Ziya Gökalp 23.03.1876 – 24.10.1924
Pof.dr.Abdullah Şengül 01 Ocak 1970
23 Mart 1876’da Diyarbakır’da doğdu. Babası Mehmet Tevfik Efendi oğluna Mehmet Ziya ismini verdi. Ancak O, 1911 sonrasında Gökalp ismini Ziya ile birlikte kullanmaya başladı ve bu isimle tanındı.
Bu aile, XVIII. yüzyılda Çermik ilçesinden gelip Diyarbakır’a yerleşti. Aile, kadılık ve müftülük görevlerinde de bulunan büyük dedesi Hacı Hüseyin Sabit Efendi ile tanındı. Babası Mehmet Tevfik Efendi Diyarbakır Vilayeti Evrak Müdürlüğünde uzun yıllar çalıştı. Aynı yıllarda Diyârıbekir Gazetesi’nin yayın sorumluluğunu üstlendi ve başyazarlığını yaptı. Aynı zamanda Diyarbakır Salnamesi’nin hazırlanmasında görev aldı. Annesi de Diyarbakır’ın tanınmış ailelerinden olan Pirinççizade Hacı Salih Ağa’nın kızı Zeliha Hanım’dır. (Kardaş 1997:579).
Babasının nezaretinde başlayan eğitimi mahalle mektebiyle devam etti. 1886’da Mekteb-i Rüştiye-i Askeriye’ye yazıldı. On dört yaşında babasını kaybetmesine rağmen eğitimini aksatmadı. Amcası eski ceza reisi Hacı Hüseyin Hasib Efendi, eğitimine nezaret etti. Amcasından Şark ilimleri ve felsefe dersleri alan Mehmet Ziya, Arapça ve Farsçasını ilerletme fırsatını buldu. Bir yıl kadar süren bu hususi eğitimden sonra sınavını kazandığı İdâdî-i Mülkî’nin ikinci sınıfına kaydoldu. Burada Fransızca da öğrenmeye başladı. 1894’te bu okulun eğitim süresi yedi yıla çıkarılınca tasdikname alarak ayrıldı. Asıl amacı eğitim için İstanbul’a gitmekti, ancak İdâdî-i Mülkî’de bulunduğu yıllarda siyasetle fazla ilgilenen Mehmet Ziya’yı ailesi göndermek istemedi. Sonraki yıllarda Küçük Mecmua’da bu yıllara ait hatıralarını anlatırken belirttiğine göre, bu okulda öğrendiği pozitif bilimler ve ilahiyat derslerinin ruhunda meydana getirdiği sıkıntıya bağlı olarak intihara teşebbüs etti. Kendisinin “Aklımın beni sevk ettiği kanaatler ile gönlümün istedikleri arasındaki tezat beni cehennem hayatına sürükledi” diye tanımladığı bu olayda o dönemde Diyarbakır’da bulunan ve Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu bütün olumsuzlukları din ile ilişkilendiren ve hatta dini reddeden düşünceleri ile onu “cehennem hayatı”na sürükleyen Dr. Abdullah Cevdet’in rolü önemlidir (Erişirgil 2007:38). Ziya Gökalp üzerine çalışanlar, bütün bunlarla birlikte genç yaşta siyasete ilgi duyan, memleket meselelerine kafa yoran bir insan olarak Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumun onun üzerinde baskı yarattığını; ayrıca amcasının kızıyla zorla evlendirilmek istenmesinin de intihara teşebbüsünde etkili olduğunu düşünürler. Bu olaydan sonra Diyarbakır’dan uzaklaşmak isteyen Mehmet Ziya, o dönemde Erzincan Askerî İdadisi’nde okuyan kardeşi Nihat’ın desteği ile İstanbul’a gitti. Maddi imkânsızlıklar yüzünden Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlisi’ne kaydoldu. Burada da Diyarbakır’daki gibi yine siyasetle ilgilenmeye başladı. İbrahim Temo ve İshak Sukûti’nin yardımıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne kaydoldu. Okuldan çok bu cemiyetin toplantılarıyla ilgilendi. 23 Eylül 1895’de İstikbal gazetesinde yayınladığı “İhtilal Şarkısı” isimli manzumeyi bu dönemde kaleme aldı. Babasından sonra ailenin sorumluluğunu üstlenen amcası da ölünce 1898’de Diyarbakır’a döndü. İttihat ve Terakki’nin bir şubesini gizli olarak burada açan Mehmet Ziya, aynı yıl çıkardığı Bahar gazetesi ve bu gazetede kaleme aldığı yazılar bahane edilerek 14 Temmuz 1898’de tutuklandı. Serbest kaldıktan sonra yarım kalan eğitimini tamamlamak için İstanbul’a dönse de hakkındaki soruşturma bahane edilerek okula alınmadı. İstanbul’da çeşitli gazetelerde siyasi yazılar yazan Mehmet Ziya, bu yazılarında padişahı eleştirdiği için tekrar tutuklandı. On ay süren bir tutukluluk döneminden sonra serbest kaldı ve tekrar Diyarbakır’a döndü (Okay – Aktaş 1992:12).
