Türkiye’de Ahlâk Vurgusu Güçlü Olmadığı İçin Hukuk Fikri de Gelişmedi
İSMAİL KARA 01 Ocak 1970
Cumhuriyet devri Türkiyesi’nde ahlâk çalışmaları ve vurguları hiçbir zaman canlı ve diri olmadı. Üniversite ve entelektüel hayat ahlâk çalışmalarına bigânedir. Güçlü ve derin bir hukuk fikrinin gelişmemesi de muhtemelen bununla alakalı.
Zaman zaman “İslâmcılık öldü, bitti, yenildi” başlıklı tartışmalar gündeme geliyor. Bu tartışmanın Türkiye’yi aşan uzantıları olmakla birlikte Türkiye’de genellikle AK Parti tecrübesi ve bu tecrübenin “başaramadıkları” üzerinden, genellikle AK Parti’ye muhalefet etmenin bir parçası olarak gündeme geliyor. Bu tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Siyasi-görünür amaçlarının yanısıra hakikat payı taşıdıklarını da düşünüyor musunuz?
“Siyasal İslâmın İflası” edebiyatı bir Soğuk Savaş sonrası kurgusudur ve uluslararası merkezlerde inşa edilmiştir; aynen Siyasal İslâm gibi. Yabancı akademisyenler arasında kurucu aktörlerini de bilen biliyor. Önce bunları görmek lazım. Fakat benim açımdan buradaki en önemli problem İslâmcılığı siyasal olana indirgemek ve onunla sınırlı olarak iniş ve çıkışlarını, büzülme ve genişlemelerini, ölümünü dirimini konuşmak. Bu parlak ve yaygın gibi gözükmekle beraber çok yanıltıcı ve daraltıcı ayrıca zorlama bir perspektif.
Türkiye’de AK Parti üzerinden İslâmcılığın ölümünü gündeme getirenlerin AK Parti ittifakı ve mübalağalı desteği ile başlayıp yolları ayrıldıktan sonra bunu dillendirmiş olmaları da elbette kayda değer bir hadisedir. Kendi ölümlerinden mi bahsediyorlardı yoksa? Bu konuşmada da birkaç defa altını çizerek söyledik; İslâmcılık iki üç asırlık tarihinde hiçbir zaman siyasalla sınırlı bir düşünce ve hareket olmadı, yeni bir İslâm yorumu peşinde yol aldı. Siyaset onun sadece bir yönüne, hadi önemli bir yönüne diyelim, işaret eder.
Doğru olan bir şey de var; bütün tarihi boyunca İslâmcı gruplar iktidara yaklaştıkça yahut iktidar oldukça fikri yönü ve muhalif damarı zayıflar, uyum ve entegrasyon yönü kuvvetlenir, kendi ülkesinin siyasi merkezine ve uluslararası odaklara, aktüel politikalara yaklaşır. Bu doğru ve bir bakıma normal. Bu problemi mercek altına almak ve tenkit konusu yapmak lüzumlu bir faaliyet. Yanlış olan bunu İslâmcılığın bütününe teşmil etmek.
Meselenin olabildiğince doğru bir yerde müzakeresi ve farklı seviyelerde anlaşılması için bazı sorular soruyorum; Türkiye’de ve İslâm dünyasında Yeni Selefilik geriliyor mu? Din eğitimi yahut başörtüsü talepleri, dindar kızların okuma ve hayatın her kademesine katılma arzuları azalıyor mu? Cami yapımları, Cuma cemaati düşüyor mu? Dindarlaşarak ilerleme, kalkınma ve zenginleşme arayışları, İslâm devleti, İslâm demokrasisi, İslâm ekonomisi fikirleri gerileyişte mi? Değilse eğer İslâmcılık nasıl ölmüş bitmiş oluyor? Burada daha soğukkanlı, dikkatli ve derinlikli tahlillere, tenkitlere ihtiyaç var. Değişmek ve dönüşmekle bitmek, ölmek aynı şey değil.
TARİH AK PARTİ’Yİ MİLLÎ GÖRÜŞ VE REFAH HAREKETLERİ GİBİ İSLÂMCILIK İÇİNDE DEĞERLENDİRECEKTİR
AK Parti’yi İslâmcılık tartışmaları bağlamında nereye yerleştiriyorsunuz?
Benzer bir mesele de bu. Biliyorsunuz AK Parti İslâmcılıktan vaz geçtiğini beyan ederek kuruldu ve küreselleşme politikalarına, liberalizme uygun bir siyasi dil kurarak, bir program geliştirerek iktidara geldi. Uygulamaları da hususen 2013’lere kadar bu istikamette gitti. Sonra konjonktürün de etkisiyle milliyetçi damarlarını, statükoyu daha fazla hatırladı.
Fakat tarih onu Millî Görüş ve Refah hareketleri gibi İslâmcılık içinde değerlendirecektir sanırım. Muhtemelen de uyum hattı kuvvetli bir İslâmcılık çizgisi içinde ve İslâmcılığın birçok yanını ve kanadını sisteme taşıyan, bürokrasiye, iktisadi alanlara, güce yaklaştıran, bu arada sistemi de taşıyan ve dönüştürmeye çalışan bir hat üzerinde… Bunun fikri zayıflamalar ve geri çekilişler getireceği açıktır. Ben İslâmcılıktan ilk vazgeçişin Refah Partisi’yle ve Adil Düzen projesiyle başladığını düşünenlerdenim, onun için düşünce planında “Millî Görüş gömleğini ilk çıkaran Erbakan’dır” demiştim.
