« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

18 Eki

2020

ALİYA İZZETBEGOVİÇ’İN TÜRKLERE YAZDIĞI MEKTUP

01 Ocak 1970

“Merhaba efendim, ben Aliya. Aliya İzzetbegoviç.
Bosna-Hersek’in cumhurbaşkanıyım. Sizi Devlet-i Aliyye’nin en güzel şehirlerinden birinden,
Bosna Sarayı’ndan, sizin daha sık kullandığınız haliyle Saraybosna’dan selamlıyorum. Bu
kısacık sohbetimizde, parçası olduğumuz Avrupa’dan, Avrupa’nın ve Batı’nın aslında ne
olduğuna dair bazı tecrübelerimden bahsetmek istiyorum. Belki bilirsiniz, benim dedem
Devlet-i Aliyye’nin ordusunda askerlik yapmıştı, Üsküdar’da. Orada tanıştığı bir Türk kızıyla,
ninem Sıdıka ile evlenmiş. Babam Mustafa Bey, bu evlilikten doğmuş.
Biz ailece 1927’ye kadar Bosanski Samac şehrinde yaşadık. Bu şehir Sultan Abdullaziz
zamanında Müslümanlara tahsis edilmiş, Semendire’den gelen Boşnaklar tarafından
kurulmuş. Ben iki yaşındayken Saraybosna’ya taşınmışız. Çocukluğum ve öğrenciliğim
Saraybosna’da geçti. Bu dönemde Yugoslavya’da Kara Corceviç hanedanı hüküm sürüyordu.
Bu hanedan, 19. yüzyılda Devlet-i Aliyye’ye isyan eden Sırp Kara Corceviç’in kurduğu
hanedandı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Corceviçler planlı bir şekilde Müslüman halkı
yok etmeye yönelik politikalar uyguladı. Yapılan toprak reformuyla bize ait 10 milyon dönüm
toprağa el koydular. Birçok zengin aile, bir gecede her şeylerini kaybetti, Müslümanlar
varlıklı uyandıkları günün akşamına fakir bir halk olarak girdi. Bosna’da 3 halk yaşıyordu:
Müslümanlar, Sırplar, Hırvatlar. Aslında onlar bizi Müslüman diye ayırmıyorlardı, bize Türk
diyorlardı. Sırpların gözünde 1389 Kosova Savaşı’nda burayı fetheden Türkler bizdik yani
Boşnaklar. (Siz de sorguladınız mı bilmiyorum ama ben 28 Haziran 1389 ile 28 Haziran 1914
arasında küçük de olsa kurnaz bir bağ olduğunu düşünmüşümdür. Hatırlarsınız, 28 Haziran
1914 günü, Saraybosna’da bir Sırp milliyetçisi olan Gavrilo Princip’in ateşlediği kurşun
Birinci Dünya Savaşı’nı başlatmıştı. Bu savaşın en önemli amacı ise Devlet-i Aliyye’yi
çökertmek ve sömürgecilere karşı direnen son kaleyi tarumar etmekti. Bunu başardılar da.)
Boşnaklara sorarsanız, tarihi hafızamızda üç tarihin çok önemli olduğunu söylerler. Birisi bu
1918. İkincisi Devlet-i Aliyye’nin Bosna topraklarından çekilmeye başladığı, AvusturyaMacaristan’ın yavaş yavaş hüküm sürdüğü 1878. Son olarak da artık Türk hâkimiyetinin
tamamen son bulduğu ve Sultan Abdulhamid’in resimlerinin duvarlardan indirilip AvusturyaMacaristan imparatorunun resimlerinin asıldığı 1908. Babam o günleri gözü dolarak anlatırdı
hep. Çünkü 1908’den sonra biz Boşnaklar çok büyük sıkıntılar yaşadık. İkinci Dünya
Savaşı’ndan önce Sırplar ve Hırvatlar, ülkemizi ikiye ayırmaya karar verdiler. Hangi şehirde
kimin daha fazla nüfusu varsa, o şehir o devletin olacaktı. Sırp ise Sırbistan’ın, Hırvat ise
Hırvatistan’ın… Türklerin yoğun olduğu bölgelerde Türkler hiç hesaba katılmadan sayım
yapılacaktı. Tuhaf olan ise Bosna’da en fazla nüfusa sahip milletin Türkler olmasıydı.