29 Aralık 1900’de amcasının vasiyetini yerine getirerek kızı Vecihe Hanım ile evlendi. Bu evlilikten yedi çocukları oldu. Bunlardan dördü küçük yaşlarda öldü. Bunlardan Vedat ve Sedat’ın isimlerini bazı yazılarında müstear isim olarak zaman zaman kullandı.
Diyarbakır’da bulunduğu dönemde otorite boşluğundan kaynaklanan ve halkı huzursuz eden zorbalarla ve bunlara destek olan yönetimle mücadele etti. İlki 1905’de ikincisi 1907’de olmak üzere iki kez arkadaşlarıyla birlikte Diyarbakır Telgrafhanesini işgal ederek seslerini duyurmak istedi. Daha sonra bu olayları 1924’de bastırdığı Şaki İbrahim Destanı’nda anlattı (Kaya 2011:12-21).
10 Temmuz 1908’den sonra Diyarbakır’da kurduğu gizli cemiyeti Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Diyarbakır Şubesi ismiyle aşikâr eden Mehmet Ziya, “hürriyet, adalet, eşitlik, kardeşlik” gibi kavramları bir yandan etrafına topladığı gençlere anlatırken diğer yandan Peyman gazetesinde siyasî yazılar kaleme aldı. Bunlara ilave olarak Diyarbakır, Van ve Bitlis parti teşkilatlarının denetlenmesi görevini üstlendi.
18 Eylül 1909’da Selanik’te yapılacak olan İttihat ve Terakki Partisinin ikinci büyük kongresine Diyarbakır delegesi olarak katılan Mehmet Ziya, bu kongrede yaptığı konuşmalarla bütün dikkatleri üzerine çekti. Kongreden sonra İstanbul Darülfünununa İlm-i Ruh muallimi olarak atandıysa da buradan kazandığı parayla geçinemeyerek 18 Temmuz 1910’da Diyarbakır Vilayeti Maarif Müfettişliğine atandı. Aynı yıl içinde yine Selanik’te yapılan İttihat ve Terakki Partisinin üçüncü kongresine Diyarbakır delegesi olarak katıldı ve Merkez-i Umumi Azalığına seçildi (Beysanoğlu 1976:17-20).
Selanik’te bulunduğu dönemde değişik imzalarla Genç Kalemler, Rumeli, Yeni Felsefe gibi gazete ve dergilerde yazılar yayımladı. Ayrıca Selanik Sultanisinde sosyoloji derslerini yürüttü. 1911’de ailesini de Selanik’e getiren Mehmet Ziya, aynı yıl kaleme aldığı “Altun Destan” isimli çalışmasında ilk kez “Gökalp” mahlasını kullandı. Bu tarihten sonraki yazılarına genelde Ziya Gökalp imzasını attı.
1912’de İttihat ve Terakki Partisinin genel merkezi İstanbul’a taşınınca Ziya Gökalp da ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi. Aynı yıl Ergani Madeni’nden milletvekili seçildi. Ancak meclis feshedilince bu görevi kısa sürdü. İstanbul’da bulunduğu dönemde Türk Yurdu’nda yazılar neşretti. 1918’de burada kaleme aldığı yazıları Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak adıyla kitap olarak bastırdı. Edebiyat Fakültesindeki hocalığı sırasında verdiği derslerin notlarını İlm-i İçtima adıyla bastırdı. İlk şiir kitabı olan Kızıl Elma’yı da yine bu görevi sırasında neşretti. Aynı yıl İçtimaiyat Darülmesaisi’ni kurarak Türk sosyolojisinin kurumsal altyapısını oluşturdu. 1917 yılında yayın hayatına başlayan İçtimaiyat Mecmuası ve Yeni Mecmua’nın kurucuları arasında yer aldı (Kaya 2011:25-27).
