkisindeki ilginçliklerdir. Seçmen Meclis’e gönderdiği vekilini, birçok sorununu direkt çözecek merci gibi görür ve taleplerini hiç aksatmaz. Özellikle iktidarda olduğunuz zaman bu ilişki daha da güçlenir. Akçalı, “Güç iktidarda olduğu için, halkla diyalog o dönemde daha fazla oluyor.” diyor. Kendisine en fazla talep, iş bulma ve tayin noktasında olmuş. Kişisel talepleri, “köye-mahalleye yatırım” isteklerinin izlediğini, yasalardaki aksaklıklara yönelik düzenleme talebinin ise neredeyse hiç gelmediğini belirtiyor Rıza Akçalı. Tayin konusundaki süreci de şöyle özetliyor: “Önce bizden tayin ister. Tayini olunca bu sefer Manisa’ya yani memleketine gelmek ister. O da olunca bu sefer de biraz uzaktaysa evinin yakınına bir yere tayin ister ya da farklı ilçedeyse kendi ilçesine gelmek ister.” Akçalı, milletvekilliği ve bakanlığı döneminde makul olan, yasadışı olmayan her taleple ilgilenerek çözmeye çalıştığını ve bir siyasetçi için seçmene ‘hayır’ deme şansının bulunmadığını belirtiyor. Hatta Ankara’da bazı seçmenlerin taleplerini direkt eve giderek eşine ilettikleri bile çok olmuş. “Benden yüz bulamayacağını bildiği bir konu vardır; mesela parası bitmiştir, para isteyecektir. Bunun için bana gelemezler; ama eve gidip eşimden isterlerdi.” diyor.