Yalnız bir şeyi görmek lazım, Erdoğan din eğitimi-İmam Hatip Okulları, başörtüsü, Ayasofya, Filistin-Kudüs, dünyaya meydan okuma gibi Türkiye’de muhafazakâr ve İslâmcı söylemin güçlü ve aktif unsurlarını devreye almakta ve çözümler üretmekte cesur, atak ve başarılı olmuş bir liderdir. Bu da ona devamlı ve canlı bir destek olarak dönmüş, sisteme uyum ve entegrasyon sebebiyle ortaya çıkan birçok iç problemi ve gerilemeyi örtmüştür.
AK Parti iktidarıyla normalleşme ve dinle, tarihle ve toplumla barışma süreci yaşandı. Ancak son zamanlarda hem genel olarak toplumda hem de İslâmi-dindar kesimde İslâm’a ve İslâmcılığa yönelik bir hoşnutsuzluk, bir hayal kırıklığı var. Bu gözleme katılır mısınız? Sizce neden böyle oldu? Nerede yanlış yapıldı?
Böyle bir vakıa ve problem var. Fakat ben bunun aktüel olanla, mevcut iktidar ile sınırlı olarak tam anlaşılıp kavranamayacağını düşünüyorum. Nöbet gibi gelip giden bu açılma-kapanma, ümit ve karamsarlık Türkiye’nin baş edemediği yapısal bir problem gibi duruyor. Türkiye siyaset alanı dahil müdahaleye uğramaktan, tahripkâr yaralar almaktan kendini korumakta başarılı olamıyor ve netice itibariyle maküs talihini yenemiyor.
Biraz yakın tarihi tahlil unsuru olarak kullanırsak benzer genişleme ve daralmaların DP ve Menderes ile, Demirel ve AP ile, Özal ve ANAP ile hatta çok kısa ömürlü olmakla beraber Erbakan ve MSP, sonra RP ile yaşandığını görebilir ve buralardan başlayarak, benzerlikleri ve farklılıkları hesaba katarak bugünkü problemi daha sıhhatli masaya yatırabiliriz kanaatindeyim. İsterseniz Ecevit ve CHP’yi de dahil edelim. Aynı takip ve değerlendirmeyi diyelim ki üniversite, basın, fikir ortamları, fikir grupları, vakıflar, sivil toplum kuruluşları -ben başından beri Türkiye’de sivil toplum kuruluşu olmadığını söyleyenlerdenim- üzerinden de yapabiliriz.
Nerede yanlış yapıldı, yapılıyor sorusunun cevabı elbette kısa olmayacak, olamaz. Ama yine de kısa bir cevap verebiliriz; herhangi bir gücü eline geçiren başkalarının; başka kurumların, başka kişilerin, başka fikirlerin ve tercihlerin varlarını, güçlerini, imkânlarını ortadan kaldırarak, iyice zayıflatarak kendi varlığını sürdürebileceğini düşünüyor. Herkes güvensiz bir konumda veya kendini öyle hissediyor. Belki de böyle bir his enjekte ediliyor.
Halbuki bugünün şartlarında bir memleketin kurumları, insanları, fikirleri, onların öncelikleri diğerleri için bir tehdit değil bir ayna, bir iç tenkit, sınama-sağlama aracı ve güç devşirme mekanizması, farklı şartlarda bir alternatif olmalıdır, öyle mütalaa edilmelidir. Bunu beceremiyoruz, entelektüel ve fiili kapasitemiz, belki vatanperverliğimiz, kendimizi konumlandırma biçimimiz, yetişme ve düşünme tarzımız buna yetmiyor. Milletimizin her bir ferdinin, her bir kurumunun mütevazi bile olsa başarısını kendi başarımız kabul etmiyoruz, edemiyoruz, kendimiz için de devreye sokamıyoruz. Bunun karşı tarafı da böyle, yanımızdakinin başarısızlığına, ezilmesine, hak ve hukukunun ayaklar altına alınmasına âdeta seviniyoruz.
TÜRKİYE’DE AHLÂK VURGUSU GÜÇLÜ OLMADIĞI İÇİN HUKUK FİKRİ DE GELİŞMEDİ
Son dönemde İslâm dünyasının farklı bölgelerinde ve ülkemizde “ahlak temelli” bir tartışma ve kriz yaşanıyor? Benzer şekilde, özellikle gençler bağlamında deizme yöneliş ile ilgili popüler bir anlatı var? Siz de bunu gözlemliyor musunuz? Spesifik olarak gençlerin ama genel olarak toplumun birçok kesiminin dini sorgulama, dinden soğuma, sekülerleşme eğilimlerini besleyen dinamikler neler? Bunların popüler ve maksatlı anlatılar olduğunu mu düşünüyorsunuz, Müslümanların yanlış temsillerinden veya yanlış ve eksik dini bilgi üretimlerinden kaynaklanan sahici sorunlar mı olduğunu düşünüyorsunuz?
Büyük ahlâk krizi bizde de dünyada da yeni değil ama derinleştiği, azmanlaştığı kesin. Zulümleri, kan göllerini, açlıktan ölümleri, orman yangınlarını, denizlerin çöplük haline gelişini, tatlı suların kaybını, asırlık zeytin bahçelerinin tahribini, gelir dağılımı uçurumlarını, açıktan yağmaları ve büyük yolsuzlukları hiçbir ürperti duymadan seyredebilir hale geldi insanlık. Biz de geldik. Sadece seyirci miyiz yoksa aynı zamanda fail mi, tasvip eden mi, iştahla bakan mı? Yalnız batı ile bizim aramızdaki bir farklılığa dikkat çekmek lazım; batıda aydınlanma felsefesinden itibaren laik ahlâk alanı gittikçe kuvvetlenen bir saha. Bizde ve İslâm dünyasında laiklik ve sekülerlik alanlarının genişlemesine rağmen ahlâk biraz da yapısal olarak dinden, gelenekten bütünüyle ayrışmış sayılmaz. Onun için de dindarların ahlâki zafiyetleri daha fazla dikkat çekiyor. Bu haklı ve müspet bir şey bir tarafıyla, kendine bakmadan buradan tenkit geliştirmek isteyen karşıtlar için ise züğürt tesellisi olmalı. Tencere dibin kara misâli… Ama umumi değerlendirmede bunlarla sınırlı kalmamak lazım.