Birinci Dünya Savaşı Osmanlı Devleti aleyhine sonuçlanınca Mondros Mütarekesi yapıldı ve İstanbul işgal edildi. Ziya Gökalp 30 Ocak 1919’da tutuklandı. Birçok İttihatçı ile birlikte Malta’ya sürgüne gönderildi. 29 Mayıs 1919 tarihinden 30 Nisan 1921 tarihine kadar sürgün hayatı yaşadı. 29 Mayıs'tan 18 Eylül 1919 tarihine kadar Limni Adasından kaldı, sonra Malta'ya gönderildi. Malta'da Polverista ve Verdala karargâhlarındaki esir kamplarında tutuldu. Buralarda zamanını okuyarak, notlar alarak, şiir, makale, hatıra ve mektup yazarak geçirdi (Ziya Gökalp 2004:10). Buradan düzenli olarak eşi ve kızlarına mektuplar gönderdi. Bunlar, 1965 yılında Fevziye Abdullah Tansel tarafından Ziya Gökalp Külliyatı içinde Limni ve Malta Mektupları adıyla neşredildi. İngiliz esirleriyle Malta’da sürgünde bulunanların becayişine karar verilince İstanbul’a döndü ve ailesini alarak Ankara’ya geçti. Bir müddet Telif ve Tercüme Heyetinde çalıştıysa da geçim sıkıntısından dolayı 1921 yılının sonbaharında Diyarbakır’a gitti. Diyarbakır’da kendini tamamen siyasî ve kültürel çalışmalara adadı. Burada, düşüncelerini daha geniş bir tabana yaymak için Küçük Mecmua’yı çıkarmaya başladı. Öğretmenleri de organize ederek folklor ve etnografyaya ait çeşitli malzemeleri derledi. Türkülerimizin notaya aktarılmasına öncülük etti. Halk masalları ve halk inanışları üzerinde yapılan derlemeleri Küçük Mecmua’da yayımladı (Beysanoğlu 1976:21-23).
1923 yılının Mart ayında Telif ve Tercüme Heyeti Başkanlığına atanınca Küçük Mecmua’yı kapatarak Ankara’ya geldi. Ankara yılları Türkçülüğün Esasları, Türk Töresi ve Altın Işık isimli eserlerinin yayınlanması açısından verimli oldu. 11 Ağustos 1923’te milletvekili seçildi. Aynı yıl, Doğru Yol, Hâkimiyet-i Milliye ve Umdelerinin Tasnif, Tahlil ve Tefsiri isimli çalışmasını neşretti.
Sağlığının iyice bozulmasından sonra daha çok İstanbul’da bulunan Ziya Gökalp, yaşadığı siyasî vefasızlıklara bağlı olarak yalnız kaldı. Sağlık problemlerine rağmen yazmaya devam etti. Çınaraltı Yazıları ve ölümünden sonra yayınlanan Türk Medeniyet Tarihi bu dönemin ürünü oldu. Gittikçe sağlığı bozulan Ziya Gökalp, 14 Ekim 1924’te Fransız Pasteur Hastanesine yatırıldı. Burada uygulanan tedavi sonuç vermedi. 25 Ekim 1924 gece yarısından sonra vefat etti (Kaya 2011: 36-37). Bu yüzden bazı kaynaklarda ölüm tarihi 24 Ekim olarak verilmektedir. Ziya Gökalp, aynı gün görkemli bir törenle Sultan Mahmut türbesinin de bulunduğu mezarlığa defnedildi.
