Abdülaziz BEKKİNE
Dr. Abdüllatif Duygulu 01 Ocak 1970
a. Çocukluğu ve Gençliği
Abdül'aziz Bekkine Hazretleri hicrî 1313, miladî 1895 yılı civarında İstanbul Mercan'daki evlerinde dünyaya geldi. Babası tüccardan Mehmed Molla oğlu Haris Efendi, annesi Fatma Hanımdır.
Haris Efendi aslen Kazan'lı (Rusya) olup, 1880'lerde ailesi ile İstanbul'a göç ettikten sonra Asmaaltı'nda toptan yağ ticareti ile meşgul olmuştur. Kazan'ın eşrafından olan Hâris Efendi, orada Sultanoğlu (Sultanof) nâmı ile tanınmaktaydı. Kazan'da 25-30 odalı büyük bir konakları ve geniş arazileri vardı. Konaklarının çoğu odalarında ilim tahsil eden talebeler barınırdı.
Hocaefendi'nin ailesi o zamanlar Rus tebaasında idiler. O günkü hükümetin tutumu dolayısıyla 1909 yılında ailesiyle birlikte Kazan'a gitti. Kazan'da bir süre kaldıktan sonra, Buhara'ya geçerek orada beş sene kadar ilim tahsil etti.
1917'de Rusya'da Bolşevik ihtilâli olunca, Kazan'da şartlar çok olumsuz hale geldi. Bolşevikler Kazan'a ve Türkmenistan'a doğru ilerliyorlardı. Annesi ve babası da daha önce Kazan'da vefat etmişlerdi. Abdül'aziz Efendi de kardeşlerini alarak İstanbul'a dönmeğe karar verdi. İki anneden 5'i erkek, 11'si kız olmak üzere 16 kardeştiler.
1918 yılında Kazan'tan trenle Bakü'ye, ordan Batum'a gelmişler. Batum'dan da İstanbul'a bir Türk gemisi ile gelmişlerdir.
Kısa bir müddet erkek kardeşleri ile beraber Asmaaltı'nda bir dükkân açıp çalıştırmışsa da, sonra dükkânı kapatıp, bir müddet Çarşıkapı'daki Bayezid Medresesi'ne devam etmişlerdir.
* * *
Dr. Mazhar Özman diyor ki: Bana çocukluk ve gençlik hayatından bahsettiği hadiseler oldu:
"Ben 5-6 yaşından itibaren seherden sonra hiç uyumamışımdır. 7-8 yaşlarımda gene seherde kalkar, sabah namazı vaktine kadar bahçemizdeki ağaçlarda öten kuşların öterek, 'Huu... Huu...' deyip Allah'ı zikrettiğini dinlerdim. Babam bana hiç iş buyurmaz ve yaptırmazdı. İş istediğimde veya yardıma gittiğimde;
'--Benim sağlığımda dinlen evliyâ, benden sonra çalışırsın!' derdi.
Ben de buna üzülür, anneme gider söylerdim. Annem de:
'--Vermek isterse kuluna, getirir koyar yoluna...' derdi.
Sonra hayatta çok gayret ettik ama, en sonunda anamızın sözüne geldik.'" (1)
* * *
Çocukluğu garip tecellilerle doludur. Onun sokakta garip bir yürüyüşü vardır. Ellerini arkasına bağlar, öne yıkılacakmış gibi eğilip, ayaklarının üzerine bakar ve sallanarak yürürdü. Kendisine bu garip yürüyüşünün sebebi sorulduğunda:
"--Ben bunu büluğ çağına basarken, beni yolda yürürken seyreden komşuların beni aptal sanmalarını arzu ettiğim için bu şekilde yürümeyi adet edindim. Kimsenin beni farketmesini, benimle meşgul olmasını istemiyordum." diye cevap verirdi.
