İç politika aracı olarak dış politika
Banu Güven 01 Ocak 1970
Avrupa Birliği (AB) liderleri 24-25 Eylül'de buluşup, Türkiye'yi konuşacaklar. Hikaye aslında eski. On yıllardır çözülmemiş olan kıta sahanlığı sorununa dayanıyor. Yarattığı başka bir sorun: Doğu Akdeniz'deki doğalgaz yataklarının paylaşılamaması sorunu. Bu mesele de o kadar yeni değil ama 2000'lerin başında keşfedilen petrol ve doğalgaz yatakları nedeniyle bölgenin tansiyonunu iyice yükseltecek bir konu oldu. Sonunda taraflardan içinde "meşru müdafaa, savaş” ifadeleri geçen cümleler duyduk.
Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti (Rum Kesimi) yanlarına etkili bir müttefiki, Fransa'yı alarak kendilerini bugüne hazırlıyordu. Avrupa Birliği içindeki en etkili askeri güç olan Fransa ile Kıbrıs arasında 2000'lerin ortasında imzalanan ve 2017'de genişletilen bir savunma işbirliği anlaşması var. Fransa bu anlaşma sayesinde enerji güvenliği ve deniz emniyeti gibi konularda Kıbrıs'ın yanında yer alıyor; dolayısıyla Doğu Akdeniz'de askeri varlık da bulundurabiliyor. Kıbrıs Yönetimi Ağustos ayında Baf'ta bulunan Andreas Papandreu Üssü'nü Fransız savaş ve nakliye uçaklarına açtı.
Korsika'da AB'nin Akdeniz'e kıyısı olan üyelerinin buluştuğu zirveden de yaptırım sinyali veren bir deklarasyon çıkması üzerine sondaj gemisini çekiverdi hükümet. Geminin bakım için çekildiği, sondajın süreceği söylense de, Erdoğan "Ne olur, ne olmaz” diyerek daha ayrıntılı bir açıklama yaptı. "Biz Oruç Reis'i eğer bakım için şöyle bir limana çektiysek, bunun da bir anlamı vardır. Niye çektik? Bu anlamlı bir yaklaşımdır. Yani diplomasiye bir fırsat tanıyalım, diplomaside bir olumlu yaklaşım ortaya koyalım, Yunanistan bizim bu yaklaşımımızı o da olumlu istikamette karşılasın” dedi ve ekledi: "Ama bu tamamen bizim sismik araştırmalarımızın durması anlamında değildir.”
Fransa Cumhurbaşkanı Macron da "Biz bakım için diyoruz, ama bakın, geri adım attık” diyen bu ayrıntılı açıklamaya, farklı bir yoruma mahal vermemek adına, Türkçe bir Tweet'le cevap verdi; "İyi niyetli ve naif olmaksızın sorumlu bir diyalog” çağrısında bulundu. Yani "24 Eylül'deki zirvede yaptırımdan kurtulmak için gemiyi geri çekip sonra yeniden sondaja çıkarırsanız bozuşuruz” mesajı verdi.
Kısır döngü
AB'de dönem başkanlığını üstlenen Almanya'nın Başbakanı Angela Merkel de sorunun Türkiye'ye yaptırımlar uygulamaktansa, diyalogla çözüm için girişimlerine devam edecek kuşkusuz. AB zirvesinde de diyalogu başlatacak bir formül arayışında olacak. İşte burada başlangıç noktasına dönüyoruz ve iş dönüp dolaşıp, bir türlü çözülemediği için okul kitaplarına bile giren "Yunanistan ile ikili anlaşmazlık konuları”na geliyor. Türkiye Yunanistan'ın hava sahasının karasularından daha geniş tutmasını da, Ege'deki adacıkların statüsünü de, adaların silahsızlandırılmasını da masaya getirmek isterken, Yunanistan sadece kıta sahanlığına bakma yaklaşımında. İki ülkeyi Lahey Adalet Divanı'ndan uzak tutun da bu yaklaşım farklılığı.