İkinci ayrışmayı Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Yugoslavya’nın dağılmasıyla yaşadık. Bu
yüzyılın bizce en hazin, en zalim, en yoksul vakitleri, 1992 ile 1995 arasına adeta sıkıştırılmış
o felaket günlerdi. Hele insanın onurunun tamamen ortadan kalktığı, vicdanın yok olduğu,
insanlığın, evet insanlığın kaybolduğu Temmuz 1995… Efendim. Boşnak kime deniliyor?
Sırplara ve onları himaye eden Avrupalılara sorarsanız, Avrupa’ya İslamı yaymaya çalışan
Türklere deniyor. Peki, Türklere sorarsanız nasıl bir cevap alacaksınız? Çoğu, Boşnakları
Müslüman olmuş Slav bir ırk diye tanımlıyor. Benim için ırk zaten önemli değil. Hele 1992-
1995 arasında yaşadıklarımızdan sonra Boşnak isminin anlamı çok değişti. Ben size Boşnak’ı
“Kültürünü, dinini, kimliğini sömürmeye çalışan güçlere karşı canı pahasına direnen millet”
diye tanımlasam ne dersiniz, bilmiyorum. Benim gözümde, Türkiye’den bize destek olmak
için gelen savaşçılar da Boşnak’tır. Bosna ismini duyduğu an, kalbinin bir köşesinde küçük
bir sızı hisseden başka milletlerin insanları da. Dedelerimizin seksen yıl önce Çanakkale’de ve
Yemen’de korumaya çalıştıkları şey neyse bizim Saraybosna’da ayakta tutmaya çalıştığımız
şey oydu. Dünyayı sömürgeleştirmek isteyen, bunun için bazen dini, bazen dili, bazen ırkı,
bazen mezhebi kullanan işgalcilere karşı insanlığı, kardeşliği bir arada yaşama idealini
korumak için direndik. Bu idealin adı Bosna’ydı. Boğazı sıkıldı, kurşuna dizildi, aç bırakıldı,
tecavüz edildi, yalnızlaştırıldı ve ölüme terk edildi. O günü hiç unutmuyorum:
Yugoslavya’nın artık dağılacağı belli olmuştu. Slovenya ve Hırvatistan, bağımsızlıklarını ilan
ettiler. Avrupalı devletler onları hemen tanıdıklarını açıkladılar. Biz, Boşnakların, Hırvatların
ve Sırpların birlikte barışla yaşayacakları bir devleti savunuyorduk. Ama Sırplar bizim gibi
düşünmüyorlardı. Yugoslavya’nın hiç parçalanmadan, tamamıyla Sırp hâkimiyeti altında
Büyük Sırbistan adıyla devam etmesini planladılar. Kimliğimizi yok edeceklerdi, bizi insan
olarak bile görmeyeceklerdi. Yugoslavya ordusunun bütün silahlarına, Yugoslavya
istihbaratının bütün araçlarına el koydular. Bosna-Hersek olarak bağımsızlığımızı ilan etmeye
kalktığımızda Avrupa bizden referandum istedi. Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatların katıldığı
referandumda % 64,4 bağımsızlık yönünde oy kullanıldı. Biz haklıydık ama o gün Sırp
askerleri topraklarımızı, devletimizi işgal etmeye başladı. Silahımız yoktu. Tankımız,
roketatarımız, uçaklarımız, bombalarımız da… Hepsine onlar el koymuştu. Birleşmiş
Milletlere başvurduk. Avrupa’dan ve Amerika’dan adaleti, hakkı, hukuku, yıllardır
savundukları demokrasiyi, hürriyet hakkını, kendi koydukları ve var olduğunu savundukları
ilkelere sahip çıkmalarını talep ettik. Yardım dilenmedik, para ve silah da… Sadece ama
sadece silahsız ve korunmasız halkı koruyacakları bazı tedbirler talep ettik. Çünkü Birleşmiş
Milletler bunun için kurulmuştu. Barışı, demokrasiyi korumak, soykırımlara engel olmak…
Toplandılar, bir karar açıkladılar. “Savaşın üstüne savaş eklemek istemiyoruz.” dediler. Silah
satışına ambargo koydular. Bu ne demekti? Bütün Sırplar silahlıydı, ama artık ambargo
sebebiyle, direnmeye başlayan Boşnaklara silah satışı yasaklanmıştı. Avrupa ve Amerika,
Müslümanları, Türkleri yani sizin deyişinizle biz Boşnakları elimiz kolumuz bağlı halde
düşmanımızın önüne sürdü. 1200 gün boyunca gece ve gündüz cehennemi yaşadık. 1200 gün
boyunca Avrupa’dan, Amerika’dan sesimizi duymalarını bekledik. Her gün bizi kandırdılar,
her gün bizi aldattılar. Çare bulmak ümidiyle gittiğimiz her toplantının aslında düşmanımıza
daha fazla zemin hazırlama çalışması olduğunu fark edince Avrupa’nın ne demek olduğunu
anlamıştım. Onlar için biz yoktuk. Avrupa’nın ortasında bir halk, sadece Müslüman olduğu
için, hakkını hukukunu demokrasiyle aradığı için katillerin önüne elleri bağlı halde terk edildi.
