Ziya Gökalp'i anarken... Şadırvan sohbetiyle bir medeniyet inşa edemeyiz
Kemal Üçüncü 01 Ocak 1970
Cumhuriyet’in kuruluşuna fikri ve entelektüel birikimiyle önder olmuş Ziya Gökalp’ı [23 Mart 1876 Diyarbekir – 25 Ekim 1924, İstanbul] 96. ölüm yıl dönümünde rahmetle ve tazimle yad ediyorum.
Mustafa Kemal Atatürk’ün "Bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tır" sözü bu gerçekliği hatırşinas ve vefakâr bir üslupla ifade eder.
Batı Türk tarihinin Son 150 yılını şekillendiren ve XX. yüzyıl Avrasya tarihine yön veren Yeni Osmanlılar, Genç Türklerle başlayan, ITC ile kurumsallaşan Aydınlanma, Fransız ihtilalinin hürriyet, adalet, eşitlik ilkelerini benimseyen kamucu, halkçı Türk milliyetçiliği perspektifinin Attila İlhan’ın Kim Kaldı* şiirinde edebi ifadesini bulan “kalem, kalpak ve revolver” geleneğinin kendisinde tecessüm ettiği bir profildir Gökalp. Cumhuriyeti bu ruh ve irade kurmuştur. Araya -bugün için- keşke Akçura’nın “milli perspektif” konusundaki ikazları, Gökalp’a eleştirileri ve şerhleri de dikkate alınabilse diye bir düşünme ödevi sıkıştıralım. Gökalp’ın dönemin ruhuna uygun tesanüdçü “Sakın hakkım var deme, hak yoktur! Vazife vardır! Sen ben yokuz biz varız!” anlayışı karşısında Akçura’nın siyaset bilimi [=sciencepolitique] birikimi neticesinde altyapı, üstyapı, şahsiyet, hür teşebbüs vurguları bugün de Cumhuriyetin demokrasiyle taçlandırılması hususunda önemli açılımlar sunar.
Atatürk’ün de içinde yer aldığı halkçı, kamucu, aydınlanma ilkelerini özümsemiş Türk milliyetçileri XX. yüzyılın başında Avrasya çağını tayin ettiler. Türk milliyetçiliğinin partili tarihi 131 yıla ulaşmıştır. [ITC=İttihat ve Terakki Cemiyeti] 1889'dur. Bu cümleden olmak üzere, Müsavat Partisi öncülüğünde Kafkasya’da Mehmet Emin Resulzade önderliğinde örgütlenen Türk milliyetçileri 28 Mayıs 1918’de laik, demokratik esaslara bağlı olarak Doğu İslam ve Türk dünyasında ilk bağımsız Cumhuriyetini kurmuş oldular. 1912 Batı Trakya Türk Cumhuriyeti [kısa süreli bir diğer deneyimdir], 1923 Türkiye Cumhuriyeti keza aynı fikri entelektüel siyasi geleneğin, bu büyük tecrübe silsilesinin bir birikimidir. Bu fikri ve siyasi gelenek, 1905 yılında Türkistan’da başlayan Alaş Orda hareketi ve 1917-1920 yılları arasında eski Kazak cüzleri bir araya gelerek bağımsız “Alaş Orda Devleti”ni kurdular. Hükümet Başkanı, Alihan Bökeyhan, başkenti Semey olan bu devlet üç yıl yaşayabildi.
Türk devlet teşkilatı kurulmadan evvel öncelikle ilim ocakları teşekkül eder.
Harezm Akademisiyle Orta Asya Rönesans’ı, Kazan aydınlanmasıyla Altınorda, Erdebil’le Safavi, Merv’de Büyük Selçuklu, Konya, Anadolu Selçuklu, İznik, Osmanlı, İstanbul’la artık cihanşümul Osmanlı Devleti bu anlayışa göre teşekkül etmiştir.
Türkistan Rönesansı, Hoca Ahmet Yesevi aydınlanması, Harezm Akademisi çevresinde üretilen İslami tefekkür ve irfan, Kant’tan 700 yıl önce dünyevi olguların ve nesnelerin bilgisi akıl ve deneyimdedir diyen Maturidi anlam küresi Mezopotamya Semitik anlam evrenini aşan bir muhtevaya sahiptir.
Türk tarihini maddi kültür ve düşünce birikiminden, ekonomik ilişkilerden arındırarak çıkık elmacık kemikleri, boynunda hemayıl, belinde kama ile obalarda at süren kalabalıklar şeklinde anlatan dar ufuklu, esnaf ideolojisine sahip kasaba destancıları bu büyük mirası örtmüşlerdir.
Çağın epistemolojik anlayışına mızrakla saldırırsanız tarihin dışına düşersiniz. Türkler tarihin bütün zamanlarda [modern dönem hariç] kendi çağlarının bilgi anlayışı ile entegre olarak evrensel siyasi güç olabilmişlerdir. Son dönemlerde Modern çağın bilgi anlayışına hâlâ kurnazlık ve nanik yapma arayışındayız. Çok tehlikeli, zaman dışına düşmemiz bu sebeptendir.