Müslümanlığın, Müslümanların yanlış temsilinin etkisi geçiştirilecek cinsten bir tespit değil. Fakat başka şeyler var. Her şeyden önce Cumhuriyet devri Türkiyesi’nde ahlâk çalışmaları ve vurguları hiçbir zaman canlı ve diri olmadı. Üniversite ve entelektüel hayat ahlâk çalışmalarına bigânedir. Güçlü ve derin bir hukuk fikrinin gelişmemesi de muhtemelen bununla alakalı. Nurettin Topçu dışında ahlâk meselesini birinci sıraya çıkaran başka bir aydınımız yok. Aklı kesmeye başlayanlar kendisiyle değil de rejimle, devrim yapmakla işe başlıyor.
İkinci olarak sanayileşme, yeni şehirleşme ve göçlerle, modern eğitim süreçlerinin yaygınlaşmasıyla geleneksel sosyal ve kültürel yapılar altüst oldu yani ahlâk da farkında olarak olmayarak değişti. “Gösterişçi dindarlık” biçimleri ortaya çıktı ve bir mücadele ve muhalefet biçimi olarak tezahür etti, benimsendi. Ölçü tanımayan yüksek minareler, tesettür defileleri, büyüklük ve debdebe arayışları, israf, Türkçe olimpiyatları, kaba şeddadi binalardan oluşan mahaller… Bu altüst oluşların yerine bir şeyler de geldi -iftar çadırları ve yeşil pop eşliğinde gelişigüzel yerlerde semazen çıkarmak aklıma geliyor şimdi- veya eski unsurlar değişime uğrayarak devam etti ama bunların çoğu iyi ve hayır niyeti taşımakla beraber oturmamış yahut şekilsiz ve biçimsiz şeyler. Ahlâk güzellik, zevk ve estetikle doğrudan alakalıdır.
Her türlü güç temerküzünün, zenginleşmenin, iktidarların bütün insanlık tarihi boyunca ahlâk zaviyesinden zaten bozucu bir etkisi var. Karşılaştığımız ciddi ve problemli manzara hepsinin neticesi muhtemelen, birinin değil. Bugünkü şartlarda kapitalist ahlâka mahkûm olmadan zenginleşmenin, Makyavelist ahlâka teslim olmadan iktidar olmanın imkânı var mı sorusu İslâm dünyasında ve Türkiye’de ciddiyeti ölçüsünde gündeme gelmiş sayılmaz.
Müslümanlar devlete, iktidara ve bilime, teknolojiye kolaylıkla kendi istikametlerinde kullanabilecekleri araçsal düzeyde baktılar. Onların kendilerini daha fazla değiştirip dönüştüreceğini, tabir caizse kullanacağını yeterince düşünmediler ve kabul etmediler. Hakkı ve hakikati kuvvetle eşitleyen, “hak kuvvettir” sloganları üreten Müslüman dimağların ortaya çıkışı bir iki asır geriye gidiyor.
Yanlış ve eksik dini bilgi meselesi…
Bunun etkisi tartışma dışı. Yanlış ve eksik dini bilgiye yenilenmemiş, bugünün diline aktarılamamış, hitap etme kabiliyeti zayıflamış geleneksel dini bilgiyi de eklememiz lazım. Benim bunun kadar önemsediğim bir husus daha var; modern dönemde ve bugün bir de azmanlaşmış, bazı vurguları anormal derecede artmış fakat katı ve sınırlı, aynı zamanda sesi yüksek çıkan dini bilginin tahakkümü var. O kadar ki dindarları bile dışlıyor bu bilgi ve din anlayışı. Hüküm, hikmet tanımıyor, ahkâm kesiyor veya aforizmalara, hesabı verilmemiş parlak cümlelere, sloganlara yöneliyor.
DEİZM Mİ, FARKLI BİR DİNDARLIK ARAYIŞI MI, DİNE İLGİSİZLİK Mİ?
Sekülerlik ve deizm vurgularına ne diyorsunuz?
Bunlar hiç şaşırtıcı ve beklenmedik şeyler değil. Çünkü bu konuşmada da bir miktar üzerinde durduk, İslâm dünyası batıdan epeyce farklı olarak modernleşme ile dindarlaşmayı birlikte yaşadı, yaşıyor. Çünkü biz kültürel olarak birbirinden ayrı düşünülemeyen devleti, dini, milleti birlikte kurtarmak için modernleşme ve ıslahat süreçlerine katıldık. Bu bir kültürel farklılık ve iddia aynı zamanda. Bugün de böyle.
