« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

18 Eki

2020

Durmuş Hocaoğlu’na Bir Fatiha Denemesi: Kurban

Murat Canver 01 Ocak 1970

Durmuş Hocaoğlu, bugün yalnızca fikirlerinin mirasçısı olabileceğimiz isimsiz kahraman ve büyük kurban… Kurban, Offret ya da The Sacrifice. Çeşitli dillerde farklı kelimelerle ifade edilse de kavramsal olarak aynı olup insanlara fedakarlığı anlatan mefhum ve aynı zamanda Tarkovsky’nin son filminin adı. 1986 yapımı olan filmi Tarkovsky, yakalandığı kanserin kendisini umarsızca ölüme götürdüğünü bilerek çekmiş. Filmi oğluna ithaf eden sanatçının bu eseri bu yüzden bir vasiyet olarak algılanmıştır.
Bu filminde Tarkovsky ‘Kurban’ı dolayısıyla fedakarlığı anlatır insanlara son kez!
Kendisi için son umut ve sarılabileceği son bir inançtır belki. İnsanlığın kurtuluşunun bu erdemle olabileceğini düşünür ve umut eder. Filmdeki karakter Alexander hem İbrahim’dir, hem İsmail. Hz. İbrahim de Hz.İsmail de kurbandır aslında. Hz.İbrahim “en sevdiği” oğlunu kurban ederek kurban olur, Hz. İsmail ise nefsini, yani kendini.

Tarih boyunca çeşitli milletlerin bünyesinden zaman zaman, özellikle en çok ihtiyacı hissedilen yahut hiç hissedilemeyecek kadar dahi farkındalığın olmadığı daha kötü anlarda kurbanlar sahneye çıkmıştır. Bir milletin dar zamanında onu toparlayacak olan ya bir kahramandır yahut kurbanlar. Kurbanların kahramanlardan daha yüce olduğuna, ayrıca kurbanların birer isimsiz kahraman olduklarına, kahramanların kurbanlar olmadan bir hiç olduğuna inanırım. Çünkü kurbanlar insanlığın akıncılarıdırlar. Bir daha dönmemek üzere yol ayrımlarına girer, ölüm onları bulmaz ise bu dünyada, ecel vuku bulursa öteki dünyada buluşmak üzere yürürler de yürürler.
Ama illa yürürler. Yürürler mi dedi benim topallayan zihnim! Hayır uçarlar. İsimleri değişir ama misyonları ve yazgıları değişmez. Tarkovsky Alexander der, geleneğimiz İsmail diye adlandırır ama illa geçmişte bir yerde varlığı korunarak. Hep geçmişte! Hakiki anlamda anlayamadığımız ve anlama çabası içinde olmadığımız, bizim için yalnızca zihinlerimizdeki vehmi bir tasavvur olan geçmişe o kadar saplanıp kaldık ki gözümüzün önünde bizlere kendisini feda eden bir kurbanı göremedik. Bu seferki kurbanı görebilmek iki göz ile yapılabilecek bir eylem değil, hassas bir kalb, sağlam bir akıl ve gayret gerektiren bir eylem olduğu içindir belki. Zaman dediğimiz algının hayat şartları ağırlaştıkça kurbanların misyonu da ağırlaşıyor ve daha çok gayretle kendilerini eritip bitirirken daha büyük fedakarlıklar onları bekliyordu. Pek tabi ki O’nu da…

İsimsiz kahraman ve büyük kurban Durmuş Hocaoğlu
Dücane Cündioğlu Hz.Ebubekir‘in “Ya Rabbi benim bedenimi öylesine büyüt ki cehenneme benden başka kimse sığamasın” sözünü açıklarken “kişinin irfanının büyüklüğü, fedakarlığının büyüklüğüyle aynı nispettedir” diyordu. Büyük fedakarlıkların adamı olan O’nun, irfanının büyüklüğünü gösteriyordu her yaptığı. Yalnız kendisinin değil aynı zamanda büyük bir medeniyetin irfanıydı O. Daha birkaç yıl öncesine kadar o büyük dehası ve cismi ile aramızda olan, talebesi olabilme şerefini kaçırdığımız, ancak bugün yalnızca fikirlerinin mirasçısı olabileceğimiz isimsiz kahraman ve büyük kurban Durmuş Hocaoğlu…

Hayatta olsaydı dahi kendisine talebe olmaya layık olmadığım bu büyük üstadın yazılarının ve fikirlerinin talibi olmayı umarak, şimdiden bu anlatımımın O’nu ifade etmede pek yetersiz, pek sığ ve pek naif kalacağını itiraf ederek başlıyorum.