Ben halkımı bir savaşın yaklaştığına dair ikaz ettim, ama itiraf etmeliyim ki bir savaşın içinde
olduğumuzu söylerken bile 20. yüzyılda bir millete soykırım uygulanacağını, hele bunun
Avrupa’nın gözünün önünde ve hemen yanında, onların göz yummasıyla yaşanacağını hiç
ama hiç düşünmemiştim. (Soykırım elbette soykırımdır. Mesela neredeyse aynı tarihlerde
Afrika’da yaşanan ve bir milyon kişinin ölümüyle sonuçlanan Ruanda Soykırımı için Fransa
Devlet Başkanı François Mitterand’ın “Oralarda yaşanan şeyin ciddiye alınmasını gerekli
görmüyorum.” dediğini duymuştum. Orası Afrika’ydı. Yıllarca Fransızlar ve İngilizlerin
sömürdükleri topraklar. Ben de Fransızların, İngilizlerin oralara bu kadar umursamaz
baktıklarını biliyordum. Biz Avrupa’da olduğumuz için en azından bir sorumluluk
hissedeceklerini düşünmüştüm. Yanılmışım.)
Peki, neler oldu Bosna’da? Bosna dört taraftan Sırp askerleri tarafından kuşatıldı. Boşnaklar
tarihte eşine az rastlanır bir direniş sergilediler. Kendi tüfeğimizi yapmaya çalıştık, kendi
silahlarımızı üretmeye uğraştık. Şofbenden bombalar, soba borularından roketatarlar yaptık.
Ama hiç tankımız olmadı mesela.
Savaşı yaşamayan birine onu anlatmak çok zordur. Anlayamazsınız. Dört tarafı dağlarla
çevrili bir şehre, her taraftan ateş edildiğini düşünün. Hareket eden her şeyi vurma emri veren
bir zihniyet düşünün. Çocuk, kadın, bebek, yaşlı ayırmayan bir yöntem düşünün. Ağır
silahlardan 700 bin merminin yağdığı bir şehrin ne hale gelebileceğini hayal etmeye çalışın.
Milyonlarca boş kovan… Elimizdeki insani malzeme tükendi… Şehirde gıda bitti, temiz su
şebekeleri yok edildi. Elektriğimiz ve gazımız yoktu. Odun ve kömürümüz de… Şehre giriş
ve çıkış da yapılamıyordu. Bir kuşatmaydı bu. Çocuklarımız, bebeklerimiz, yaşlıları açlıktan,
bakımsızlıktan öldüler. Birleşmiş Milletler, yardım gönderiyoruz diye bize otuz yıl öncesine
ait konserveleri, pirinç paketlerini gönderdiler. Bu konserveleri sokağa koyduğumuzda,
kapağını henüz açmadan köpekler bile onların kokusunu alıp hemen kaçıyorlardı. Savaşı
yöneten bir lider olarak aldığım en acı haberler, kadınlarımıza ve kızlarımıza yönelik
tecavüzlerdi. Maalesef Bosna’nın her tarafından, Mostar’dan, Srebrenitsa’dan bu tür haberler
alıyorduk. Bu, Sırp askerlere verilmiş kati bir emirdi. Sırp entelektüellerinin teorisini yazdığı
etnik temizliğin bir parçası olarak Sırp yöneticiler tarafından kurgulanmış iğrenç bir plandı.