Ziya Gökalp, başta Diyarbakır olmak üzere Selanik, İstanbul, Ankara, Bolu, Adana gibi şehirlerde neşredilen çeşitli dergi, gazete ve mecmualarda birçok kurmaca ve kurmaca dışı yazı kaleme aldı. Bu yayın organlarından Küçük Mecmua, Tanin, Türk Yurdu, Turan, İçtimaiyat Mecmuası, Yeni Mecmua, İslâm Mecmuası, Halka Doğru, Genç Kalemler, Diyarbekir, Çocuk Dünyası, Cumhuriyet gibi dergi ve gazetelerde çok sayıda yazısı yayımlandı. Ayrıca, Açık Söz, Altun Armağan (Türk Yurdu’nun eki), Anadolu, Belleten, Bolu, Büyük Mecmua, Çınaraltı, Darü’l-Fünûn Edebiyat Mecmuası, Dergâh, Dicle, Doğu Mecmuası, Donanma Mecmuası, Genç Yolcular, Güneş, Hakimiyet-i Milliye, Harb Mecmuası, İçtihad/İştihad, İkdam, İstikbal, Kubbealtı Mecmuası, Milli Tetebbular Mecmuası, Öğüt, Peyman, Yeni Adana, Rumeli, Talebe Defteri, Türk Duygusu, Türk Dünyası, Türk Sözü, Volkan, Yeni Gün onun çalışmalarını neşrettiği diğer yayın organları oldu.
Yaklaşık yarım asra yakın ömründe birçok çalışmaya imza atan ve bunları birçok yerde yayımlayan Ziya Gökalp, yaşadığı dönemde sadece on eserini bastırdı. Bunlar, Şaki İbrahim Destanı (1908), İlm-i İçtima Dersleri (1913), Kızıl Elma (1914), Rusya’daki Türkler Ne Yapmalı? (1918), Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak (1918), Yeni Hayat (1918), Türk Töresi (1923), Türkçülüğün Esasları (1923), Doğru Yol, Hâkimiyet-i Milliye ve Umdelerinin Tasnif, Tahlil ve Tefsiri (1923), Altın Işık (1923) ile ölümünden sonra yayınlanan Türk Medeniyet Tarihi, Birinci Kısım –İslamiyet’ten Evvel Türk Medeniyeti- (1925) isimli çalışmalarıdır.
Şaki İbrahim Destanı’nda Hamidiye Alaylarının devletteki otorite boşluğundan faydalanarak bölgede yaptığı hukuksuzlukları, zorbalığı ve bunlara karşı verdiği mücadeleyi anlattı. Söz konusu dönemde yazdığı ve köy ve köyü anlattığı şiirlerine ek olarak bu destanda bölge insanının sorunlarını anlattı. İki formalık bu eser, Ziya Gökalp’ın siyasi yönünü ve İttihat ve Terakki içindeki heyecanını göstermesi açısından önemlidir.
İlm-i İçtima Dersleri Edebiyat Fakültesindeki hocalığı sırasında anlattığı derslerin notlarından oluşmaktadır. Eser, öğrencilerin tuttuğu notların bir araya getirilip tasnif edilmesinden meydana gelen küçük hacimli bir çalışmadır.
1914’de yayımlanan ve ilk şiir kitabı olan Kızıl Elma’yı Edebiyat Fakültesindeki hocalığı sırasında neşretti. 1911’den önceki şiirlerinde Servet-i Fünûn etkisi görülse de, özellikle Genç Kalemler’deki “Yeni Lisan” makaleleriyle birlikte belli bir dil şuuruna ulaştığı görülür. Bu tarihten sonra kaleme aldığı şiirlerinde duyuş ve ifade ediş şekliyle kendine has bir şiirin peşine düşer. 1911’de neşrettiği “Turan” isimli manzumede yabancı kelime ve kaideleri kullanmaz (Tansel 1989:XVIII-XIX). Bu şiir, sonraki yıllarda kaleme aldığı “Kızılelma", "Ala Geyik", "Altun Yurt", "Altun Destan", "Millet” gibi şiirlerine de öncü oldu. Ana teması “Turancılık” olan bu şiirlerden sonra kaleme aldığı, “Ergenekon", Balkanlar Destanı", "Millet", "Kızıl Destan” gibi şiirlerinde “Turan” kelimesini “yurt” karşılığı olarak kullandı. “Lisan", "Çanakkale” isimli manzumelerinde ise bu terimi dil karşılığı olarak ele aldı (Tansel 1989:XXXI). 1911-1915 yılları arasında kaleme aldığı bu ve benzeri şiirlerinde Turancılık mefkûresi etrafında şiirler yazması, sonraki yıllarda kaleme alacağı Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak ve Türkçülüğün Esasları isimli eserlerinin de fikri temellerini oluşturdu.