Modern bir dindarlığın hem fikri olarak hem de fiilen seküler, bazan pozitivisit yönleri ve çıktıları olacaktır, oluyor. İslâmcılık düşüncesi içinde hatta şeriatçı ve Yeni Selefici versiyonlarında da ciddi bir seküler damar hep olmuştur. “Anayasamız Kur’an’dır” bayrağı şeriatçı bir ifade mi seküler bir beyan mı acaba diye sorabiliriz, soruyoruz. Muhtemelen her ikisi. “İslâm akıl ve mantık dinidir”, “İslâm demokratik ve insan haklarına bağlı bir siyasi yapı öngörür”, “İslâm tek kadınla evliliği emreder”, “bizde din-bilim çatışması yoktur” cümlelerinde daha fazlası var. İmam Hatip Liseleri dini eğitim mi veriyor yoksa laik din eğitimi mi sorusu da benzer bir soru. Çalışmalarımda bu paradoksal ilişkileri ve sarmal giden hareketleri ele alıyorum. Hacimli kitaplarımdan birinin adı Din ile Modernleşme Arasında…
Deizm meselesi biraz daha karmaşık, o sebeple daha bir dikkat istiyor bence. Fakat Arap baharından itibaren İslâm dünyasında ve Türkiye’de olup biten şeyler, sosyal medyanın akıl almaz taşıyıcılığı ve yayıcılığı, bizde ayrıca Gülen probleminin ciddi ve derin yaraları, dindarların hak hukuk meselelerindeki vurdumduymazlıkları, güç kullanma biçimleri gençleri dinden uzaklaştırmış, soğutmuş olabilir. Bu şaşırtıcı olmaz.
Fakat bu durum telaffuz edildiği gibi deizm midir yoksa yeni tarz bir sorgulama mıdır? Veya mütedeyyin, İslâmcı aile çocuklarının daha fazla modern eğitim süreçlerine, modern hayata dahil olmalarıyla mı alakalıdır? Ben şimdilik tam emin olmamakla beraber yeni bir dini sorgulama, farklı bir dindarlık arayışı veya dine ilgisizlik, istiğna taraflarının daha güçlü olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bunların hepsi gençlere de yakışır…
Ama çok taraflı olarak dikkatle takip edilmesi gereken bir temayül ve vakıa olduğu kesin. Sizin sorunuzda yok ama korona virüs süreçlerinin de bu alanda, dindarlık anlayış ve biçimlerinde yeni etkiler ve yönelişler doğuracağını kuvvetle var sayabiliriz.
CEMAATLER İÇİN KIRILGAN NOKTA FİİLEN VAR OLUP HUKUKEN GAYRİMEŞRU OLMALARIDIR
Türkiye’de Gülen cemaati-AK Parti ilişkisi, Gülen yapılanmasının devlet içindeki örgütlenmesi ve son olarak 15 Temmuz darbe teşebbüsüne varan olaylar din ile devlet, dini cemaatler ile siyaset arasındaki ilişkileri yeniden güçlü bir şekilde gündeme getirdi. Normalde bu gelişmelerin din-devlet ilişkileri ile ilgili önemli-canlı tartışmaları, kırılmaları sağlaması beklenirdi ama sizin 15 Temmuz’dan çok önce tartışmaya açtığınız ama herhalde çok karşılık bulmayan bu meseleler şimdi Diyanet’in bir iki özel teşebbüsü dışında derinliğine gündeme yansımıyor.
Bununla ilgili iki soru sormak istiyorum. İlk olarak, Gülen cemaati ile sınırlandırmadan Türkiye’de cemaatler, tarikatlar meselesini sormak istiyorum, ardından spesifik olarak Gülen meselesini ve yansımalarını soracağım. Türkiye’deki dini cemaatlerle ve bu cemaatlerin devletle, toplumla, dinle ilişkileriyle ilgili ne söylemek istersiniz? Bunların toplum-din ve devlet ile ilişkileri nasıl olmalı? İşlevleri ve etkileri neler, bu konu ile ilgili görüşünüzü almak istiyorum.
Burada da birçok şey içiçe ve mühim. Birincisi, bugün cemaat ve tarikat yapıları dediğimiz oluşumlar 1924, 1925 sonrası Cumhuriyet idaresinin ve İslâmı paranteze alma ve baskı altında tutma politikalarının bir uzantısı, bir neticesi. Tarikatların tarihi köklerinin olduğunu biliyoruz ama bugünkü halleri büyük ölçüde Osmanlı modernleşmesinin ve Cumhuriyetin bir ürünü ve resmi. Yani başından beri ve bugün şikâyet ve mahkûm etme mercilerinin, siyasi merkezin ve güç odaklarının aynı zamanda problemin esas sorumlularından biri olduklarının altını çizmek lazım.
İkincisi siyasi merkezle, onun bir temsilcisi olarak Diyanet İşleri Başkanlığı ile cemaat ve tarikat yapıları arasında paradoksal ve çok taraflı bir münasebet, belki birbirini besleyen karmaşık bir ilişki var. Siyasi merkez cemaat ve tarikat yapılarının din anlayışlarını benimsemez, irtica, yobaz, din istismarı gibi ifadelerle tezyif ve mahkûm eder, yasaklar, buna karşılık toplumu sıkılaştırmak ve yönetilebilir kılmak için bir tür Müslümanlığı ayakta tutmak veya radikalliğe kayan bazı dindarlık biçimlerini zayıflatmak adına bu yapıları doğrudan ve dolaylı yollarla destekler, Diyanet ve bürokrasi üzerinden kendi içine çeker. Tekpartili yılların bütün meclislerinde, askeriye dahil -bütün tekpartili yılların genelkurmay başkanı Nakşi ve mütedeyyin Fevzi Çakmak’ı hatırlayalım en azından-, üst bürokraside birçok şeyh ve tarikat mensubu, hocaefendi vardır. Bu bence gözden kaçmış yahut sızma yoluyla olmuş bir şey değil. Elbette çokpartili hayatta daha fazlası olacak.
Diğer tarafta da durum böyledir. Yani cemaat ve tarikatlar da siyasi merkezin, Diyanet’in din anlayışını benimsemez, kendilerine nasıl baktığını iyi bilmesine rağmen devletin içinde, Diyanet’te yer almak ister, bunun için can atar. Tabii kültürel olarak balığın baştan koktuğunu, düzelmenin yukarıdan aşağıya olacağını da bilir. Bizi bugünlerin eşiğine getiren bu paradoksal ve karmaşık ilişkiler, anlayışlar ve icraat bence birinci derecede ülkemizdeki din-devlet anlayışıyla alakalıdır.
