ÇİZGİ DIŞI BİR ÜLKÜCÜ BİR DELİ YÜREK (Ömer Lütfi Mete)
Hasan Tülkay 01 Ocak 1970
“Baba!.. Baba!.. Ömer Lütfi Mete vefat etmiş!..”
Akşam yemeği soframız daha ortada… Ebedî hayat kapısı ölümün, hayat kadar gerçek olduğunu bilmeme rağmen, kızımın çığlık gibi haberine inanmak istemiyorum. Televizyonlarda son dakika şokuyla geçen alt yazılar maalesef doğruymuş ki; başta avukat Adil Özcan olmak üzere, telefona sarılan dostların ses tonlarına yansıyan teessür, bu elîm kaybımızın acısını daha derinden hissettiriyor… Fakat, hayat da bir şekilde, alışılmış minval üzre akmaya devam ediyor. Yakınımızdaki uzak komşumuz çat-kapı misafir aileye “kalk git” diyemiyoruz… Ancak gece-yarısına doğru; rahmetlinin az fakat öz hatıraları ile baş başa kalabiliyorum…
Ta 1970’li yıllarda Kabaklı hocanın Türk Edebiyatı’nda “Sanat Fidanlığı”nın yöneticisi olarak gıyaben tanıdığım şair, yazar Ömer Lütfi Mete; yıllar sonra aynı zamanda iyi bir gazeteci, sinemacı (hususen senaryo yazarı) olarak karşımıza çıktı. İmrenip de olamadığımız ahlâk kahramanı Yusuf Miroğlu karakteri ile, medyatik gündemin de tam göbeğine oturuverdi. Medyatik ayağı olmasına rağmen, kanaatimce DELİ YÜREK bir sun’î gündem değildi. Sağcısının- solcusunun, ülkücü-islamcı-devrimci hatta “ot” taifesinin bile hayranlık derecesinde alâkasını celbeden Deli Yürek dizisinin başarısı; Türk Milletinin genlerini iyi okuyan senaryosunun gücünden geliyordu en önce…
Bu dizi ve bazı yazıları vesilesiyle zaman zaman telefonla aradığım Ömer Lütfi Mete’yi, ekibindeki genç arkadaşlarıyla senaryo çalışmaları için Manavgat’ta bir otelde kamp kurmaları sayesinde yakından tanıma fırsatı buldum. Kendisini, o zaman başkanı olduğum TÜRKAV (Türkiye Kamu Çalışanları Kalkınma ve Dayanışma Vakfı) Antalya Şubesi adına bir konferans vermeye davet ettik. 17 Mart 2001 tarihinde, Şarampol Caddesinde bulunan GÜRTAŞ Otel’de yapılan “ÜLKÜCÜ HAREKET’İN GELECEĞİ” konulu bu konferans, medyaya kapalı geçmesine rağmen, camiamızda epey gürültü kopardı: “Ocak”tan gelen gençler; hop oturup, hop kalktılar; konuşturmak istemediler. “Gençler beni engelleyemezsiniz. Ben ölmeden, söyleyeceklerimi de söylemeden bu kürsüden inmem. Önce durun, dinleyin…İsterseniz sonra çekin vurun!..” Gençlerin deli-kurt tavırlarına karşı, bu sözleri öylesine rahat bir sohbet havasında söylemişti ki; belki de O’nun bu yüksek özgüvenine duyulan saygı ve hayranlık müessif hadiselerin önüne geçmişti. Genel Merkezimizden de iyi bir fırça yemiştik: “Ömer Lütfi Mete kim oluyormuş da, ülkücü hareketin geleceği konusunda konuşuyormuş?.. Başbuğ’un oğlu muymuş, neymiş, kimmiş de konuşabiliyormuş?..”
İşin açığı “ÜLKÜCÜ HAREKET’İN GELECEĞİ” konferansının tarafımızdan kaydedilmemiş olması; acı bir kayıp olduğu kadar ayıptır da… Kamera kayıtları ya da yazıyla sabitlenmeyen söz buharlaşıp gidiyor. Genç ülkücüleri ve de Genel Merkezimizi celallendiren cümle: “Eğer ülkücü hareket, yeni dünyanın diliyle söylemler geliştiremez, fikrî atalet böyle devam ederse, on yıl sonra ihtiyarların seferberlik hatıraları gibi nostaljik bir duygu olarak kalır.” Bu konferansta kırmızı kalın çizgilerle işaretlenecek üç-beş satırbaşı cümleyi meâlen hatırlamaya çalışıyorum:
“Ülkücü; sadece bir ırkın, bir yurdun değil; bütün insanlığın sorumluluğunu hisseden ve yüklenen insandır. Kendisini yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak görmeyen; sadece bir ırkın, bir ülkenin felahına değil, nizam-ı aleme talip olmayan ülkücü olamaz…”
“12 Eylül öncesi ve sonrası ülkücüler arasındaki fark; fetih öncesi ve sonrası Müslümanlara benziyor.”
“Her fikirde ve her kutsalda olduğu gibi; “Hareket”in sırtından geçinenler her zaman olmuştur ve olacaktır. Hakikî ülkücü; tüccarları, asalakları gerçek dava adamlarıyla karıştırmayacak kadar feraset sahibidir.”
“Destan çağı devam etmiyor!..”
“12 Eylül ve akabinde gelen ANAP’lı dönemde; topyekün Türk cemiyeti fedakâr karakterden, çıkarcı karaktere dönüşüm süreci yaşadı. Ülkücüler bu süreçten etkilenmedi demek, gerçeklere gözümüzü kapatmak olur.”
“Kendi tarihimizi iyi bilmiyoruz.. İslâm tarihini hiç bilmiyoruz. Bilmediğimiz için de geleceğimizi iyi tahlil edemiyoruz.”
