Siyasetin Ruhundan Kanunların Ruhuna Bir Devlet Krizi
Kutlu Kağan Dalkılıç 01 Ocak 1970
Sadece bir kanun ve kurumsal hiyerarşi krizi de yaşamıyoruz; aynı zamanda politik öznenin yitimi, politik öznenin vatandaşlık kavramı ile arasındaki makasın giderek açıldığı; siyasetin aktüel anlamda bu krizin baş aktörü olduğu bir kriz yaşıyoruz.
Siyasetin Ruhundan Kanunların Ruhuna Bir Devlet Krizi
Türkiye son günlerde yüksek yargı hiyerarşisinin tepetaklak edilmesi ve yürütmenin de bu normatif hiyerarşik krize eklemlenmesiyle ağır bir “devlet krizi” yaşıyor. Bu devlet krizinin sıradan bir kriz olmadığı oldukça açık; zira yargı organlarında normatif kurumlar arası hiyerarşik işleyişi tarihimizde hiç bu kadar açık bir reddiye ile muhatap olmadı.
Üstelik yürütme, bu normatif devlet krizine bir anlamda aktüel siyasi saiklerle destek veriyor. Yaşadığımız bu devlet krizini tanımlamak gerekirse; önce krizin formalitesine bağlı bir kanun ve kurumsal devleti krizi, öze dair bir hukuk devleti krizi ve işleyişe dair bir yönetim biçimi krizi yaşanıyor. Bu yüzden bu kavramlara yeniden göz atmak gerekiyor.
Yönetim Biçimi ve Kanun Devleti
Montesquieu, on sekizinci asrın başında yazdığı “Kanunların Ruhu Üzerine” adlı eserinde; yönetim biçimlerini üç ayrı kategoride topluyor; cumhuriyet, monarşi ve istibdat. İstibdatın yani zorbalık ve totaliter baskı rejimlerinin en önemli özelliği diğer iki tipte olduğu gibi ortada bir “kanun devleti” yok. Cumhuriyet için halk egemenliği, Monarşi için kişi ya da aile egemenliği bir kanun devleti ortaya koyarken; istibdat rejimleri bir kanunsuzluk ve hukuksuzluk devleti ortaya koyuyor.
Kanun devletinden anlaşılması gereken şey şu; devlet ile o devlete bağlı insanlar arasında gerek hayatın normal akışında gerekse olağan dışı durumlarda belirlenmiş ilkeler, esaslar, kaideler ve kurumların tanımlanması yani bir sabiteden bahsediyoruz. Tabii bu sabitelerin kimleri bağladığı, politik öznenin tanımlanmasını da gerektiriyor. Devlete karşı hak ve ödev sahibi kişilerin belirlenmesi; yani devletin mülkiyetinin de tanımlanması elzem; zira bu rejimin de adını koyuyor; bu bir kişi, aile, belirli bir zümre, ya da halkın tamamı olabiliyor.
Tıpkı Montesquieu’nun yönetim biçimlerini ayırarak; istibdat rejimlerinde kanun devleti olmayışını vurgulaması gibi; ortada kanun devleti namına belirli kaideler, sabiteler, yasalar, kurumlar ve politik özne önceden tanımlı olduğu halde; bu politik öznenin yürütmenin kayırmasıyla anlamı göreceli hale gelebiliyor. İlkelerin ve kanunların sınırları belirsizleştirilip menfi bir örümcek ağına dönüşebiliyor veya son kertede kurumlar arası hiyerarşik işleyiş formel biçimde dahi bozulabiliyor.
Bütün bunlar bugün bizim gibi kanun devleti yavaş yavaş çöken ülkelerde; cumhuriyet yani halk egemenliği ile yönetilen, vatandaşlık ve nüfus cüzdanında devlete karşı eşit haklara ve yükümlülüklere sahip politik özne olduğumuzu sandığımız ancak aslında istibdat ya da otoriterliğin dozu arttıkça değişen şeyler. Kanun devleti olgusunun kanunsuz bir devlete dönüşmesiyle bu ilkeler, yasalar, kurumlar arası hiyerarşi ve politik özne tanımının oldukça başkalaştığını da bugün daha açık anlayabiliyoruz. Devlet krizinin bana kalırsa en önemli tarafı bu noktada saklı, kanun devleti otoriterliğin dozu arttıkça kanunsuz bir devlete dönüşüyor; kanunsuzluktan kastımsa kanunların sabitesinin ve kurumların formel hiyerarşisinin ortadan kalması ya da politik öznenin siyasal kimliğine bağlı sabitenin yıkılması, bozulması, değiştirilmesi.