Kısaca tekrar söylemek gerekirse bizde kültürel olarak din-devlet ayrılığı gayrılığı yoktur, birinin yokluğunda diğerinin varlığını sürdürmesi imkânsızdır. Herkes devleti esas itibariyle kendine ait, kendisiyle bitişik, onsuz büyük işler yapamayacak, ıslahı sağlayamayacak bir yapı ama olsa olsa bir miktar bozulmuş, başkalarının eline geçmiş kabul eder. Kendi eline geçtiği zaman işler düzelecektir. Ara cümleler olarak iki şey söyleyelim; bir, bu fikir solda da, milliyetçi cenahta da çok kuvvetli bir fikirdir. İki, cemaat ve tarikat yapıları birçok badireden geçtikleri için kendilerini koruma teknikleri ve yeni durumlara uyarlanma kapasiteleri iyi olmakla beraber entelektüel donanımları, sistem ve devlete dair fikirleri, dünyanın gidişine dair kanaatleri, değerlendirmeleri umumiyetle çok zayıftır fakat bu zayıflığı fark etmez ve kabul etmezler.
Cemaat ve tarikatlar için kırılgan nokta fiilen var olmalarına rağmen hukuken ve kurumsal olarak gayrımeşru, hukuk ve devlet tarafından tanınmaz oluşlarıdır. Esas hüviyetleri hep gizlidir, başka şekilde görünmek zorundadırlar. Bu onları çift kişilikli olmaya doğru icbar eder. Eh, kendi ülkelerinde bir başka türde tarikat yapılanması olan masonluk ve misyonerlik kadar rahat imkânlara sahip olmadıklarını görmeleri, sezmeleri de onları derinden etkilemektedir. “Müslüman kolej” fikrinin bile bununla alakası var.
Yaptığım bu kısa tasvirler aslında bütün unsurlarıyla bugün de devam eden çok taraflı ciddi problemlerin kaynaklarına işaret etmek içindir. Bu sebeplerle Soğuk Savaş sonrasında bu yapıların sivil toplum kuruluşu olarak gösterilmelerini -bir de Türkçe açısından da yanlış bulduğum kanaat önderi yakıştırması var- ve onların da buna hevesle yaklaşmalarını acı tebessümlerle karşılamış ve yazmıştım. Türk usulü sivil toplum denseydi daha uygun olurdu…
Son yıllarda dini sembollerin siyasi ve sosyal alanda daha yoğun kullanılmasının din, İslâm, İslâmcılık üzerine nasıl bir etkisi olabilir? Burada yeni bir durum var mı, eski kökleri var mı bu işin, bir noktaya kadar hep böyleydi diyebilir miyiz yoksa daha yeni ve önceden pek görülmedik bir manzara mı bu? Sonuçları, etkileri itibariyle…
Bu hep böyleydi, bugün için daha bir yoğunlaşmadan ve daha açık ve katı ifadelerin, modern biçimlerin devreye girmesinden bahsedilebilir. Bir yazı vesilesiyle birkaç örnek üzerinde durmuştum; benim çocukluk ve gençlik yıllarımda vergi dairelerinin alnında “Vergilendirilmiş mal/kazanç kutsaldır” ifadesi vardı. Laik bir ülkede nereden çıkmıştı bu kutsallık? Üniversitelerin, okulların ön duvarlarında yazılan “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” cümlesindeki mürşidi halk nasıl anlıyordu dersiniz? Laik ve bilimsel bir ifade olarak mı yoksa evliya, şeyh, peygamber, hocaefendi mânasına mı? 1930’lu yıllarda “Yerli malı kullan” mahyaları var. Şimdi de tamirde olan Eminönü’ndeki tarihi Yeni Cami’nin bir cephesinde kocaman bir Vakıf Katılım Bankası yazısı, reklamı boy gösteriyor. Caminin alnında banka reklamı! Faizsiz banka reklamı mı denecek acaba? Başörtüsü yahut tesettürlü giyim reklamlarında bir tevazu ve mahremiyet fikri görüyor musunuz yoksa diğer moda reklamları gibi israf, şatafat, gösteriş mi hakim? Dindarlık burada şekilden öteye geçmiyor gibi, ayrıca kapitalizmle de fevkalade uyumlu. İsmet Özel’in “Başını örten kızlar felsefe bilmelidir” başlığını hatırlatalım mı, ne dersiniz? İslâm iktisadı, faizsiz bankacılık, bilimin İslâmileştirilmesi çalışan erkeklere de…
SİYASET VE CEMAATLER ARASINDAKİ PROBLEMLİ İLİŞKİ İKİYÜZLÜLÜĞÜ BESLİYOR
Önceki soruda konuştuğumuz meseleyle ilgili sormak istediğim bir diğer soru şu: Bir konuşmanızda, Gülen tecrübesinin İslâmcılık meselesine ciddi bir maliyet ürettiğini ve yüzleşmesek de bunun kötü sonuçlarından uzunca bir süre etkileneceğimizi söylediğinizi hatırlıyorum. Toplumun Gülen yapılanmasının tezahürleri üzerinden dini yapılara, cemaatlere, tarikatlara, belki dine bir mesafesinin oluştuğu gözlemlenebiliyor. Bunun din-devlet ilişkilerine de yansımaları olacaktır. Bu meseleyi nasıl ele almak lazım, nasıl bir yüzleşmeye ihtiyaç var? Fethullahçılığı üreten zemin neydi? Sizce Türkiye Fethullahçılığı ve Fethullahçı yapı üzerinden dini cemaat olgusunu nasıl etüd etmeli?
