Dağlık Karabağ, neo-Sevr ve Türk asrına davet
Sinan Baykent 01 Ocak 1970
Türkiye'nin çembere alınmaya gayret edildiği zamanlardan geçiyoruz.
23 Temmuz'da yayımlanan "Lozan Antlaşması'nın 97'nci yaşında Türkiye'nin iradesi" başlıklı makalemde Türkiye'nin dört bir yandan kıskaca alınmak istenildiğini, bir "neo-Sevr" komplosuyla karşı karşıya olduğumuzu ve bu fesat programına karşı "irade" göstermemiz gerektiğini vurgulamıştım.
Söz konusu makalede Libya, Suriye, Irak vb. bilumum coğrafyalarda ve topyekûn denizlerde verdiğimiz kavganın -tıpkı Millî Mücadele yıllarında olduğu gibi- bir ulusal egemenlik müdafaası teşkil ettiğini, 1920'lerin Sevr ihtirasının 21'nci yüzyılda yeniden hortlatılması için ise Ermenistan ayağının canlandırılmasının eksik kaldığına işaret ederek şunları yazmıştım:
Piyon-devlet Ermenistan'ın son (Tovuz) saldırısıyla birlikte ‘neo-Sevr' tahayyülünün son boyutu da vücuda gelmek için artık gün sayar oldu.
27 Eylül sabahında (dün) işgalci Ermenistan'ın Azerbaycan'ın sivil yerleşim bölgelerine saldırmasıyla birlikte büyük çaplı bir sıcak çatışma fiilen başlamış oldu.
Ermenistan'ı dolduruşa getirenlerin amaçları çeşit çeşit.
"Büyük Ermenistan" ve "Büyük Kürdistan" tasavvurlarını ete kemiğe büründürmenin yanı sıra; Türkiye'nin Asya'nın geri kalanıyla olan bağlarını kesmek, Türkiye'nin cephelerini çoğaltmasını temin etmek, "müzakere" adı altında işgal durumunu hasıraltı etmek ve dahi meşrulaştırmak, Dağlık Karabağ'ı süreklileşen bir "düşük yoğunluklu savaş" kıvamına getirmek ve böylelikle bölgedeki vesayet savaşlarıyla çatışma dinamiklerini diri tutmak, muhtelif "arabuluculuk" teklifleriyle bölgesel denklemlere doğrudan müdahil olmak vs. – hepsi ayrı ayrı ve hepsi birden geçerlidir.
Bugün dünyanın gündemine yeniden gelen "Dağlık Karabağ" yeni değil, bilâkis tarihselliği olan, dallı-budaklı bir sorun.
Rusya, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) üçlüsünün eş başkanlığı esasına dayandırılarak kurulan Karabağ odaklı Minsk Grubu neredeyse 30 yıl boyunca masal anlatmaktan başka hiçbir işlev görmedi.
Gelinen aşamada ise Azerbaycan yıllardır esarete mahkûm edilmiş beldeleri birer birer özgürleştiriyor ve sahada askerî planda ilerleme kaydediyor.
Günümüz dünyasında ve günümüz dünya düzeninde artık ne kazanılıyorsa sahada, bilek gücüyle kazanılıyor.
Artık "masaların" genel gayesi çoğunlukla sahadaki durumu müteakip oluşan statükonun bir süreliğine kâh iyi çalışan kâh arızalanan bir buzluğa kaldırılıp dondurulmasından ibarettir.
Dahası, bugün emperyalizmin tek bir sürümü yoktur. Bugün birbiriyle çelişen, yarışan ve dahi çatışan emperyalizmler vardır.
Aralarındaki fay hatlarını doğru okuduğunuzda ise en azından noktasal alanlarda kendi menfaatlerinizin bayrağını yükseltebilme imkânınız oluyor. Tabii eğer hızlı ve kararlı davranabilirseniz!
Bugün Azerbaycan'ın yapması gereken, uluslararası hukuktan kaynaklanan bütün haklarını fethetmek ve vatan toprağını geri kazanmaktır.
Türkiye'ye düşen sorumluluğu ise Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklama fevkalade net bir şekilde mühürlüyor:
Azerbaycan nasıl isterse o şekilde yanında olmak.
Bizde bazılarının iddia ettiği gibi bu tavır herhangi bir şekilde "savaşperestlik" ihtiva etmez. Tam tersine gerçekçi, çok-boyutlu ve hakkaniyetli bir barış politikasının tezahürüdür.
Ermenistan bugün Suriye'den, Lübnan'dan paralı-gönüllü militanlar devşiriyor. Terör örgütü PKK'dan ve PKK himâyesinde yıkıcı faaliyet güden kimi terörist yapılanmalardan intikallerin tespit edildiği de ifade ediliyor.
Bu anlamda Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar'ın sarf ettiği "Ermenistan yurt dışından getirdiği paralı askerleri, teröristleri geri göndermeli" cümlesi bilhassa belirleyicidir.