Toplum içinde her birey hem bireysel manada hem de toplumsal manada bir misyon yüklenir. Birçok kez sebepler zinciri diye ifade etmeye çalıştığım bu olguda, kimisi Hz.İbrahim‘e su taşıyan karınca, kimisi de Ebrehe‘nin ordusunu taşlayan Ebabil kuşu olur. Herkes kuvvetince ve iradesini yönlendirebildiği ölçüde eyleyebilir. Penceremiz dar ise dışarısı hakkındaki malumatımızı dar bir çerçeveden edinebileceğimiz için misyonumuz da çapımızla mütenasiptir. Dolayısıyla büyük adamlar büyük misyonlara sahip olurlar ve bu onlar için kaçınılmaz bir vazifedir. Zaten bu vazifeden kaçmayacak kemale ulaştıkları için vazifelidirler. Ya da ezelden vazifeli oldukları için bu kemaldedirler. İki düşünce de birbirinin kovasına su dökmektedir. Hangisinin diğerinden daha doğru olduğundan çok burada vurgulanması gereken büyük adamların misyon kaçınılmazlığıdır.

Hangi Peygamber tebliğ vazifesini yapmayı reddetmiştir? Yahut böyle bir reddebilme şansı var mıdır?
Bu soruya en güzel cevabı kendisine yüklenen ilahi misyonu ilk kez öğrendiğinde bu misyonun manevi ağırlığıyla titreyen ve ürperen Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in hal dili verir. Ürpermekten başka yapacak bir şeyi olmayan, yalnız insanların değil alemlerin rahmeti. Peki ya veliler? Ya alimler?

Sanatçılar ya da düşünürler? Şu ana kadar ben artık düşünmüyorum diyen bir filozofa rastlanmadığı gibi, artık eser vermekten vazgeçtim diyen bir gerçek sanatçıya, insanlardan bana ne diyen bir veliye ve umurumda mı ki kainat diyen bir alime de rastlanmaz. Çünkü artık onlar kaçınılmazlığın girdabına teslim olmuşlardır, sonsuzluğun girdabına.

Tarkovsky bu kaçınılmazlık olgusunu sanatçı için şöyle ifade eder: “Sanatçı kendisine neredeyse bir mucize sonucu bahşedilmiş sayabileceğimiz yeteneğinin bedelini ödemek zorunda olan bir hizmetkardır. Günümüz insanı hiçbir şey feda etmeye yanaşmıyor; oysa gerçek bireyselliğe varmanın tek yolu özveriden geçer.”Tarkovsky’nin sanatçı için ifade ettiği bizim genel olarak algılayabileceğimiz böyle kaçınılmaz bir misyonu omuzlarında hisseden bir “adam”, bir “adem” idi Durmuş Hocaoğlu.

Matematiğimiz bizi terk edince fiziğimiz yetim, metafizik öksüz kaldı, kimyamız ise çoktan bozulmuştu!
Hocaoğlu, fiziğin ve metafiziğin üstadıdır. İhtisasını da bu alanlarda yapmıştır. Eskiler ilimleri üçe ayırırlardı. En üstte, birincil olarak Metafizik, en altta ise Fizik dururdu. Ortada ise matematik olurdu ve el-ilm’ül evsat, ilimlerin ortası olarak adlandırılmıştı. İşte Durmuş Hocaoğlu matematikti, matematiğimizdi her anlamda. Fizik ve metafiziğin tam ortasında, onları birleştiren onları bir arada tutan tutkal yahut onların tam ortasında her ikisine de vakıf, en üst ile en altı yani yer ile gökü birleştiren, bütünleştiren, anlayan ve açıklayan adamdı. Peki matematik köken ve anlam olarak neydi? İşte buydu: “Eski Yunanca matesis kelimesi matematik kelimesinin köküdür ve ben bilirim anlamına gelmektedir.

Daha sonradan sırasıyla bilim, bilgi ve öğrenme gibi anlamlara gelen µ???µ? (máthema) sözcüğünden türemiştir. µ???µ?????? (mathematikós) öğrenmekten hoşlanan anlamına gelir. ” Yani tüm anlamlarıyla Durmuş Hocaoğlu idi matematik. Hakikaten “O bilirdi” , tek başına bilim, bilgi ve öğrenmeydi, ayrıca O’nunla öğrenme arasındaki münasebeti hoşlanma ile ifade etmek naif kalacağı için buradaki anlamı ona karşılık getirirsek öğrenmeye aşıktı. Alim idi, tek başına bir alem idi, fizik ve metafiziğin hakimi olup, matematik de kendisi olduğu için alemde bunlardan gayrı bir şey de mevcut değildi zaten. Matematiğimiz bizi terk edince fiziğimiz yetim, metafizik öksüz kaldı, kimyamız ise çoktan bozulmuştu. Kimyası bozulmuş, okumayan bir milleti yazarak uyarmak için gelmişti sanki.