İslâmcılıktan ziyade Türkiye’de İslâm meselesine ve zaten problemli ve dar bir parantez içinde işleyen din-siyaset ilişkileri alanına ciddi bir maliyet yükleyeceğini ve birçok şeyi daha da biçimsizleştireceğini söylemiştim. Maalesef bu oldu ve olmaya devam ediyor. Benim Gülen grubuyla ilgili problemli gidişe temas eden, hoşgörü, dinlerarası diyalog, birarada yaşama edebiyatını sahte ve derinliksiz bulan tenkit yazılarım 1996 yılına, herkesin giderek daha fazla o gruba müspet baktığı, tebcil ettiği döneme kadar çıkar. Başlıklarını samimiyetsiz ve yapay, katılımcılarını toplama bulduğum için bütün ısrarlara rağmen Abant toplantılarına, sempozyumlarına katılmadım.
2008 yılında yayınlanan Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm’ın ilk cildinde müstakil bir kısım olarak cemaatler konusunu ele almış, tenkit ve değerlendirmeler yapmıştım. 2013’ten sonra ise biraz da riskler alarak hadisenin iktidar-cemaat çatışması olmadığını, bunun Türkiye’ye bir müdahale olduğunu ve böyle devam ederse dini alanda birçok şeyin tahrip olacağını, din-siyaset ilişkilerinde geriye gidileceğini ısrarla vurguladım. Bunlar pek işe yaramadı, çünkü herkes meseleyi ele almaktan ziyade bir tarafta yer almayı istiyordu. Gide gide kötü akıbete, 15 Temmuz felaketine vardık ve dini alan başta olmak üzere birçok bölgemiz derin yaralar aldı.
Aradan dört yıl geçti. Hadisenin yakıcı sıcaklığı devam ettiği için soğukkanlı, kuşatıcı ve ileriye dönük dini, fikri ve kültürel değerlendirmeler yapma aşamasına intikal etmiş sayılmayız.
CEMAAT VE TARİKATLER DİNİ HAYATIN ÖNEMLİ BİR PARÇASIDIR
Niçin intikal edemedik, sahada neler görüyorsunuz?
İşin tabiatında da bazı zorluklar var, karmaşık ve birçok yere, birçok kişiye değen bir hadise bu. Buna Türkiye’nin kendi meselelerini uzun uzadıya, devamlı ve farklı bakış açılarıyla tartışmaktaki yetersizliği, isteksizliği de eklemleniyor. Yine de birkaç hususa işaret edebiliriz: Gülen grubu siyasi merkez ve kurumlar nezdinde de mütedeyyin kesimler dahil toplum nezdinde de itibarını, meşruiyetini kaybetti. Hak hukuk tanımaz bir noktaya varan/vardırılan, her türlü karışık işe bulaşan/bulaştırılan, ahlâken ikiyüzlülüğe doğru hareket eden/ettirilen, dini yorumları süratle kural tanımazlığa doğru giden bir dini grup dini ve hayri bir yapı olarak varlığını zaten sürdüremez.
Fakat hadise sadece onlarla sınırlı kalmadı. Cumhuriyet Türkiyesi’nde cemaat ve tarikat yapılarıyla siyasi merkez arasındaki ilişkiler zaten ciddi problemler taşıyan kırılgan bir karaktere, çabuk haksızlığa ve karalamaya varan bir tabiata sahipti. Bu genel durum karşılıklı güvensizliği ve ikiyüzlülüğü besliyor, bu da giderek bütün mütedeyyin kesimlere, kişilere de bir şekilde yansıyordu. 12 Eylül darbesi sonrasında, bence darbenin dinle alakalı programları arasında yer alarak, cemaat ve tarikatlarla daha yakın bir münasebet kurulması istendi, denendi. Bu karar ve teşebbüs bu yapıları daha fazla sistemin içine çekme teşebbüsü mü idi yoksa normalleşme arayışı mı idi sorusunu sormak ve çift taraflı değerlendirmek lazım. Cemaat ve tarikatların bu açılımı nasıl anlayıp yorumladıklarını ve ne yaptıklarını da…
Hatırlatalım, Gülen grubunun fevkalade dar İzmir bölgesinden Türkiye’ye yayılması 12 Eylül ve Özal iktidarı döneminde başladı ve birçok iktidar değişmesine rağmen 2011’lere kadar hiç kesintisiz ve ciddi destekler görerek devam etti. İlk defa Diyanet İşleri Başkanlığı açıktan cemaat ve tarikat mensuplarıyla 12 Eylül döneminde münasebet kurdu. Bu dönemde sürgünler, göz hapisleri, tutuklamalar, mahkemeler ve sıkı kontroller de oldu. Basının karalamaları da… Nokta ve Aktüel dergileri ile Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerinin 80’li yıllara ait sayılarının kapak ve ilk sayfalarına bakmak bile bir fikir verebilir. Bunlar da biçimsizleştirerek büyütmenin yolları.
Soğuk Savaş sonrası dönemde Alevilik meselesinin, gayrımüslim cemaatlerin açıktan tartışılan bir mesele haline gelmesi cemaat ve tarikat meselesine de yeni bir müzakere ve rahatlık alanı açtı. Arada üzerinde yeterince durulmamış önemli bir hadise var, Erbakan-Esat Coşan Hoca/İskender Paşa cemaati çatışması ve 80’li yılların en geniş ağlara ve insan unsuruna sahip bir tarikat-cemaat yapısının geriletilmesi. Bunu şimdilik sadece zikrederek geçelim.