1918’de neşrettiği Yeni Hayat, dil ve vezin bakımından milli bir çizgiyi yakaladığı eseri oldu. Bu kitaba yazdığı ön söz niteliğindeki, “Şuur devrinde şiir susar, şiir devrinde şuur seyirci kalır. İçinde bulunduğumuz zaman galiba birinci devreye aittir: Şairler Müz’lerinden uzak düşmüş, vezinle kafiye şuurlu müteşâirler eline geçmiş...” (Ziya Gökalp 1976a:8) düşünceleri, onun sanat anlayışının temelini oluşturdu. Özellikle bu tarihten 1924’e kadar kaleme aldığı şiirlerinde “şuur devresi”nin gereğini yapmaya çalıştı. "Yeni Hayat", “Yeni Lisan” makalelerinde dile getirdikleri, “Yeni lisan bir dil ve edebiyat meselesi değildir; o aynı zamanda bir hayat meselesidir” düsturuna bağlı olarak, Batıdan yararlandığı fikirlerini detaylı bir şekilde anlattığı “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler” isimli makalesinin şiirle ifadesinden başka bir şey değildir. Bu kitabında “Din, dil, ilim, vatan, millet, ahlâk, vazife, kadın, köylü, vergi, eğitim, bütçe, seciye, deha” gibi yeni hayatın kıymetleri ile bu hayatı kurup, geliştirecek müesseseleri anlatan şiirlerine yer verdi.
Ziya Gökalp, Rusya’daki Türkler Ne Yapmalı? isimli eserinde Rusya’daki Çarlık rejiminin yıkılmasıyla birlikte Türk dünyasına yönelik tarih, kültür ve siyasî tespitlerini on altı sayfalık bir risale haline getirerek bastırdı. Ziya Gökalp bu hacim olarak küçük eserinde büyük ideallerin hayalini kurdu. Turan ülküsünün, bu yeni gelişmeler ışığında yeniden gündeme geleceğine dair inancını ve heyecanını yansıttı (Koz 2007:29).
Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak isimli eserini daha önce Türk Yurdu’nda kaleme aldığı yazılarını birleştirerek oluşturdu. Söz konusu dönemde Türkiye içinde ve Türkiye dışında tartışılan Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük düşüncesi etrafında kaleme aldığı yazılarında Yusuf Akçura ve Hüseyinzade Ali’nin düşüncelerinden bir sentez oluşturma gayreti içine girdi. Sosyolojinin nazari cephesine esaslı fikirler getiren Ziya Gökalp, çatışma halindeki bu ideolojileri bir anlamda uzlaştırmaya çalıştı (Kardaş 1997:603).
Türk Töresi isimli eserinde “töre” kavramının izahını yapan Ziya Gökalp, bu kelimenin “Eski Türklere atalarından kalan bütün kaidelerin mecmuu” gibi bir anlamının olduğunu ifade etti. Türklerin kendilerini dil ve din yönünden başkalarından ayırdıklarını söyleyen Ziya Gökalp, bu iki kavramın millet hayatındaki önemine dikkat çekti (Ziya Gökalp 1976b:14-21). Söz konusu eserinde Eski Türk dini ile bu din etrafında şekillenen umde, kozmogoni, menkıbe, üstûrelerle birlikte Türk destanlarına ait teferruatlı bilgiler verdi.