Hukuk Devleti
Hukuk Devleti kavramı asırlar süren sancılar sonunda günümüzde yani modern dönemde üç temel esas üzerine bina ediliyor. Montesquieu’nun Kuvvetler Ayrılığı ilkesi, Sieyes’ın Anayasacılık Teorisi ve Kelsen’in Normlar Hiyerarşisi teorisi; bu kavramının biçimsel ve maddi temellerini oluşturuyor. Şayet bu esaslar varsa modern ve evrensel anlamda uluslararası itibar kazanıyor, ulus içinde de vatandaşlarınıza kâmil anlamda hukuk ve güven temin edebiliyorsunuz. Yani size bu esasların teorik ve pratik işlerliğine göre “Hukuk Devleti” denilebiliyor.
Bu kavramlardan kısaca birer cümleyle bahsetmek gerekirse; Kemal Gözler’den öğrendiğimiz kadarıyla öncelikle bu üç temel ilke idealara ya da öze dair ilkeler değil; aksine maddi ve biçime dair kurumları oluşturmayı hedefleyen ilkeler. Devleti en doğru, en adil ve en güvenilir kararları alabilmek adına sınırlamayı ve bu sınırı çizecek formel kurumları oluşturmayı amaçlayan ilkeler.
Kuvvetler Ayrılığı, hepimizin bildiği üzere yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrılmasını yani bir denge denetimi ifade ediyor. Montesquieu’ya göre yargı gücü, yasama ve yürütmenin keyfi ve menfi kararlarını “kamusal yarar” adına denetlemeli; milletin ortak hukuku ve çıkarı her neyse yasa yapım süreçlerini ve yürütmeyi bu yolla sınırlandırmalıdır.
Erol Güngör’ün haklı eleştirisini de hatırlatmak zorundayım: “Kıta Avrupası’nda yürütme, yargı mekanizmalarının işleyişini ve yüksek yargı üyelerinin çoğunluğunu belirlediği için yargıyı siyasetin keyfi ve menfi hesaplarından nasıl alıkoyabiliriz?” Bu sorunun henüz tam anlamıyla tatmin edici bir cevabı var dersem yanılırız. Bu aktüel keyfilik ve lokal menfiliğin yargıya sirayet etmemesi için bulunan en makul yol; şimdilik “Hakim Teminatı” ilkesi olarak gözüküyor.
Siyaset denetlenebilir kurumlar ve kurumsal gelenek yoluyla, yargısal işleyiş ve yüksek yargı üyelerinin atanması süreçlerinde aktörlerin çokluğuna bağlı bir siyasal mutabakat arayışıyla bu süreçleri işletiyor ve yargıçlar kararlarında siyasetin gündelik işleyişinden görece bağımsız ve hukuka bağlı kalabiliyorsa buna razı oluyoruz.
Anayasacılık Teorisi, kanunların üstünde ve parlamentoda 2/3 çoğunlukla oldukça zor değiştirilebilen bir “Anayasa” kavramını ortaya atıyor. Burada teori sahibi Sieyes, “kurucu iktidar” ve “kurulmuş iktidar” ayrımı yaparak, Anayasa gibi bir devletin temel hukuk metninin yapımını ya da değişimini yalnızca “kurucu iktidar” vasfında büyük bir siyasal mutabakat gücüne erişebilenler değiştirsin, kurulmuş her iktidar tabiatıyla büyük bir siyasal mutabakat yaratamayacağından Anayasa yapmaya da muktedir olmasın istiyor. Bunun için Anayasa yapım süreçlerini parlamento mutabakatı gibi oldukça zor ancak geniş katılımlı bir siyasal iklime dayandırıyor.
Kelsen’in, Normlar Hiyerarşisi teorisinde hedeflediği temel biçimsel ilke kanunlar ve kurumlar arasında bir hiyerarşi yaratmak diyebiliriz. Bu hiyerarşide genelge, mevzuat, yasa gibi tüm bu kanunların Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmesiyle hiyerarşi kurulmuş oluyor. Anayasa Mahkemesi tüm bu hiyerarşinin en tepesinde yer alıyor.