Avrupa'daki Ermeni diasporasında şimdiden birtakım kıpırdanmalar saptamak mümkün. Şüphesiz ki irili-ufaklı bu tip tepkisellikler gitgide yoğunlaşacak ve vakti geldiğinde PKK lobisiyle iç içe geçecektir.
Daha doğrusu PKK lobisinin Ermeni diasporasının propagandasına bütünüyle eklemlenmesi oldukça muhtemeldir.
Avrupa tabanlı bu ittifaka Rumların ve Yunanların da iştirâk etmeleri, dahası Körfez'den finansman akması pekâlâ mümkündür.
Peki, Türkiye-Azerbaycan çifti olarak biz ne yapacağız veya ne yapabiliriz?
Evvelâ Azerbaycan'ın önümüzdeki günlerde ilerleyebildiği kadar ilerlemesi, Türkiye'nin de bu ilerlemeye arka çıkması icap ediyor.
Eğer Ermenistan'da Başbakan Nikol Paşinyan tecrübe ettiği ve muhtemelen etmeyi sürdüreceği edeceği çaresizlik neticesinde Moskova'nın çizgisine alenen teslim olursa, o hâlde Rusya'nın Azerbaycan ve Türkiye'yle kalıcı bir çözüm için diyaloğa girmesi kaçınılmazdır.
Dağlık Karabağ'dan "İdlibvârî" bir statüko süzülmesini istemiyorsak, Rusya'yla masa kurulduğunda Azerbaycan'ın kaybettiği toprakların ezici çoğunluğunu geri kazanmış olması ve Nahçıvan-Karabağ arasında bir koridoru oturtmayı talep edebilecek mertebeye ulaşmış olması temin edilmelidir.
Merhum Alparslan Türkeş'ten merhum Bülent Ecevit'e devlet adamlarımız vaktiyle Karabağ ile Nahçıvan arasında bir "koridor" açılması adına resmî/gayrı-resmî diplomatik pek çok kıymetli uğraşlar vermişlerdi örneğin. Bu istikamette inisiyatiflerin bugün de devam ettirilmesi şarttır.
Ancak şayet işler çığırından çıkar, Azerbaycan'ın direncini kırmaya ilişkin çabalar artar ve Ermenistan'a cüsseli lojistik sevkiyatlar devam ederse, o hâlde Türkiye Azerbaycan'a Nahçıvan'dan bir cephe açması ve ara bölgenin kurtarılıp Türkiye-Azerbaycan kara bağlantısını sağlaması için destek vermeyi değerlendirebilir.
Böylesi bir hamle, ister mevcut harekâtın akabinde örülecek diplomasiyle isterse de mevcut harekâtın akabindeki yeni bir harekâtla olsun, kefeni yırtıp Türk asrını ilân etmekle eşanlamlı olur.
Gerçekten de Türkiye'nin Orta Asya'ya açılan kapısı Nahçıvan'ın özgürlüğüne kavuşmuş bir Dağlık Karabağ'la bağlanması bütün dünyada zamanın ruhunu birinci elden yoğuracak bir kudretin serbest bırakılması demektir.
Üstelik her şey Ermenistan’ın motivasyonu meçhul saldırganlığıyla başlamışken…
Üstelik emperyalizmleri ayıran çelişkiler dünyada bir vakum yaratmışken…
Üstelik Ermenistan yeniden Batı-Rusya güreşinin ana sahnesi olmaya bu kadar yakınken...
Neo-Sevr'cilere Dağlık Karabağ meselesi üzerinden bir şamar indirilebilir mi? İndirilebilir.
"Büyük Ermenistan" ile "Büyük Kürdistan" hülyaları yerle yeksan edilebilir mi? Edilebilir.
Hülâsâ bir taşla birkaç kuş vurulur ve bu noktadan hareketle bir "Türk asrının" işaret fişeği atılır mı?
Hepsi olur.
Olur olmasına ama önce şu kavrayışa erişmeliyiz: Her halükârda Kafkasya’daki son gelişmeleri Türkiye'den bağımsız ve Türkiye'yi saran gerçeklikten soyutlayarak anlamlandırmak imkânsızdır.
"Neo-Sevr" teşebbüsü artık zehirli bir olgudur, bir vakıadır. "Türk asrı" ise Kafkasya'dan Doğu Akdeniz'e değin söz konusu zehrin panzehridir.
İçeride "vatan" derdi olanların (hem hükûmetin hem de muhalefetten yapıcı unsurların – yani ana muhalefetin dış ilişkilerinden sorumlu bir ismin tam zıt kutbunda mevzilenenlerden) dışarıya karşı "vatanseverlik" müşterek zemini kuvvetlendirmek gibi son derece büyük bir görevleri var.
Başka bir deyişle vatanseverlerin birbirilerine "el uzatmaları" artık vatanî bir yükümlülüktür.
El uzatmayanın da uzatılan eli tutmayanın vebali büyük olur…