BİLİM GELENEĞİ BURADA MAYALANDI
Türklerin Tanrı-doğa anlayışları, insan, eşya, ıduk [=kutsal] kavramlaştırmaları, egemenlik anlayışları, din -devlet, bilim ilişkileri, İslâmiyetle birlikte tanıştıkları Semitik coğrafya ve gelenekten çok farklıydı. İslâmla beraber uzun süre bu teşkilatçılık deneyim ve geleneğini taşıdıkları korudukları için yeni medeniyet dairesinde de muazzam başarıları ortaya koymuşlardır.
Harezm Akademisi [bizim akademiyada ve genel kültürde pek bilinmez] bu büyük bilim ve düşünce geleneğinin Çayardı [Maveraünnehir] havzası ana üssüydü. Çin'den Akdeniz'e 40 yılda Türkleri indiren büyük düşünce ve bilim geleneği burada mayalanmıştır.
Akıl ve bilim eksenli bir kamu yönetimi ve hukuk anlayışı, doğa bilimleri ve matematik, tefekkür üzerinden incelmiş bir metafizik, kültür ve sanat anlayışı üretebilmişlerdir. O büyük tasavvufî gelenek, dinî literatür böyle üretildi. Artık her gün din konuşulan bir iklimde dinî düşünce adına dünyanın referans aldığı hiçbir ciddi üretim yok ilginç değil mi? Bu dinamik akamete uğratıldığı kesitlerde bütün alanlarda çöküş başlamıştır. Bilim tarihçisi Thomas Huffy bunu çok açık bir biçimde ortaya koyar:
"14. yüzyılda Sorbonne’de 2000 elyazması 15. yüzyılda Vatikan kütüphanesinde 2257 eser vardı. Aynı tarihlerde Türk İslam dünyasının kültür şehirlerinde 80.000 ve 100.000 ciltlik kütüphaneler vardır [i]." Bu yapı Rönesans’tan sonra aleyhimize olmak üzere değişti. Hiç tılsım aramaya gerek yok. En çok kitabı olan "her zaman döver". Rönesans öncesi Doğu dünyası bilgi üretiminde öncü olduğu için siyasi ve ekonomik kültürel üretimin odağıydı. Rönesans'tan günümüze gelen süreçte, son 500 yılda süreç tam tersine döndü, aynı oranlarda Batı öne geçti. Yani iyi "peltek s çıkartıp ayn çatlatsak da", bu tabloyu değiştiremeyiz. Tadil-i erkâna uygun ibadet ederek de 24 saat çağdaş çağdaş, devrim, liberal ileri diyerek de olmaz.
Kaybettiğimiz ve bulmamız gereken "yitik hazine" budur. Bütün üniversitelerinizdeki kitap sayısı tek başına Harvard'dan azsa, dünyanın ilk 100 kütüphanesi arasına giren tek bir kütüphanemiz yoksa, tablo sıkıntılıdır.
XXI. yüzyılın şafağında Doğu ve Batı medeniyetlerinin birikimini 1000 yıl önce Harezm akademisinde yoğurduğumuz gibi yeniden özgün bir anlayışla "yaratıcı bir yeniden okumayla" yorumlamalıyız.
"Yüksek Devlet görevleri kâr değil, feragat ve şeref içindir. Şeref, kişi yararını zedelediği ölçüde gerçektir." [Dr. Hikmet Kıvılcımlı]
GÜÇLÜ GELENEĞİNİ KAYBETMEYE BAŞLADI
Türk siyaset felsefesinde “Kişi yararını zedeleyen şeref için göreve talip olana” devlet adamı deriz. Ne muhteşem bir ifade.
Türk devlet teşkilatı maalesef Atatürk sonrası dönemde hızlı bir biçimde bu güçlü yapısal geleneğini kaybetmeye başladı. Bir gün devlet memurluğu yapmamış, bir başarı hikayesi, bir fikri ve projesi olmayan Ortega Gasset’in kitle insanları devlet yönetiminde rol almaya başladılar. Bu bağlamda belediyeler üzerinden devleti yönetme sorumluluğuna yükselmek bizim siyasi ve idari geleneğimizde yoktu.
AKP ile bu tersine döndü ve bana göre son derece tehlikeli bir süreç başladı. Şimdi muhalif muvafık bütün büyükşehir belediye başkanları kendini Türk devletini yönetmeye aday görüyor. Görsünler, demokratik bir yarışta haklarıdır, velakin ciddi devlet geleneklerinde hikmet-i hükümet [= raisond'etat] bir devlet umuru ister. Yoksa 'dezenfektanla Covid'i yenin' diyen Trump ve Macron örneğinde gördüğümüz garipliklere düşeriz. Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla. İstersen de anlama!