Bir gün Brçko’da üç bin kardeşimizin boğazlanıp nehre atıldığını öğrendik, başka bir gün
toplu soykırım Kosaraz’da devam etti, peşinden Prijedor’da… Ve sonra bütün Bosna’da…
Biz Sırplara düşman değildik. Onların yöneticilerinin bize ve ortak yaşama idealine karşı
çıkmalarına direniyorduk. Yani Sırp devletinin takip ettiği işgal politikasına… Ama düşmanımız yani Sırplar, doğrudan bizim milletimize düşmandı. Savaşta bile olsak, inançlı
bir Müslüman olarak Kitap ne emrediyorsa ona göre davranmak zorundaydık, öyle de
davrandık. Bunu insanlık ve İslamlık onuruyla ve gururuyla söyleyebilirim. Sırplar,
şehitlerimizi gömdüğümüz mezarlarımıza bile tahammül edemediler, hepsini tarumar ettiler.
Sadece mezarlarımızı değil, tarihi eserlerimizi de…
Yüzyılların kıymeti Mostar’daki köprümüz, Saraybosna’daki NAHIT Kütüphanemiz ki bu
kütüphane Avrupa mimari tarzına göre inşa edilmişti. Yıktılar, yaktılar. Yıkılan 1300
camimizi saymaya gerek var mı bilmiyorum. 200 bin insanımızın öldüğünü, binlerce
kadınımıza ve çocuğumuza tecavüz edildiğini, insanlarımızın açlıktan kırıldığını ve yüz
binlerce vatandaşımızın yurtlarından kaçmak zorunda kaldığını gördükleri halde Fransa,
İngiltere, Rusya gibi büyük devletler ne yaptı dersiniz? Onlardan sadece Saraybosna’ya
uygulanan ambargoyu kaldırmalarını istediğimiz zaman, Güvenlik Konseyi toplandı ve
talebimiz işte bu modern ve demokrat devletler (!) tarafından reddedildi. Ben hem onların,
hem Sırpların bana karşı işlediği suçları affedebilirim, askerlerime karşı işledikleri suçları
da…
Ama söyleyin, hangi sabır, hangi vicdan, hangi inanç onların kadınlarımıza ve kızlarımıza
yaptıklarını affettirebilir? Asla affetmeyeceğim. Bütün bu anlattıklarımdan sonra Batı’nın ve
Avrupa’nın Bosna’da yaşanan soykırıma müdahale etmediğini söylemiyorum. Yanlış
anlaşılmasın. Onlar, bu soykırıma doğrudan ve çok etkili bir şekilde müdahale ettiler: Sırplara
yapabilecekleri her türlü yardımı perde arkasında yaptılar, Boşnakları elleri kolları bağlı
bıraktılar ve sonunda zeminini hazırladıkları Müslüman kıyımını oturdukları yerden
seyrettiler.
Saraybosna’yı, Mostar’ı gezerken göreceksiniz ki bizim şehirlerimizde park yoktur. Bütün
parklarımız şehitlerimizin istirahatgahı olmuştur. Boşnakların en mahir olduğu işlerden biri de
mezar taşıdır. Bu sözün ne anlama geldiğini şehirlerimizin dört bir köşesinde karşınıza
çıkacak şehitliklerimizde göreceksiniz. Dünya Bosna’yı o mucizeyi ve onurlu direnişiyle
hatırlasın istesem de bizim yüreğimizde sakladığımız ama yine de yüzümüze yansıyan şey
“acı”dır. Lütfen bu söz sebebiyle bize acımanız gerektiğini düşünmeyin, hatta sakın bize
acımayın. Çünkü bahsettiğim bu acı ancak bir Boşnak’ın anlayabileceği ve hakkıyla
yaşayabileceği bir histir. Biz acınacak bir millet değiliz aksine bastığımız her adımda gururla
yürüyoruz. Size Bosna hakkında anlatmak istediğim son şey çoğunuzun üstünkörü bildiği,
bazı detaylarına vakıf olmadığı Srebrenitsa Olayı hakkında… Bir insanın hayatında
karşılaşabileceği en aşağılayıcı, en zalim, en adi günlerin yaşandığı katliam… İnanın, o gün
Srebrenitsa’da bulunan binlerce Boşnak kardeşimize Allah’ın Kitapta bize anlattığı
cehennemi tarif etseniz, onlar o cehenneme sığınmak için ne yapmaları gerekiyorsa mutlaka
yaparlardı. Ama buna bile fırsatları olmadı.