Kurumlar Arası Zihniyet Uyumsuzluğu
Pekâlâ tüm bunlar kurumlar ve kanunlar formel biçimde işliyorsa da ortada bir “devlet krizi” yaşanmayacağının garantisi olabiliyor mu?
Bu konuda gerek Montesquieu’nun “Kanunların Ruhu” kavramından gerekse de Tocqueville’ın “Toplumların Ruhu” kavramından yola çıkarak yargı ve yürütme arasında tıpkı bizim bugünlerde yaşadığımız gibi bir “devlet krizi”ni sanırım açıklayabiliriz.
Kanunların Ruhu, özünde bir toplumda yasa yapım süreçlerinde o toplumun tarihi, kültürü, örfleri, inançları, coğrafyası, kurumları ve tabii ki gündelik davranış normlarını dikkate almak gerekiyor diyor. Bir kanun yalnızca yazılı bir metin demek değil aslında; onun tarihi bir bağlamı ve kendisini de aşan bir amacı yani bir ruhu var. Ahmed Cevdet Paşa bunun pek farkında olacak ki Mecelle’de şunları yazmış: “Akitlerde itibar lafızların ve terkiplerin değil, manaların ve maksatlarındır.” Kısaca kanunları maksadının kanunla kurduğu ilişkiye bakmak gerekiyor. Her kanun ve kurum her toplumda maksat ve mana farklı şeyleri ifade ettiği için aynı verimli sonuçları vermeyebiliyor.
Tocqueville, Toplumların Ruhu kavramında, bir toplumun demokrasi serüvenini yine hermönetik/yorumsamacı bir anlayışla o toplumun tarihi, kültürel, inanç ve alışkanlıklarıyla zihniyet dünyasına inerek bağlamsal olarak açıklıyor. Bu yorumsamacı anlayışa göre demokrasi ve kurumlar tarihi bir sosyal sürekliliğin sonucunda tabii biçimde ortaya çıkıyor. Toplumun ruhu veya onun yansıması olan siyasetin ruhu ile kanunun ruhu arasında bir çatışma var ise anbean bir “devlet krizi” yaşanabiliyor.
Türkiye’deki Krizin Yorumlanması
Türkiye bugünlerde yerel bir mahkemenin Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını uygulamayışı ve yürütmenin de yerel mahkemeden yana tavır koymasıyla tarihin en ağır krizlerinden birini yaşıyor. Bu sürece bir günde gelmedik elbette; önce biçimsel-formel kurumsal işleyişimizi yakın dönemde kaybettik. Kuvvetler ayrılığını erkleri tek kişide toplamak suretiyle yitirdik, Anayasa yapım süreçlerini ve yönetim biçimini geniş bir siyasal mutabakat aramadan çoğunluğun tiranlığına kurban verdik, yargıç teminatını siyasetin tahakkümüne soktuk.
Bugünlerde de normlar yani kurumlar arası hiyerarşiyi kaybetmek üzereyiz. Tüm bunları toplumun ruhu ve onun yansıması olan siyasetin ruhu ile eyledik. Burada çoğunluğun ruhunun aslında bize ne vazettiğini bugünlerde daha iyi görebiliyoruz.
Millet, kendi sosyal ve siyasal ruhuyla bu otoriter rejimini yaratırken; önce kanuna sonra hukuka ve nihayetinde adalete olan inancını da ortaya koymuş oluyordu. Tüm bunları “anomi” kavramı ile yani siyasal değişim ve kriz dönemlerindeki kuralsızlık, kanunsuzluk ve hukuksuzluk haliyle de açıklayabiliriz. Ancak bu yeterli değil; çünkü bizde hayatın doğal akışındaki bu kuralsızlık bir süreklilik halini aldı.
Siyaset bu kuralları ve kanunları delmek, bozmak, kaos yaratmak için bir temsil makamı haline geldi. Sürekli kuralsızlık ve kanunsuzluk hali bu toplumun ve siyasetin çoğunluğunun ruhu ise kanunların ruhu ne tarz bir ruh ile yazılırsa yazılsın veya hangi medeniyetin kodlarını taşırsa taşısın “çatışma” kaçınılmaz görünüyor.