Hangi birikim? Hangi kadro, Hangi başarı hikayesi? Hangi perspektif? Bir el önde öbürü arkada dımdızlak; öznesi, yüklemi olmayan şef garson cümleleri Rüşvet-i kelam diskuruyla üstten iki düğmesi açık 80’li yılların arabesk kaset kapağı pozu gibi beyaz gömlekle, ince gözlük ve yelekle, büyük telefonla bunlar olur mu? Bunların cevabı yok. Sosyal medyada organize olmuş cahil-i eçhel kalabalıklar taarruza geçmiş vaziyette. Bizi gurtaracaklar.
"Avanağı gıdıklayım!" derdi rahmetli Mevlüt Emmi bu durumlarda.
UYARIYORUM...
Türk devlet teşkilatı alim bürokrat ve ilmiye, kalemiyle, askeriye ve maliyeden yetişen siyaset adamlarınca yönetildiğinde yücelmiştir. Tarla duvarı yapan, marul diken adamlar devlet yönetemez. Devlet büyük bir belediye değildir. Devlet, yöneten sınıfların devlet adamı kumaşı ve tecrübesi, bir niteliği olmalıdır. Türkiye’de belediyelerin seçimle gelmeye başladığı dönemlerden itibaren tükettikleri devasa kaynaklara rağmen yaptıkları işlerin rasyonel bir etüdü yapılsa gülünç sonuçlar ortaya çıkar. Otuz yılda bir yapı stokumuz sıfırlanmak, kentsel dönüşüme gidilmek zorunda kalınıyor, muazzam bir israf. Peki bunu kim yapıyor? Belediyeler, yerel yönetimler ve onların "procelerine" paraları alıp taka tak mühürleri vurup, imzaları atan, sonra da şehirler bozuluyor diye feryat eden mühendisler, mühendis odaları. Burada bir eksik bilgi var mı?
Buna bir son verilmeli.
Bütün siyasal görüşlerden devlet umuru görmüş, devletin bekasını ciddiye alan kesimlerini bu konuda uyarıyorum. Yaşadığımız süreç biraz da devletin ne olduğunun kavranamaması değil midir? AKP gerçek anlamda devletin ne olduğuyla 15 Temmuz sürecinde yüzleşti. Herkes bir taraftayken Türk devletinin saat gibi çalıştığı görüldü. Bu gerçek kabul edildi, lakin geçmiş bagaj ve hikaye ciddi bir devlet formasyonu inşa etmek için maalesef yeterli değil. Slogan ve tokalaşma milliyetçiliğinin ötesindeki milli entelektüellerle diyalog kuramadıkları için yaşadıkları bocalama Türkiye’miz açısından bir kayıptır.
Fikri iktidar, Gramsci tabiriyle, kültürel hegemonya geniş kesimleri içeren gerçekçi bir mutabakata dayanmıyorsa toplumsal rızayı ancak ve ancak zorla sağlar. Şadırvan sohbetiyle bir medeniyet inşa edemeyiz, cihanşümul bir siyasal iddia kuramayız.Bunu söylediğim için bana kızabilirsiniz ama nesnel durum bu, bunu ortaya koymak zorundayız.
Savrulduğumuz antidemokratik süreçler biraz da bunun yansıması değil mi?
TBMM siyaseti ve siyasi partileri bir bütün olarak retoriğe teslim. Retorik Antik Çağ'dan beri inançla ve inadırmayla alakalıdır. Bilgiyle iş görmez. Hepsi neoliberal ekonomi programına kelimenin tam anlamıyla inanıyorlar! Bu saplantıları Türkiye’nin belini doğrultması önündeki en büyük engel. Kadrolarında kendi düşünce geleneklerinin entelektüelleri yok, kadroyu bırakın diyalogları dahi yok. Batıda her siyasi partinin büyük akademik araştırma ve düşünce kuruluşları var, oradan besleniyorlar. Biz güveçle besleniyoruz! Bizde partilerin ciddi araştırma kurumları ve organizasyonları yok. Cumhuriyet gazetesinin milliyetçilik soruşturmasındaki sefaleti biçim ve muhteva olarak bu sürece ibret olarak gösterebiliriz. Türkiye’nin en ciddi gazetesi milliyetçilik söz konusu olunca başvurduğu referanslar, referansların cevapları bütünleşik bir ekoloji oluşturuyor. Sistem harici konuşacaklara alan kapatılmış. 12 Eylül rejiminin siyasi partiler kanunuyla kurduğu toplumsal sistemin sonuçları bunlar aslında.
Bu haliyle ülkemizin devasa sorunlarıyla başa çıkamazlar, çıkamıyorlar da. Ahalinin cehaletinden istifade ederek kaynakları ahibbaylaüleşme, ekonomiye talan etme girişimlerine siyaset demek, aydın onuruyla ve mesuliyetiyle bağdaşmaz. Her partinin belediyelerden başlayarak avlak sahaları, iktidar alanları var. Hepsi memnun.
Bu düzen değişmeli!