Srebrenitsa, Sırbistan sınırına yakın olan bir şehrimizdi. Birleşmiş Milletler savaş devam
ederken burayı Güvenli Bölge ilan etti ve Hollandalı bir askeri birliği beş kilometre yakınına,
Potocari’deki kampa yerleştirdi. Şimdi dinleyeceklerinizi lütfen yüzlerce yıl önce yaşanıp
bitmiş bir hadise olarak dinlemeyin. Henüz yirmi yıl önce yaşanmış ve etkileri hala devam
eden çok taze bir dramdır bu. Güvenli bölge ilan edilen bir yerde “ Avrupa’nın İlkeleri”
gereği insanlar silahsızlandırılır. Boşnak kardeşlerimiz de Avrupa’ya güvenerek ve artık
NATO, BM gibi kurumların koruması altına girdiklerini düşünerek silahlarını teslim ettiler.
Fakat 1995’in Temmuz’unda Sırplar, Radko Mladiç komutasında Srebrenitsa’yı abluka altına
aldılar. Dağlardan sivil insanlara tanklarla, toplarla saldırmaya başladılar. Çevre kasaba ve
köylerdeki vatandaşlarımız, büyük bir korkuyla güvenli yer bildikleri Srebrenitsa’ya sığındı.
Şehrin nüfusu bir anda katbekat arttı. Artık bırakın evleri, sokaklarda bile yatacak yer,
yiyecek gıda kalmamıştı. Mladiç, bir insanın asla yapamayacağı bir planla silahsız ve
korunmasız bu insanların üzerine ateş kustu. Binlerce Boşnak, canını kurtarmak üzere
Potocari’deki BM kampına sığındı. Şehir boşaltılmış, 20 bine yakın masum sivil halk, kampın
etrafına kaçmıştı. Gücü yetenler ise ormanlara dalıp Tuzla tarafına doğru koşmaya ve
kurtulmaya çalıştı. Mladiç, askerleriyle birlikte Srebrenitsa’ya girdiğinde yakılmış evler,
yıkılmış camiler ve okullarla karşılaştı. Sokaklarda tek bir insan bile yoktu. Büyük bir keyifle
gezindiği caddelerde “Nihayet Türklerden intikamımızı alıyoruz, artık onları Avrupa’dan
tamamen kovmanın zamanı geldi.” diye konuşuyor, askerlerini tebrik ediyordu. Bugün
Almanya’ya gitseniz, sokaklarda karşılaştığınız herhangi bir Alman vatandaşının yüzüne
baksanız, Yahudi soykırımı sırasında yaşanan insanlık dışı olayları bu insanların yaptığına
inanır mısınız? Ben inanamıyorum. Tıpkı sokakta karşılaştığım bir Sırp’ın o gün
Srebrenitsa’da yaşananları yapacağına inanamadığım gibi. Fakat yaptılar. Maalesef yaptılar.
Mladiç, askerleriyle Potoraci’deki kampa geldi. Kampa sığınan bütün sivillerin kendisine
teslim edilmesini istedi. O gün, orada bulunmalarının tek sebebi, silahsız ve korunmasız halde
kendilerine yalvaran halkı korumak olan birliğin komutanı, hiçbir direnç göstermeden bu
isteği kabul etti.
Şimdi gözlerinizi kapatın ve erkek, kadın, çocuk, yaşlı 20 bin kişinin aynı anda “Bizi teslim
etmeyin, öldürecekler.” Diye yalvardığını düşünün. Nasıl hüzünlü ve uğultulu bir ses, değil
mi? Mahşer yeri denilen bu olsa gerek. Bu sesi umursamamak için ne kadar zalim olmanız
gerekir, bir fikriniz var mı? Sizin yoksa da tarihin bir fikri: BM Bosna Barış Gücü Komutanı,
Fransız General Bernard Janvier veya Hollanda Askeri Birliği Komutanı General Tom
Karremans olmanız yeterli! Bombardımanın altındaki Güvenli Bölge’yi korumak için bir tek
adım bile atmayan bu beyler, 20 bin masum sivili o gün Radko Mladiç’e teslim ettiler.