Abdül'aziz Efendi'nin gençliği üstüste acılar ve ayrılıklarla doludur. Kendisini dinleyenler ondan şunu naklediyorlar:
"Bolşevik ihtilali olmuş, Kazan'dan İstanbul'a geliyorduk. Gençtim, yanımda kız ve erkek kardeşlerim vardı. Bakü'ye geldik. Onları otele bıraktım. Rahat ibadet edebilmek için civar tepelerde ıssız bir yere gittim. Orada bir kovuk buldum. Bakü'de kaldığımız zaman, o kovuğa girip ibadet ediyordum. Son gittiğimde garip bir tecelli içinde kendimi buldum. Adeta Arş'ın üzerinde ve Allah-u Zülcelâl Hazretleri'nin huzurunda kendimi hisseder gibi oldum. Oradan bütün kainatı seyrediyordum. Ne zaman ki, kardeşlerim aklıma geldi, kendimi kovuğun içinde buldum." (2)
* * *
Gemide geçen bir hadiseyi Hocaefendi bir arkadaşımıza şöyle anlatmıştır:
"Birgün sohbet esnasında Hocaefendi'ye şöyle bir sual sordum:
'--Efendim bu memleket nasıl kurtulur?'
Bunun üzerine Hocaefendi şunları anlattı:
'--Rusya'dan İstanbul'a dönerken Batum'dan bir Türk gemisine binmiştik. Gemide bilet kontrolü esnasında yaşlı ve fakir bir adamın bileti çıkmayınca, kontrol memuru adama bir tokat patlattı. Adamcağız yere yurvarlanıp kaldı.
Bu durumu kaptan köşkünden gören geminin İtalyan kaptanı, tokat yiyen adamcağızı yanına aldırttı ve istanbul'a kadar da yanında misafir etti.
İşte evlâdım bu memlekette İslâmiyet, dolayısıyla insanlık, insanlarımıza teker teker anlatılmadıkça ve o insanlar da İslâmiyeti yaşamadıkça bu memleket için kurtuluş yoktur."
Kanaatimizce burada Hocaefendi şu hususa dikkatimizi çekmektedir: Bir İtalyan kaptanın yaşlı fakir bir adama karşı gösterdiği olgun ve insani davranışı, bir Türk ve müslüman olan kontrol memuru, İslâm'ı bilip yaşamadığı için gösterememiştir.
Öyleyse insanlarımıza İslâm'ın esaslarını iyice tanıtıp anlatmak ve yaşamalarını sağlamak icab edecektir. (3)
b. Tahsili ve Mânevî Eğitimi
Abdül'aziz Efendi okul öncesi Kaptan Paşa Camii İmamı Halil Efendi'den Arapça ve din dersleri almış, daha sonra Dârüttedris Mektebi'ni bitirmiştir. 1910'da ailesi ile birlikte Kazan'a gittiklerinde orada ilim tahsili yapmış, daha sonra Buhara'ya geçerek orada 5 sene devrin tanınmış âlimlerinden ilim tahsil etmiştir.
Babasının vefatından sonra, Kazan'dan mecburi bir göçle 1918'lerde İstanbul'a geldiklerinde bir müddet Çarşıkapı'daki Bayezid Medresesi'ne devam etmişlerdir.
Nadide bir yaratılışa sahip olan Hacı Aziz Efendi İstanbul'a döndükten sonra büyük bir azimle mürşid-i kâmil arayışına çıkmış ve feyz alacağı kapıyı kendisi aramaya başlamıştır. Hacı Aziz Efendi mürşid arayışını bize şöyle anlatmıştır:
"Kazan'dan İstanbul'a döndükten sonra artık bir mürşide bağlanma zamanının geldiğine inanmıştım. Biliyordum ki insanın mânevî olarak olgunlaşması ve ilerlemesi bir mürşid-i kâmile bağlanıp onun hizmetinde bulunmakla olabilir. Bunu daha çocukluğumda hem öğrenmiş, hem anlamıştım. Bu sebeple İstanbul'daki mürşid-i kâmil olarak tanınmış kimseleri soruşturup onları ziyaret etmeye başladım.