Bizim toplumumuzda her şeyden önce kural ve kanun ile kurulan toplumsal ve siyasal ilişki formel bir günü kurtarma arzusu taşıyor. Modernleşme sürecimizde, devletin tepeden dönüşümüyle beraber kanunlarla ve hukuki kurumlarla “vatandaşlık” kavramı aracılığıyla bir bağ kurmaya çalışsak da; hatta yakın siyasi tarihimizde en önemli ve yadsınamaz tecrübemizi bu Tanzimat ve Meşrutiyet hareketlerinden günümüze kadar gelen bu serüvene borçlu olsak da bu sahici bir ilişki biçimi değil. Zira kurallar, kanunlar, elde edilen hukuki ve kurumsal kazanımlar adına ortada tabandan yani halktan gelen tarihi ve sosyal bir mücadele geçmişimiz yok. Bu elbette kurumların ve kanunların gerek öze gerek biçime dair bozulmasına karşı da günümüzde yine tabandan bir direnç üretilemeyeceğini gösteriyor.
Türk modernleşme serüveninde gerek Kıta Avrupası’ndan ikame ettiğimiz hukuk sistemimiz gerekse yakın siyasi tarihimizde Avrupa Birliği baskısıyla icra etmeye mecbur kaldığımız kanunların tamamı; Kıta Avrupası’nın sosyal ve siyasal tarihi dönüşüm tecrübesinden mahrum olduğundan bu toplumun ve siyasetin ruhuyla oluşmadı, oluşan da ahenksizdi bunu kabullenmek zorundayız.
Ortada bu toplumun siyasi ruhuyla oluşturulacak bir kural veya kanun sistemi de yok; zira bizde iktisadi sınıfsal bir mücadele, sanayi devrimi ve milletin otoriteye karşı kazanımların hukuki yollarla korunması gibi süreçler mevcut değil. Biz son yirmi yıl başta olmak üzere yakın siyasi tarihte o kural ve kanun tanımaz hallerimizden, siyasetin menfi biçimde kanun ve hukuku, kurumlar ve hiyerarşiyi, politik özneyi ideolojik ve kültürel kimlik endişesiyle eğip bükmesinden başka ne ortaya koyabildik bilmiyorum.
Kanunların ruhu ile toplum ve siyasetin ruhu arasındaki ahenksizlik bizi bırakalım hukuk devletini bir kanun devletinin en temel mekanik işleyişlerinin bile uygulanamadığı bir devlet haline getirdi. Buradan bir kanun ve hiyerarşi krizine bağlı kaçınılmaz bir “devlet krizi” doğdu. Bu krizin bu noktaya gelmesi aslına bakarsanız devletin formel ve biçimsel olarak dahi bir kanun devleti hükmünü taşımadığını bize gösteriyor.
Yalnız sadece bir kanun ve kurumsal hiyerarşi krizi de yaşamıyoruz; aynı zamanda politik öznenin yitimi, politik öznenin vatandaşlık kavramı ile arasındaki makasın giderek açıldığı; siyasetin aktüel anlamda bu krizin baş aktörü olduğu bir kriz yaşıyoruz. Bu devlet krizi kavramının temel esaslarını; siyasetin yönetme biçimini, kanunların işleyiş esaslarını, kurumsal hiyerarşinin ve politik öznenin tahribini de toplumun ruhu ile beraber tartışmak mecburiyetindeyiz.
Popülist bir yaklaşımla siyasetin muktedirleri bu kurumsal hiyerarşi, kanun ve devlet krizini vesayetle, elitlere karşı milletin gücüyle izah etmeye kalksa da bana kalırsa; bu uzun soluklu çatışmanın yani “toplumun ruhu” ve “kanunun ruhu” arasındaki gerilimin örtbas edilmesi ya da buradan yine bir siyasi menfaat devşirmek anlamına geliyor. Sorunun doğru tespiti ile yola çıkmak çözümü de sahici kılacağından; bu derinlerdeki uyumsuzluğun ve çatışma halinin aktüel siyasi hesaplara kurban edilmeden en azından entelektüellerce düşünülmesi ve tartışılması gerekiyor.