Ziya Gökalp’ın eserleri içerisinde en çok ilgi gören Cumhuriyetle yaşıt olan Türkçülüğün Esasları adlı çalışmasıdır. Kitabını nazarî ve amelî olmak üzere iki bölüme ayıran yazar, ilk bölümde Türkçülüğün mahiyetini inceledi, ikinci bölümde ise Türkçülüğün programını tespit etmeye çalıştı. Türkçülüğün kısa bir tarihini ele aldığı ilk bölümden sonra bu terimi “Türk milletini yükseltmek” (Ziya Gökalp 1976c:12) şeklinde kısa ve öz bir şekilde tanımladı. Türkçülüğün ilk esaslarından birinin “Halka Doğru” umdesi olduğunu; halka doğru gitmesi lazım gelenlerin münevverler ve mütefekkirler olması gerektiğini belirtti. Güzideler adını verdiği bu kesimin, “halktan harsî bir terbiye almak ve halka medeniyet götürmek adına halka gitmeleri” gerektiğine inandı (1976c:41-42). Eserin “Garba Doğru” isimli bölümünde ise, medeniyeti anlama ve kavrama noktasında Batıya yönelmek gerektiğini vurguladı. Ziya Gökalp, “Türkçülüğün Programı” adını verdiği ikinci bölümde önce “Lisanî Türkçülük” konusunu ele aldı ve bu başlık altında “Yazı dili, konuşma dili, halk lisanına girmiş Arapça ve Acemce kelimeler, Türkçüler ve Fesahatçiler, sigalar, edatlar, terkipler, Yeni Türkçenin harslaştırılması (kültürleştirilmesi) ve tezhibi (işlenmiş kültür), Lisanî Türkçülüğün umdeleri” gibi konulara değindi. “Bediî Türkçülük” başlığı altında “Türklerde bediî zevk, milli vezin, edebiyatımızın tahriş ve tezhibi, milli musiki, sair sanatlarımız, milli zevk ve tezhib” gibi konulara yer verdi. “Ahlâkî Türkçülük” başlığı altında da “Türklerde ahlâk", "vatanî ahlâk", "meslekî ahlâk", "aile ahlâkı", "rahtî ahlâk", "İstikbalde aile ahlâkı nasıl olmalı?", "medenî ahlâk ve şahsî ahlâk", "beynelmilel ahlâk” gibi konuları inceledi. Kitabın bundan sonraki bölümlerinde “Hukukî Türkçülük", "Dinî Türkçülük", "İktisadî Türkçülük", "Siyasî Türkçülük", "Felsefî Türkçülük” gibi konulara temas edildi.
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları’nı yayımladığı yıl Müdafa-i Hukuk Cemiyeti, Halk Fırkası adını alınca, bu partinin program ve ilkelerinin tahlil ve tasnifini yaptığı Doğru Yol, Hâkimiyet-i Milliye ve Umdelerinin Tasnif, Tahlil ve Tefsiri isimli eserini yayımladı. Siyasî tarihimiz açısından son derece önemli olan bu eserinde Halk Fırkası’nın siyasî programını, “Siyasî, dinî, idarî, adlî, hukukî, malî, iktisadî, nafia (bayındırlık), maarif, muavenet-i içtimaiye (sosyal yardımlaşma), siyaseti içtimaiye ve askeri umdeler başlığı altında tasnif ve tahlil etti (1976a:55-70).
Yine aynı yıl yayınlanan Altın Işık isimli eserinde Türk destan ve masallarını nazma aktarmaya çalıştı. Böylece, yeni asırda gerçekleşmesi kaçınılmaz olan ulus inşa sürecinde başvurulması gereken sözlü kaynakların tespiti ve yazıya geçirilmesinin önemini kavradığını gösterdi. Temelleri Ziya Gökalp tarafından derinleştirilerek Atatürk tarafından gerçekleştirilen "milli devlet" sistemi, Osmanlı toplum yapısından genç Türkiye Cumhuriyetine giden yolu bu sayede açtı (Türkdoğan 2005:203).