Okumayan bir milleti yazarak uyarmak!
O’nu okusa da anlamayacak olan milletine ve O’nun medeniyetine olan inancı ve saygısından ağır yazıyordu, daha doğru bir ifade ile bizlere ağır geliyordu, kuşlara konuşuyor diyenlere inat medeniyetinin dilini aşağılara çekmeden yazdı. Bakınız Fatih Erdem bu hususta ne diyor:

“Bir medeniyet sözcüsü! Bu günün tarihinin işçisi ve geleceğinin tarihinin yazıcısıydı.
O’nun bu ağır kalemi ve çoğu zaman kalabalıklara anlaşılmaz gelen kelamı, temsil ettiği medeniyetin ağırlığı ve zor anlaşılabilirliğinin eseri idi. Bundandır ki; Türklerin medeniyetlerini hafife alıp sulandırması kadar O’nu kahreden ve asabileştiren bir şey daha olmamıştır. Türkler, Müslümanlar ve dahası insanlık, ‘nasıl olurda bu kadar kandırılabilir’ değil, ‘nasıl olurda bu kadar kendilerini kandırabilirler’ idi Durmuş Hoca’nın, Durmuş Hocaoğlu’nun aklının ve kalbinin kaldıramadığı. O, milletinin bütün tembelliklerine ve ertelemelerine rağmen, Büyük Doğu Medeniyeti’nin koca yükünü zayıf omuzlarında taşımakla kalmadı yalnızca, bu ağır yük altında bir yandan aynı milleti uyarırken, bir yandan da Batıdan süzdüğü hakikatleri Rusça’dan Türkçe’ye, Fransızca’dan Türkçe’ye, Almanca’dan Türkçe’ye, İngilizce’den Türkçe’ye, Arapça’dan Türkçe’ye, Latince’den Türkçe’ye ama illa Türkçe’ye kavuşturmaktan da geri durmadı. ”

Medeniyetini ve milletini hiçbir zaman aşağılarda ve aşağılıkların elinde görmek istemediği için aşağılarda ve aşağılara yazmadı hiçbir zaman, çünkü Dücane Cündioğlu’nun deyimiyle “hikmet yanına çağrılan değil, ayağına gidilen, yanına çıkılan bir şeydi”. Yıllar süren uğraşlarının ve çabalarının meyvesini bırak toplamayı, görmeyi dahi göze almayacak kadar idealist olan Durmuş Hocaoğlu’nun “Hangisi Hakkın ve Hakikatin Sesi; Rahmani Olan Hangisi, Şeytani Olan Hangisi?” adlı yazısında çok sevdiği milletine kinayeli bir serzenişte bulunarak bir kez de böyle hakikati göstermeye çalışıyordu. Nasıl mı? İşte böyle:

” …….ne zaman elim yazmağa gitse, içimden bir ses – rahmani mi, şeytani mi, tam kestiremiyorum – “yazdın da ne oldu” diyor ve devam ediyor:

Uğraşma bunlarla, vaktini zayi’ etmeğe değmez; sen çözülme sürecine, ‘haleti nez’e girmiş’ bir kitleye hitap ediyorsun, ama bu, ölümün gölgesi yüzüne düşmüş, yüzünü bu dünyadan öteye çevirmiş can cekişen bir insana hitap etmek, veya bir duvarla konuşmak yahut bir kör kuyuya seslenmek gibi bir şey; feryad ü figan içinde “Ey Türkler! Bu topraklarda boğuluyorsunuz” kabilinden şeyler yazıp durma; seni dinleyen de yok, anlayan da.