Şimdi Gülen cemaatinin azmanlaşarak, azmanlaştırılarak yoldan çıkması ve memleketin başına açtığı felaketler onunla sınırlı kalmadı, bütün cemaat ve tarikat yapılarını, onların müntesiplerini, kurumlarını daha güvensiz ve ikiyüzlü bir ortama sürükledi, zaten var olan zayıflıklarını yahut yapısal şişmelerini artırdı, 80’lerden itibaren biraz da konjonktürel olarak ortaya çıkan iyileşmeleri büyük ölçüde ortadan kaldırdı, ayrıca bir kısmının Gülen grubunun hikâyesine benzer şekilde azmanlaşma istikametine girmesine, destek görmesine sebebiyet verdi.
Bu manzaranın neredeyse bütün unsurları memleketimizin dini hayatı, din-siyaset ilişkileri açısından hiç de hayra alamet değil. Çünkü bu yollarda bir tarafıyla normalleşme gibi gözükebilecek şeyler anormalleşme ile neticeleniyor. Kriz ortamlarında benzer yapıların iyisiyle kötüsünü, kurusu ile yaşını ayırdetmek zordur, bunu kabul edebiliriz ama bunun artık mutlaka yapılması ve olandan, başımıza gelen felaketten doğru ve sürdürülebilir dersler çıkarılması lazım. Çünkü bütün problemlerine ve tenkide ziyadesiyle açık zayıf taraflarına rağmen cemaat ve tarikat yapıları memleketimizdeki dini hayatın, dini düşüncenin, Müslümanlığın önemsenmesi gereken bir parçasıdır ve yabana atılamayacak koruyucu ve sürdürücü fonksiyonları vardır.
Buradan ikinci mühim noktaya geçebiliriz; tasavvuf bütün İslâm tarihi boyunca tartışılan bir mesele olmakla beraber meşru bir İslâm yorumu ve yaşama üslubudur. İslâm ilim ve kültür havuzuna, Müslümanca yaşama üsluplarına, dile, sanatlara da müspet çokça girdiler vermiştir. Bizim katılıp katılmamamızdan ve bugün kendi tarihine yakışır bir yerde ve seviyede durup durmamasından bağımsız olarak bu yorumun ve üslubun meşru olarak devam etmesi Müslümanlar için ve hatta insanlık için hem bir imkândır hem de bu görüşte olanların hakkıdır.
Biliyoruz ki tektipçi bir İslâm yorumunu benimseyen Yeni Selefiliğin ve büyük ölçüde İslâmcılık akımının tasavvuf ve tarikatlara karşı ciddi itirazları ve tenkitleri vardır. Onlara göre tasavvuf ve tarikatlar bozucu ve dağıtıcı bir din yorumu ve sapmış, şirke kaçmış tarafları olan bir yaşama tarzıdır. Bunlar bildiğimiz şeylerdir fakat 15 Temmuz’a giden süreçte ve sonrasında yoldan çıkan Gülen grubu üzerinden bazı dini grupların ve çevrelerin medya şövalyeleriyle birleşerek adeta fırsat düşmüş gibi bütün cemaat ve tarikatlara dönük olarak yaptıkları tenkitler doğrudan dini alanın tahribine yönelen boyutlar kazanmış, mübalağalı bir söylemin ve dini açıklama biçiminin adeta tahakküm etmesine yol açmıştır.
Ne yazık ki dini konularda doğru ile yanlışı, meşru ile gayrımeşruyu, yaş ile kuruyu ayırmak vazifeleri arasında olması gereken hocalar, İlahiyat Fakülteleri, dini gruplar ve Diyanet bu süreçte iyi ve seviyeli bir sınav verememiştir. Yayınlanan raporlar, yapılan sempozyumların tebliğleri, bunların kitapları bu bakımdan tarihe en hafif tabiriyle kademe gözetmeyen, sapla samanı karıştıran kafa daraltıcı garip örnekler olarak geçecektir. Cumhuriyet ideolojisinin tasavvuf ve tarikatlar hakkındaki düşük seviyeli ve karalamaya dönük kanaat ve ifadeleri bu sefer televizyon evliyalarıyla birlikte bazı İslâmcıların, hocaların, “dini” kurumların, adında Kur’an, İslâm kelimeleri geçen vakıfların sözleri ve yayınları olarak ortalığı kaplamıştır.
İlim, fikir ve sanat alanı bu kadar dar kalıplarla herhalde yürüyemez. Din hiçbir şekilde yürüyemez. Sınır koymak-sınır tanımakla ve hüküm koymak-hüküm tanımakla dar kafalılığı birbirine karıştırmamak lazım. Bu alanda da artık tenkitle karalama ve alay etmeyi ayırmaya, sakinleşmeye ve makul açıklamalara ziyadesiyle ihtiyaç var.
Kurumsal bir yapılaşma tekliflerine ne diyorsunuz?
Mevcut şartlarda cemaat ve tarikatların -ki tekrar edelim bunların hukuken kabul edilmiş bir varlıkları ve statüleri yoktur- bir kuruma bağlanmasını yahut kendilerinden üst bir kurul oluşturulmasını savunmak doğrusu bana çok garip geliyor. Kimi, kime ve hangi gerekçe ile, hangi hukuka istinaden bağlayacaksınız? Bu dürbüne tersten bakmak gibi bir şey olmalı. Hayat bir şekilde düşe kalka devam ediyor, edecek. Ama bir memleketin aydınları, hocaları, üniversitesi, siyasi elitleri din gibi Türkiye’nin her şeyine sirayet etmiş bir alanın meselelerini kademeli olarak, büyük ve çeşitli tarihi tecrübelerini devreye sokarak soğukkanlılıkla ve bugünün şartlarında kimseye bir dayatmada bulunmadan tartışmayı gerçekleştiremeyecek ve çözümler üretemeyecekse işimiz zor demektir. Bence önce yeni bir müzakere usulü geliştirmeliyiz.