NATO’ya bağlı uçakların, karargâhtan havalandığını ama İtalya üzerindeyken yeni bir emirle
geri döndüğünün artık hepimiz biliyoruz. Peki, o gün orada neler oldu? Size söylemiştim, bize
yapılan her şeyi affedebiliriz ama kadınlarımıza ve çocuklarımıza yapılanları asla
affetmeyeceğiz. Dokuz yaşında henüz ergenliğe girmemiş bir erkek çocuğu düşünün. Yanında annesi var. Sırp askerler, çocuğun kafasına silah dayıyorlar ve o anda çırılçıplak soydukları
kadına yani annesine tecavüz etmesini istiyorlar. Sonunda askerlerin istediğini yapmayınca
kafasına yediği tek kurşunla ölüyor. Bu sırada Hollandalı Barış Gücü askerleri kulaklarına
takılı kulaklıkla müzik dinliyorlar. Bir kadın, kucağında beş yaşında kız çocuğu. İki asker,
kızı annesinin kucağından indirmeden kadının ellerini ve bacaklarını iki yana açıp üçüncü bir
askerin tecavüzüne yardım ediyor. Bu sırada Birleşmiş Milletler komutanı, askerlerin önderi
Mladiç’le aynı masada bira içiyor. Bir bebek. Kampın etrafındaki binlerce insan gibi ağlıyor.
Sesi, askerleri rahatsız etmiş. Annesine “Kes şunun sesini!” diye bağırıyorlar. Kadın bebeğini
sarıp sarmalıyor, susturmaya çalışıyor ama başaramıyor. Asker “Sen susturamazsan ben
sustururum.” deyip elindeki çakıyla bebeğin dilini kesip yere atıyor.
Türk’ün evladı… Unutma. Ben Aliya, Boşnakların içinde herhangi biriyim. O gün bütün
Avrupa bizi yapayalnız bıraktı. Üç gün içinde sekiz bin vatandaşımız katlettiler ve toplu
mezarlara gömdüler. Binlerce kadınımıza tecavüz ettiler. Binlerce çocuğumuzu yetim
bıraktılar. Henüz mezarlarını bulamadığımız kaç kardeşimiz daha var, bilmiyoruz. Önce,
hepsini sıraya dizip tek tek öldürmeye başlamışlar. Elinize kazma kürek verildiğini, bir çukur
kazdırıldığını, sonra kafanıza bir kurşun sıkıldığını düşünün. Biraz zaman geçince işin çok
uzun süreceğini anlıyorlar. Bu kez yirmili, otuzlu, kırklı gruplar halinde daha büyük çukurlar
kazdırıyorlar. Vatandaşlarımızı bu kuyuların içine atıp üstlerine kurşun yağdırıyorlar. Bu kez
de çok fazla mermi harcandığını anlayıp başka bir yola başvuruyorlar. Çukurlara doldurulan
kardeşlerimizin üstüne bomba atıp onları paramparça ediyorlar. Onların mezarını biz
bulamadık. Kelebekler buldu. Mavi kelebekler. Sadece toplu mezarların olduğu yerde biten
bir çeşit bitkiyle beslendikleri için bazı bölgelere kümelendiklerini anladık. Nerede mavi
kelebek gördüysek orayı kazdık. Binlerce şehidimizi çıkarıp Potocari’deki şehitliğe defnettik.
Biz “Bosna’da kendi devletimiz olsun.” demedik, onlar dediler. Biz “Bosna’da sadece bizim
dinimiz olsun.” demedik, onlar dediler. Biz “Bosna’da sadece bizim kimliğimiz olsun”
demedik, onlar dediler. Bizim Bosna’da savunduğumuz şey, Batı’nın tüm dünyaya göğsünü
gererek anlattığı Helsinki Nihai Senedi’ydi, Paris Şartı’ydı, demokrasi ve hürriyet ilkeleriydi.
İki yüz bin canımızı kaybettiğimizde, binlerce kadınımız karınlarında kocalarını öldüren
askerlerin bebekleriyle terk edildiğinde, yirmi dokuz günlük bebeklerimiz öldürülüp toprağa
düştüğünde Avrupa’nın anlattığı şeylerin koca bir yalan olduğunu anladık. Amerikan Başkanı
George Bush’a toplama kamplarını, tecavüzleri, ambargoyu delilleriyle gösterdiğimde verdiği
tepki dünyanın nasıl yönetildiğini öğretti bana. Petrol için Irak’a bir gecede savaş açan ama
buna demokrasi kılıfı uyduran, yıllarca Afganistan’da, Pakistan’da, Afrika’da, Filistin’de,
Hindistan’da askeri operasyon yapan Amerika başkanı, anlattıklarımı dinledikten sonra tek bir
cümle söyledi bana: “Bosna bizim meselemiz olamaz, o, Avrupa’nın bir iç meselesi.”