Gazete yazılarını akademik makale gibi yazdın da ne oldu? Yazı yazdığın gazete bile artık sana tahammül edemedi.“Kozmopolitanizm” üzerine ardı ardına yazılar yazdın, PKK’nın yirmi beş yıldır bastırılamayan isyanına ve diz çöküp masaya oturma hazırlıkları yapılıyor olmasına rağmen, hala “irtica”yı bir numaralı tehdit konsepti kabul eden, kız talebelerin başörtüleriyle fakülte kampüslerine bile girmesi durumunda darbe ihtarı vermekten çekinmeyen asker zihniyetinin, insanları, dinleri ile devletleri arasında tercih yapmağa zorladığını ve bu zorlamadan vatansevmezliğin felsefesi ve içtimai-siyasi sonucu demek olan kozmopolitanizmin – adıyla sanıyla “Müslüman Kozmopolitanizmi”– doğacağını ve onun da ölümcül sonuçlar yaratacağını, zira kozmopolitanların intikamlarının nasıl da korkunç olduğunu yazdın durdun da ne oldu?


Kim seni dinledi? Ya Avrupa Birliği için yazdıkların?
Neye yaradı, söyler misin? Sen onlara, “Ey Türkler! Sadece şunu bilmen dahi AB üyeliğiine kategorik olarak hayır demen için fazlasıyla kafidir:…” diye başlayan kaç yazı yazdın; ne oldu Allah aşkına? Yüzüne kim baktı?

…ama derinlerde bir yerden gelen boğuk bir ses de işitiyorum, şöyle diyor galiba, anladığım kadarıyla:

Ben senin içindeki ‘sen’im, senin vicdanınım, boğmağa çalıştığın vicdanın; hani o, derslerde anlattığın, Allah’ın, her kuluna, doğuştan verdiği, doğru ile yanlışı ayırdeden, mıknatısın daima magnetik kuzeyi göstermesi gibi sana hep hakkı ve hakikati gösteren vicdanın. Öteki ses İblis’den geliyor, O’nu değil beni dinle, dinle ki bak ne diyorum: Hani, “burası benim evim”, diyordun, hani “ve bu da demek oluyor ki burada olup biten herşey beni mutlaka alakadar eder” diyordun, işte o ses de benimdi, boğmağa çalıştığın vicdanının yani. Peki, ne oldu şimdi böyle? Sen aslında savaş alanını terk ediyorsun, düpedüz kaçıyorsun ve bu da kaçışını meşrulaştırmağa çalışmaktan başkası değil!

Kaçma, geriye dön ve dövüş, evini terketme; ellerinle dövüş, kaleminle dövüş, eline ne geçerse onunla dövüş, tek nefer kalsan da dövüş, kaçma.”

Kaçmadı! Böyle bir şeyi aklından geçirmesi mümkün değildi de zaten. O sadece kendisine söylermiş gibi yapıyor, yazısını bir anda bir tiyatro sahnesine çeviriyor, kendi yazıyor, kendi yönetiyor, kendi oynuyor ama seyircilere söylüyordu. Hep seyircilere söyledi, bizlere, O’nu seyretmekten başka bir şey yapmayan bizlere. Herkes O’nu seyretse de O yazıp yazmamanın sorgulamasını yapmayacak kadar şuurlu, vazifeşinas ve misyonunun kaçınılmazlığının farkında olan biriydi. Bakın ne diyor:

“Yaratan biz değiliz, bu yüzden meyus ve mesul olacak da değiliz. Kaldı ki peygamber hiç değiliz. Peygamber olsak kaç yazar?

İşte Nuh’un hali ortada!
Peşinden gelen kaç kişi oldu ki! Bu sebeple bizim vazifemiz “iyiliği emretmek, kötülükten nehyetmektir” Gerisi Allah’a kalmış. İster yaratır ister yaratmaz. Seni kimse dinlemese de sen yazmaya ve konuşmaya devam et. Çünkü seni dinleyen Rabbin var. Kimselerden sana ne, onlardan mükafat mı bekliyorsun? Bugünküler seni dinlemiyorlarsa, gelecektekiler dinleyebilir. Bugün yaşayanlar seni anlamıyorlarsa bekle gelecek insanlar olacaktır.”

Buna inanarak çalıştı, buna inanarak yazdı, buna inanarak konuştu. Yoksa günde birkaç saat uyku ile bitmek bilmeyen bir enerji ve azim ile çalışmak bizler için konuşulacak bir mevzudur ancak. Ne demişler zenginin malı züğürdün çenesini yorar, ilim ve irfan fakiri bizler kalbiyle ve aklıyla kendisini bizlere feda eden büyük değerin kıymetini bilmeyi bırakın, dinlemedik bile. Talib olmadık O’na, halbuki O talib olanlarına, talib olanlara nasıl da değer veriyordu:

“…benim derslerim talebemin kabusudur ve tabii benim de. Zira, bütün bunlar onlar kadar, ve belki daha da fazla, beni de yoruyor; yoruyor ki hem de nasıl. Bütün gece çalışıp hiç uyumadan – “sıfır uyku” ile – derse gittiğim ve sabahtan akşama kadar kesintisiz ders yaptığım çokça vaki’dir. ”

Son günlerine kadar çalışmaktan geri durmadı. Sapasağlam bir ruha sahipti ancak bedenindeki rahatsızlıklar O’nu yoklamaya başladığında dahi aldırmadan çalışan, kaçmayan, kaçınılmazlığın girdabında olan, kaçmadığı için kaçınılmazlığa layık olan Durmuş Hocaoğlu, bir mektup olarak başlayan ancak bir yazıya dönüşen ulaşabildiğim son yazısında bunlardan bahsediyordu:

” …Sıhhatim için Rabbime şükrolsun, ama bir müddetten beridir, gerçekten ciddi rahatsızlıklarım var; öyle ki, çok kereler, masa başında, artık neredeyse alışkanlık kesbettiğim ağrılarla çalışıyorum. Ancak, asıl rahatsızlığım başka istikametten: Nice kavimleri ve devasa imparatorlukları yutan, bir “kavimler kabristanı” olan bu merhametsiz Anadolu coğrafyasında geleceğimizi iyi seçemiyorum. Anadolu artık Biz Türkler için giderek içinden çıkılması çok müşkil olan ve bu gidişle de muhal olacak bir bataklığa dönüşüyor; ya bir uruc yapıp yeni bir Ergenekon ile yırtıp çıkacağız ya da burada çırpına-çırpına son nefesimizi vereceğiz ” diyor; fani bedenini insanlara kurban etmek uğruna, ruhundaki ızdırablardan kaçamadığı ve öyle hissettiği, öyle inandığı için yazmaya, çalışmaya devam ediyordu…

Cevabı verilmemiş soruların muhatabı oldu her zaman ama cevapsız da bırakmadı hiçbir zaman! Bu yüzden Rabbine olan cevabını dahi düşünüyordu:

” …Yerin Göğün Yaradanı, Din Günü’nün Sahibi, hesap için ayağa kalktığımızda, bana, “Biz ki, Habibimize, “senin ümmetinin ilim adamlarının – kendimi haşa “alim” ünvanına layık addedemediğim için “ilim adamı” bile demekten hazer ediyorum – kıymeti benim indimde şühedadan daha yüksektir” mealindeki hadisin ilhamını verdik, sen nasıl vazifeden kaçarsın ey kulum Durmuş! İlmin sana mes’uliyet yüklüyor, sen ilmin namusunu nasıl kirletirsin ey kulum Durmuş! İn şimdi esfi’s-safiline!” dediğinde O’na verecek adam gibi bir cevabım olması için yazacağım ve ayrıca, bana bu vatanı tertemiz teslim eden ecdada karşı ödenmez sadakat borcumdan ve kendilerine tertemiz bir vatan teslim etmekliğim Allah emri gibi farz olan ahfadıma karşı vazifemden ötürü yazacağım. Bir de şu aralar ağırlıklı olarak akademik çalışmalarım üzerine biraz fazla yoğunlaştım; ama bu çalışmalar hiç bitmez, onunçün, ankaribüzzaman, yazacağım bu sebeple.

İnceliklere vakıf bir insan Durmuş Hocaoğlu
İnceliklere vakıf, ince düşünen, medeniyetinin muharreri olan ince bir insandı Durmuş Hocaoğlu. Son zamanlarında “Fizik ve Matematik Felsefesine Giriş” adlı kitap üzerinde çalışıyordu. Yani fizik, metafizik ve matematik. Alem ve kendisi. Halbuki asıl alem olan kendisi!

Yine bizi, bizim kurbanımızı, büyük alim Durmuş Hocaoğlu’nu anlatmaya çalıştım. O’nun şahsiyeti karşısında anlatımım naif kaldı elbette. Ancak bu milletin O’na olan vefasını gösterme çabası içerisinde olarak böyle bir hadsizliğe kalkıştım. Kurban olana kurban olmak, yakınlaşmak istedim. Kurban, kurbiyetten gelir, yani yakınlık demektir. Allah’a yakın ama insanlardan uzak, insanlık adına insanlığa rağmen insanlık için insanlardan uzak. Çünkü insanlar ondan uzak! Tıpkı Durmuş Hoca gibi… Tıpkı İnsan gibi…

Ziyaret -> Toplam : 125,23 M - Bugn : 118379

ulkucudunya@ulkucudunya.com