Dindar iktidarın ‘ümmet coğrafyası’
Taha Akyol 01 Ocak 1970
Suud ve bağımlısı Arap rejimleri Türk ihraç ürünlerine ‘boykot’ ya da ‘ambargo’ uyguluyor. Resmi açıklama yapmadan satın almayın diyerek ihracatımızı baltalıyorlar.
Bunu da ‘vatanseverlik’ olarak gösteriyorlar!
Demokratik açık toplumlar olsa, kimi uyar, kimi uymaz. Ama Suud ve uydusu ülkeler despotik rejimlerdir. Hem davranışları ‘kolektivist’tir hem herkesin ekmeği iktidardaki hanedanın elindedir.
Devlet ve doğal kaynaklar, bütün güç ve yetkiler kral ve şeyh ailesinin elindedir.
Kimse itiraz edemez, uymazlık edemez.
Bu olayın Meclis’çe araştırılması için CHP’nin verdiği önerge ve AK Parti ve MHP’nin oylarıyla reddedildi.
Uygur Türkleri üzerindeki Çin zulmünün araştırılmaSı için İYİ Parti’nin önergesi de aynı şekilde reddedilmişti.
‘GÖNÜL COĞRAFYASI’
Suud ve uydusu devletlerin davranışları ciddi sorundur. Numan Kurtulmuş’un “gülüp geçme” sözünü anlamak mümkün değildir.
Sayın Kurtulmuş’un “hatalarımıza tövbe istiğfar edip yolumuza devam ederiz” sözünü de hatırlıyorsunuz değil mi? (26 Mayıs 2019)
Halbuki demokratik açık toplumlarda hatalar yetkili kurullarda tartışılır, araştırılır, düzeltecek kararlar da yine yetkili kurullarda alınır, kamuya da açıklanır.
Objektif ve kurumsal bir faaliyet alanı olan siyaseti böyle sübjektif duygularla tanımlamak uygulamada ciddi sorunlara yol açıyor.
“Gönül coğrafyamız” kavramı…
“Şu kadar milyon kilometre kareden bizi Lozan’da bu sınırlara hapsettiler” sözü…
Bunlar sübjektif duygu beyanlarıdır.
Bu sözler miting kalabalıklarını coşturur… Ama o coğrafyalarda bugün varolan devletlerde ne tür duygulara yol açıyor?!
Ve işte, o coğrafyalarda “dostumuz” diyebileceğimiz kaç devlet kaldı bugün?
TARİHİN DERSLERİ
Laikliğin en radikal versiyonunu uygulayan Atatürk, o zamanki İslam devletleriyle iyi ilişkiler kurmaya ama iç işlerine karışmamaya özen gösterdi. Ürdün ve Afgan Kralları ile İran Şahı, radikal Cumhuriyetçi Gazi’nin en yakın dostlarıydı.
Büyük diplomatlarımızdan merhum Feridun Cemal Erkin’in “Dışişlerinde 34 Yıl” adlı anılarını lütfen okuyun. İzmir Marşını dinlerken Ürdün Kralı Abdullah’ın gözlerinin yaşardığını ve söylediklerini görürsünüz.
Suriye’deki askeri darbeler konusunda da tavır almadılar.
Ekim 1931’deki Balkan Konferansı’nda Atatürk’ün “yakın tarihi hepimiz unutalım” diye konuşmasının sebebi neydi, belli değil mi?
Soğuk Harp dönemin kutuplaşma ortamında bile Menderes Arap rejimlerine karışmadı. Devletin artan kapasitesine göre Arap dünyasına açılımı Demirel başlattı. Özal savaşan taraflara eşit mesafede durarak onlara ihracatımızı arttırdı.
Rejim meselelerine hiçbir karışmadılar.
Araplarla iyi ilişkiler kurmak ama Araplar arası sorunlara, rejim meselelerine karışmamak Türkiye’nin milli politikasıdır.
LABORATUVAR SONUÇLARI
Arap dünyasında hiçbir rejim kendinden emin ve köklü surette kurumlaşmış değildir. O yüzden hep endişelidirler. Despotizmin bir sebebi de bu.
Türkiye, bunu hiç dikkatten kaçırmamalıdır.
Ama Mısır konusundaki tavrımız, darbeyi protesto etmekle kalmadı, sürekli bir kampanya halini aldı. İhvan’ı kendi rejimleri için tehdit sayan Suud ve uyduları Türkiye’nin aleyhine döndü.
Arap rejimlerinin Osmanlı düşmanlıkları da böyle hortladı.
Suud’un katil Prensi Bin Selman…
Medine Kahramanı Fahrettin Paşa’yı ‘haydut’ diye suçlayan BAE Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed! (10 Mart 2018)
Doğu Akdeniz’de Yunan-Rum ittfakında yer almaları…
Arap Birliği’nin Türkiye karşıtı beyanları…
Terörist YGP-PYD’ye verdikleri destek…
Bu nasıl bir tablo böyle?
Bu tabloya, Türkiye 1923’ten itibaren hiçbir devirde maruz kalmamıştı.
İslamcılar kalben ve zihnen ciddi surette şu soruyu kendilerine sormalıdır: “Ümmet, gönül coğrafyası, üç kıta” gibi coşkularla yürütülen siyaset, üzerimize husumet çekmekten başka ne sonuç verdi?
Muhalefetteyken, hele de gazete sütunlarında, vakıf konferanslarında bu kavramların Türkiye’yi “lider ülke” yapacağını söylemek heyecan vericiydi.
Böyle duygu ve düşünceler elbette olabilir ama bunu devlet siyaseti yapmanın “laboratuvar” sonuçları ortada: “Ümmet coğrafyası”nda Türkiye’nin yalnızlaşması…
Netice: Siyaset, hele de diplomasi tamamen rasyonel bir faaliyet olmalı, “önce Türkiye” ilkesini hiç akıldan çıkmamalı.