Türkiye bu farklılığın kolay ortadan kalkmayacağını bilerek sondaj hamlesine girdi ve Oruç Reis'i yanında askeri gemilerle Meis adası açıklarına gönderdi. Külhanbeyi tavrının sonuç vereceğinden emin davrandı ama iş aynı Suriye'de gördüğümüz gibi, "asla”dan sessiz bir geri adıma bağlandı. Hamasi nutuklardan diyalog çağrısına geri dönüldü. Sosyal medyada "Asarız keseriz” diye dolaşanlar da sustu. Hiçbiri de Erdoğan'a, "E hani gittiği yere kadardı, ne oldu?” diye sormadı.
Erdoğan bunu neden şimdi yaptı?
Emekli Büyükelçi Namık Tan'ın geçtiğimiz günlerde Yetkin Report'ta yayınlanan çok isabetli yazısında işaret ettiği gibi, dış politikada iç siyasetteki kayıplar oranında büyüyen bir hamasetle karşı karşıyayız. Mantıktan eser kalmadı. İsrail'le diplomatik ilişki kurmuş bir ülkenin Dışişleri'nin, aynı şeyi yapan bir Bahreyn'e posta koyması başka nasıl açıklanabilir?
İçeride kan kaybedildikçe, dışarıya oynayan bir iktidar var. Rakipleri de bunu böyle biliyor ve konunun kendi ülkeleri ve "Şahsım” arasında geçtiğinin farkında. Mesela Yunanistan'da da algı bu yönde. Bu sorunların, kronikleşmiş bile olsalar, Erdoğan tarafından ısıtıldığı algısı var. Bu da yanlış değil. Daha önce yapılan bazı kamuoyu araştırmaları da, AKP seçmeninin dış politikadan her koşulda memnun olduğunu, iktidar isterse 180 derece dönmüş olsun, her adımını milli bir zafer gibi algılandığını ortaya koymuştu. Hele bir de tehdit edilirse, ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın, seçmeni çevresinde daha çok kenetleniyor. Öyle ki, ana muhalefet bile sessiz kalıyor iş oraya gelince. Erdoğan milliyetçilik paydasının Türkiye'nin en büyük tutkalı olduğunun farkında.
Mülteci kartı hala geçerli
Bir de şunun farkında. Türkiye'de bulunan ve burada bir gelecek göremedikleri için Avrupa yolunu gözleyen milyonlarca Suriyeli ve Afgan mülteci Erdoğan'ın kozu. Bu insanları hala daha sınırın öte yanına gönderebileceği sinyalini veriyor. İnsanları sınırdan salınması halinde yaşanacak insanlık ayıplarının sorumlusunun da kendisi değil, Yunanistan ve Avrupa Birliği olacağını hatırlatıyor.
Midilli Adası'nda, mültecilere sırf Türkiye'dekileri yola çıkmaktan caydırmak için dayatılan insanlık dışı koşullara bakıldığında, Erdoğan'ın "mülteci kartının” işe yaramadığını kim söyleyebilir ki?
Ne var ki bu çatışmacı tavır, üç bölgede, Suriye'de, Libya'da ve şimdi Doğu Akdeniz'de açılan cepheler, Türkiye'ye dış politikada daha büyük bir yalnızlık getiriyor. Müttefiklerinin kendisinden gittikçe soğuduğu Erdoğan'ın savunma sanayiinde bir gün bağımsızlığı yakalama hayali de buradan kaynaklanıyor. İçeride sırtını sağlama almak için, gerekirse eski müttefikleriyle köprüleri atmaya hazır bir iktidar görüntüsü veriyor. Ne var ki oyuncusu olduğu neoliberal düzenin kurallarını başkası koyuyor. Daha önce ABD örneğinde olduğu gibi, yaptırım girişimleri, geri adımlar atmaya mecbur bırakıyor.
Yani Erdoğan iktidarının iddia ettiği kadar sertlik yapabilecek bir güce sahip olmadığını, seçmenleri dışında herkes biliyor.
Banu Güven
©Deutsche Welle Türkçe