TÜRKİYE’DE SELEFİLİĞİ DEAŞ VE UZANTILARI ÜZERİNDEN KONUŞMAK PROBLEMLİ VE YANILTICIDIR
Son bir soru ile bitirelim isterseniz; yeniden canlanan Selefilik tartışmalarına ne diyorsunuz? Gerçekten ciddi bir problem alanı mı yoksa siyasi merkezler ve medya tarafından abartılıyor mu? Ayrıca cemaat ve tarikat meseleleriyle alakası var mı?
Tartışmaları sıhhatli ve seviyeli bulmadığımı söyleyebilirim. Türkiye’yi anlama ve taşıma kapasiteleri düşük. Medyatik diyelim isterseniz… Bizim de konuşmamızda zaman zaman geçen Yeni Selefilik mühim bir konu ve çağdaş İslâm düşüncesiyle, İslâmcılıkla temas eden tarafı çok olduğu için üzerinde durulmalı. Ama nasıl ve nereden bakılarak?
Tekrar olacak ama İslâm dünyasında Yeni Selefiliğin özellikle eğitim süreçlerinden geçmiş insanlar için kesinlikle siyasetle sınırlı olmayan hâkim bir dini görüş ve yorum olduğunu belirtelim. Bu Türkiye’de de böyledir ve zayıflayan değil kuvvetlenen bir çizgiye işaret eder. Kurumsal olarak söylersek İmam Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri, Diyanet İşleri Başkanlığı veya Din Dersleri müfredatı ve kitapları esas itibariyle Yeni Selefiliğe, vahhabiyü’l-meşrepliğe yakındır ve yatkındır. Türkiye’de, bir kısmı İlahiyat ve Yüksek İslâm Enstitülerinde üretilmiş akademik metin olmak üzere, Gazali-İbn Teymiye-Şah Veliyyullah-Muhammed b. Abdülvehhab-Efgani-Muhammed Abduh-Reşid Rıza-Mehmet Akif-Ahmet Hamdi Akseki-İzmirli İsmail Hakkı-Hasan el-Benna-Seyyid Kutup-Mevdudi… arasında problemsiz ve düz bir çizgi çizen ve bunları İslâm’daki tecdid ve ihya hareketlerinin birbirini takip eden mümessilleri olarak gösteren çokça metin vardır. Onun için de bu kurumlar cemaat ve tarikat yapılarıyla, halk Müslümanlığıyla en yumuşak tabiriyle mesafelidir.
Fakat bu kurumlar radikallikten büyük ölçüde uzaktır ve esas itibariyle muhafazakârdır, devlete sadıktır, bugün dar bir çerçevede konuşulan Selefi akımlarla, hele silahlı mücadeleyi öngören, devlete karşı olan düşüncelerle ilişkileri yoktur, varsa ve olmuşsa eğer yüzde olarak çok düşüktür. Dolayısıyla burada çoğunlukla kimsenin yapmadığı ve bu sebeple kafa karışıklığına sebep olan ayırımlar yapmak, kademeler gözetmek lazım. Size daha enteresan bir örnek vermek isterim, şimdi hayli zayıflamış olan Yeniden Milli Mücadele hareketi dini görüşleri itibariyle su katılmamış Selefidir fakat siyasi ve sosyal görüşleri itibariyle tipik bir muhafazakâr, milliyetçi, devletçi bir karakter gösterir. İsim vermeyelim isterseniz.
İkinci husus; tercüme hareketleriyle, Afganistan işgali ve cihadıyla, İran devrimiyle, hatta Bosna savaşlarıyla Türkiye’ye de bir miktar radikal ve cihatçı Selefilik hissiyatı ve ruhu intikal etmiştir. Fakat önemsenecek bir karşılık bulmamış, süreklilik kazanamamıştır. 70’lerin sonlarında Milli Görüş çizgisi içinde veya bitişiğinde teşekkül eden Akıncılar hareketi de böyledir, çabuk zayıflamış ve erimiştir.
Türkiye’deki hâkim din anlayışı ve biraz önce bahsettiğim yaygın Selefiliğin muhafazakâr tarafı, belki de bizdeki din-devlet-millet ilişkilerinin tabiatı buna yol vermemiştir de denebilir. Hatta Afganistan cihadına katılıp, oralarda medrese eğitimi alıp dönenler de burada çabuk o havadan uzaklaşmış, muhafazakâr-devletçi Selefiliğe yaklaşmışlardır. ANAP’ın, RP’nin veya AK Parti’nin içinde liberalizmi, çokhukukluluğu, demokrasiyi, sivil toplumculuğu savunanlar arasında bu çizgilerden gelen çokça insan vardır. Meseleyi zayıflatmamak için yine isim vermeyelim.
Son bir husus; El-Kaide yahut DEAŞ merkezli olarak Yeni Selefiliği ele almak ve değerlendirmeleri bunun üzerinden yapmak her bakımdan problemli ve yanıltıcı bir meseledir. Çok kaba bir indirgemeciliktir. Bana sorarsanız Türkiye’ye dayatılmış ve boca edilmiş bir pakettir bu. Ne yazık ki son zamanlarda hocaların da katkılarıyla öne çıkan husus budur ve bir tarafıyla anlaşılmazdır. Bunların dini görüşlerinde, belki daha doğru bir ifade ile söylemlerinde Selefi unsurların olması kafa karışıklığının kaynağıdır. Hele hiçbir tarihi olmayan, bindirilmiş operasyon kuvveti olduğu çok açık olan DEAŞ ve uzantıları üzerinden, onları merkeze alarak Türkiye’de Selefiliği konuşmak akla ziyan olmalı.