Ben Aliya, Aliya İzzetbegoviç. Unutma, Türk’ün evladı! Sömürgeciler, bütün ilkeleri kendi
menfaatleri için koyuyorlar ve kendi çıkarlarını korumak için denklem kuruyorlar. Onların demokrasi dedikleri, hürriyet dedikleri, aidiyet dedikleri, barış ve hoşgörü dedikleri ilkeler,
Saraybosna’da, Srebrenitsa’da, Mostar’da toprağın altına gömüldü. Hem de çok acı
hatıralarla… Biz, kendi çocuklarımız en azından tebessüm edebilsinler diye yaşadıklarımızı
yeni nesillere anlatmıyoruz, anlatmayacağız. Ama sen bizim yaşadıklarımızı sakın unutma!
Onlar askerleriyle, basın ve medyasıyla, kurumlarıyla çok güçlüler. Onların güçlerinden değil,
ikiyüzlü olmalarından kork. Biz, senin kardeşin olduğumuz için öldürüldük, boğazlandık,
tecavüze uğradık. Senin hafızana sahip olduğumuz için toplu mezarlara gömüldük, yok
edildik.
Türk’ün evladı, bizim korumaya çalıştığımız sancak, Yemen’de, Çanakkale’de, Filistin’de,
Kırım’da, Açe’de, Türkistan’da korunmak istenen sancaktı. O, ne bir dinin, ne bir ırkın, ne bir
dilin, ne bir mezhebin sancağıydı. İnsanlığın, tek başına insan olmanın temsiliydi.
Sömürgecilerin karşısında sakın yere düşme. Biz, Çanakkale’den sonra direnişi devam ettiren
nesiliz. Sen, direnişin değil, dirilişin nesli olacaksın. Korumak için değil, düzen kurmak için
çalışacaksın. Sen varsan biz olacağız. Sen ayaktaysan biz yaşayacağız. Ama unutma!
Sömürgeciler, seni tamamen Asya’ya sürmek için planlarını adım adım işletecekler. Bir gün
sıra sana da gelecek. Seni yok etmek için bin yıldır hazırlananlar, bir gün bile durmadan
çalışıyorlar. Sen Türk’sün. Bir ırk, bir din, bir mezhep değilsin, olamazsın. Batı, Haçlı
Seferlerini düzenlerken Araplara Arap demiyordu, Türk diyordu. Çanakkale’de Kürtleri
boğazlarken onlara Kürt demiyordu, Türk diyordu. Ne zaman ki onların çıkarı için yeni
devletlere ihtiyaç duydu, Arap’a Arap demeye başladı. Seni ondan, onu senden ayırdı. Bugün
de Kürt’ü senden, seni Kürt’ten ayırmak için gece ve gündüz çalışıyor.
Türk’ün Evladı, Biz Boşnak’ız ama Türk’üz de. Sen de kalbimde taşıdığım acıyı taşıdığın
kadar Boşnak’sın. Utanacak tarihimiz, saklayacak hafızamız yok. Sırp’a karşı sorumlu
olduğumuz için değil, yasayla zorunlu kılındığı için değil, kimimiz dinimiz, kimimiz
milletimiz, kimimiz Kitabımız, kimimiz ahlakımız sebebiyle vicdan sahibi olduk. Birileri öyle
istediği için değil, vicdan bunu tarif ettiği için hiçbir milletin diline, dinine, mezhebine
karışmadık. Mezarlarını çiğnemedik, ibadethanelerini yıkmadık, kadınlarına tecavüz etmedik,
bebeklerini boğazlamadık.
Sen var olmak zorundasın. Bu yüzden bir ve beraber olmak zorundasın. Sömürgecilerin
tezgâhıyla saflara ayrışmamalısın.
Türk’ün Evladı, bizi, onların bize yaptıklarını ve sorumluluğunu sakın unutma.”
Ben Aliya…
Aliya İzzetbegoviç

Ziyaret -> Toplam : 125,19 M - Bugn : 76897

ulkucudunya@ulkucudunya.com