İlk olarak Eyüp'te ikamet eden tanınmış bir zâtı ziyarete gittim. Elini öpüp karşısına oturdum. Kendisi murakabe haline geçti. Ben de gözlerimi kapadım ve başımı kalbimin üzerine eğdim. Bir de ne göreyim, o zâtın göğsünde: (Hàzà ebû zeheb) "Bu altın babası" yazılıydı. Hemen müsaade isteyerek yanından ayrıldım.
Gene mürşid-i kâmil aramak maksadı ile yaptığım ikinci ziyaretimde zamanın tanınmış büyüklerinden Nakşî şeyhi Küçük Hüseyin Efendi nâmı ile mâruf bir şeyh efendiyi ziyaret ettim. Kendisi Hacı Feyzullah isminde bir şeyh efendinin halifelerinden olup, çok sevilen bir zât idi. Epeyce kısa boylu, mülâyim, zarif bir zâttı.
Kendisini ziyarete gittiğimde bir duvar saatinin altında oturmuş, başını göğsüne eğmiş, gözlerini yummuş, tefekküre dalmış bir vaziyette buldum. Ben de karşısına oturdum, gözlerimi kapadım ve başımı kalbime eğerek beklemeye başladım. Derken saatin tik-takları ile Allah'ı zikretmekte olduğunu duydum. Başının üzerindeki saat, 'Allah Allah...' diyordu. O zaman başımı kaldırıp gözümü açtım. O da gözünü açı ve bana saati işaret ederek:
'--Bizim dervişin zikrine agâh oldunuz galiba?' dedi.
Onun üzerine ben içimden tamam bu hazretten ders alınır diye düşündüm. O zaman bana:
'--Evlâdım senin nasibin bizde değil, ara, bulacaksın. Ama madem ki bize kadar geldin, sana bir nasihatte bulunayım.' dedi. 'Dervişlik çok güzeldir. Ona talip ol, fakat mürşidliğe talip olma, çok zor bir iştir.' dedi." (4)
Nihayet takdir edilen vakit, saat gelmiş, Abdül'aziz Efendiyi, Çarşıkapı Medresesindeki yakın arkadaşı Mehmed Zâhid Efendi, kendi mürşidi Mustafa Feyzi Efendi'ye götürmüştür.
Mustafa Feyzi Efendi Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Efendi'nin halifesidir. Kendisinden sonra dördüncü postnişin olarak irşad vazifesinde bulunmuştur. O zaman Gümüşhaneli Dergâhı, Bâbıalide vilayetin karşısında, Fatma sultan Camii yanında idi.
23 yaşında Mustafa Feyzi Efendi'ye intisab eden Abdül'aziz Efendi, onun sohbetlerine devam etmiştir. Sonunda Hazret'in himmetiyle mânevî eğitimini tamamlamış, 27 yaşlarında iken hilâfet mertebesine ulaşmış ve kendisine irşad salâhiyeti ve icâzetname verilmiştir. (5)
Ayrıca Râmûzül-Ehàdîs kitabını da okutma icazeti almıştır. Bütün hayatı boyunca binlerce talebeye, maddî ve mânevî sahada, ilim, irfan ve insanlık öğrettikleri gibi, bu eseri de defalarca okutmuşlar ve tercümelerini takrir etmişlerdir.
İlk vazifeleri Beykoz'da bir camide başlar. Daha sonra Aksaray'da bir camide devam eder. Yazıcı Baba, Kefevî, Ümmü Gülsüm camileri onun feyz kürsüleri olur. 13 yıl Ümmü Gülsüm Camisi'nde vazifesi devam etmiştir.
Bu cami Unkapanı'ndan Saraçhane'ye çıkarken Bulvarın sağında biraz içeridedir. Fakat içinde çok feyizli sohbetlerin yapıldığı ahşap meşrutası istimlâke uğramıştır.
İkinci haclarından döndükten sonra, yakalandıkları hastalıktan kurtulamayarak, daha genç denilecek bir yaşta, 57 yaşında rahmet-i Rahmân'a kavuşmuşlardır. Tarih 2 Kasım 1952 Pazartesi günü, öğle vakti civârıdır. Kabirleri Edirnekapı Sakız Ağacı Şehidliğindedir.