Ziya Gökalp’in sağlığında birinci cildini tamamladığı ve İslamiyet öncesi Türk medeniyetini incelediği Türk Medeniyet Tarihi, Birinci Kısım –İslamiyet’ten Evvel Türk Medeniyeti- isimli çalışması ölümünden bir yıl sonra okuyucuyla buluştu. Bu eserinde medeniyet ve medenilik kavramlarını ele alarak, Türk medeniyeti tarihinin devirlerini inceledi. Türk harsı/kültürü ile Türk medeniyetini karşılaştırarak farklarını ortaya koydu. Göçebelik ve Türk töresini ele alarak, medeniyet ve ırk kavramlarını izah etti. Ayrıca Eski Türk dini ve tekâmülü ile çeşitli Türk coğrafyalarındaki farklılıklarını, Eski Türk Totemizminden Türk takvimine kadar geniş bir yelpazede ele aldı. (Ziya Gökalp 1976d: 17-48)
Ziya Gökalp’ın eserleri dil ve üslup açısından iki dönemde ele alınmalıdır. Şiirleri gibi nesirleri de Genç Kalemler’de ideal haline dönüştürdükleri “dilde ve edebiyatta milli benliğe dönüş” ilkesine bağlı olarak gelişme gösterdi. O, her şeyden önce yaşadığı dönemin zorluğunun farkında bir düşünürdü. Kurmaca ve kurmaca dışı bütün kalem faaliyetlerinde hep bu zorluğun üstesinden gelmeye çalıştı. Bu yüzden daha sonra dokuz ciltte toplanan makalelerinde anlattıklarını, sesini daha etkili duyurmak adına şiirlerinde de tekrar etmekten kaçınmadı. Onun kalemi sürekli mefkûresinin emrinde oldu. Düşünceleri, sürekli ileri doğru bir gelişme gösterdi. Yalpalamadan dosdoğru yürüdü. Etrafındaki insanlara bu açıdan önemli katkılar yaptı. Zaman zaman düşüncelerinden dolayı itibar gördüyse de çoğu zaman düşünen bir insan olmanın o dönemdeki bütün zorluklarını yaşadı ve buna rağmen çizgisinde hiçbir sapma olmadı. O bir kitabına isim olarak da verdiği doğru bir yolda olduğunu düşündü. Bütün çalışmalarında bu yolun doğruluğunu gerekçeleriyle birlikte yılmadan usanmadan anlattı. Özellikle konferansları ve dersleri bu gayretlerinin yoğun olarak yaşandığı faaliyetler oldu.
Yaşadığı dönemden başlamak üzere siyasî, sosyal ve kültürel hayatımıza önemli katkılar yapan Ziya Gökalp, şüphesiz geçtiğimiz asrın en önemli aydınlarından biri oldu. Birçok kavram, terim ve yeni düşünceleri hayatımıza taşımanın yanında onları ilk defa tanımladı. Yaşadığı asrı ve problemlerini şuurlu bir şekilde anlatmaya gayret etti. İşlediği konulardan bazıları bugün güncelliğini kaybetmiş olsa da, yaşadığı dönemde bunlar yeni fikirlerdi.
1976 yılında Ziya Gökalp’in doğumunun yüzüncü yılı dolayısıyla Kültür Bakanlığı’nın hazırladığı Ziya Gökalp külliyatı hazırlama kuruluna başkanlık yapan Nihat Nirun, bu çerçevede yayınlanan kitaplara yazdığı ön sözde, Ziya Gökalp’ın, Modern Türkiye'nin siyasi ve fikri gelişmeleri içinde bir nirengi noktası olarak değerini koruduğunu; fikirleri ve düşüncesinin yapısı, aksettirdiği çeşitlilikler itibariyle Türkiye'nin gelişme istikametine ışık tuttuğunu ufade etti. Gerçekten de, siyasetçi, şair, eğitimci, gazeteci gibi kimliklerinin yanında en ağır basan, mütefekkir kimliği oldu. Eserleri bu açıdan değerlendirildiğinde hem kendi devrine hem de daha sonraki döneme yol gösterdiği görülür. Özellikle Cumhuriyetin ilk elli yılında bu tesir hemen hemen her sahada etkilidir. Bir sosyolog olarak anlattığı sosyal değer hükümleri ve koyduğu prensipler, sosyal ve siyasî tarihimiz açısından dikkate değerdir. Onun teklif ettiği sosyolojik sistemin temelinde “örf”, gövdesinde “hars/kültür”, üst kısmında ise Türk insanını yarını hazırlayacak olan mefkûrenin izahı vardır (Nirun 1981:1).
Özellikle dil ve edebiyat konusundaki düşünceleri, hem Milli Edebiyat döneminde hem de Cumhuriyet edebiyatının inşasında etkili oldu. Gerek fikirleri, gerekse arkadaşlarıyla birlikte yürüttükleri edebi münakaşaları, yeni estetik anlayışların inşasında belirleyici oldu. O, fikirleriyle hem kendi dönemine hem de daha sonraki dönemin genç edebiyatçılarının düşünce ufuklarına hitap etmeyi başaran ender aydınlardan biri olma özelliğini gösterdi. Onun fikirleriyle etkilediği birçok insan içerisinde Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün de olduğu unutulmamalı. Bugün “Atatürkçülük” olarak isimlendirilen fikir sisteminin çıkış noktalarından biri ve belki de en önemlisi Ziya Gökalp’tır.