“Anormal bir yılgınlık, karamsarlık, hayal kırıklığı yaşadık. Biz hayâl kuramamış, ham hülyalar üretmişiz. Ülkücü (!) fantezilerle çok oyalandık. Halbuki bir millet, hayaliyle, rüyasıyla büyüktür. Biz o rüyayı göremeden, rüyamızın sanatını, edebiyatını inşa edemeden ülkücü olamayız…”
“İnternet kullanıcılığı ortalamasının en düşük oranda bulunduğu grup ülkücüler… Tevhidin teknoloji ile isbatı yapılırken, bizim de davamızı etkin bir biçimde kitlelere yayabilmemiz için, internetten istifade etmemiz şarttır.”
“İstiklal Savaşı öncesi işgâl yıllarından daha kötü durumdayız…”
“Bir dönem, yüksek enflasyon devleti yoksullaştırırken, enflasyon zengini kaymak tabaka kalınlaştı. Eroin ticaretiyle dış ticaret açığını kapatmaya çalıştılar.”
“Türkiye; toplumun seçtiği insanlar tarafından yönetilmiyor.”
“Partiler kutsal değildir. Ülkeyi partiler, programlar, reçeteler düzeltmez. Ahlâkımız düzelmedikçe, ahlâk siyasete egemen olmadıkça memleket de düzelmez!..”
“Yerel soygun ya da yabancı soygun… İkisinin de ahlâkı yok!..”
“Dönemin askerî ve siyasî sorumluları tek tek sorgulanmadan, Apo’nun asılması yanlış olur.”
“Ülkücü; ülkücülük tarifinden sapıyor muyum, sapmıyor muyum; Türklük gurur ve şuuru, İslâm ahlâk ve faziletine uygun yaşıyor muyum, yaşamıyor muyum; günde en az beş vakit sormak zorunda…”
“Allah ile her gün konuşmayan kişi ülkücü değildir. Rabbimizle konuşmamız ve sormamız lâzım: Bugün Allah için ne yaptım?..”
“Türkiye’de üniversite yoktur… Üniversite olmayınca üniversite mezunu da yoktur. Belki bir sürü yüksek lise mezunu vardır, fakat üniversite mezunu da yoktur!..”
Yurt dışındaki göçmen çifte vatandaş Türkler, tarih şuuru, eğitim, küreselleşme… Daha pek çok mevzuda, zehir zemberek keskin cümleler kurmuştu. Haziruna, mümkünse çocuklarını Batıda, Avrupa veya Amerika’da üniversite tahsili yaptırmalarını tavsiye etmişti. “Peki siz kendi kızınızı gönderir misiniz Avrupa’ya okumak için?..” sualine karşı da: “Göndermem… Çünkü güvenmiyorum!.. Kızıma değil, erkeklere…” cevabını vermişti…
Zemmetmek için söylemiyorum; fakat bilinmesinde fayda var: En derin ve en mahir kaynaklarla yakın temas halindeki Ömer Lütfi Mete; derin devlet geyiğine inanmıyordu. Hatta BBP’nin 4 Temmuz 2006 günü, Ankara’da düzenlediği “Çuvallayan İktidar” panelinde sarfettiği cümleler hayli sivridir:
“Türkiye Cumhuriyeti’ne Devlet Sıfatı Yakışmıyor
Panelist Gazeteci-Yazar Ömer Lütfi Mete Türkiye Cumhuriyeti’ne devlet sıfatını yakıştırmadığını belirtti. En amatör devlet deneyiminden bile sefil duruma düşüldüğünü dile getirdi. “Türkiye Cumhuriyeti devlet olmaktan çıkmıştır. Basına göstermelik gülümsemeyle bile poz vermeyen Milli Güvenlik Kurulu’nu (MGK) eleştiren METE; daha ağır tehditlere mahsur kalmıyorsak bunda bu duyarsızlığa sahip devlet kurumlarının katkısı yoktur” dedi.
Ömer Lütfi Mete ile bizzat son görüşmem bu Çuval paneli günüydü. Demek ki üç-buçuk seneye yakın bir zaman geçivermiş… Fransa’dan öğretmen arkadaşlarımdan Muhittin Arar, meğerse Ömer Lütfi’nin yakın dostu imiş. Panelde karşılaştık ve programdan sonra, Ömer Lütfi beyin Kızılay’da tanıdığı bir lokantaya gittik. Lokantacı Rizeli, hemşehrisiymiş. Israrlarımıza rağmen orada bize hesap ödetmedi.
Dikkatimi bir şey çekti: Ömer Lütfi Mete, üslubu biraz kıvrımlı ve dolambaçlı da olsa, dolu dolu hükümler ihtiva eden gazete yazılarını bir solukta yazabiliyordu. Belki konusuna hakimiyetinden; günlük köşe yazısını, yemek servisi başlayıncaya kadar, en çok yarım saat gibi kısa bir zamanda dizüstü bilgisayarında yazmış ve elektronik posta ile gönderivermişti. Zekasındaki kıvraklık, teknolojiyi kullanışında da görülüyordu…
Bu yemek aynı zamanda müthiş bir kültür, sanat ve siyaset üzerine sohbet ziyafetiydi. Keşke bir kayıt cihazım olsaydı, ya da notlar alsaydım… Aklımda kalan iki sinema projesi: MEVLÂNA… Galiba Konya Belediyesinin katkılarıyla, tam istediği gibi olmasa da tamamlandı. Uzun soluklu esas ikinci projesi ANKA idi… “ANKA’yı gençler çok tutacak” diye heyecanla anlatmıştı: “ANKA, külleri üzerinde yeniden doğan bir medeniyeti, Türk’ün unutulan devlet geleneğini hatırlatan bir dizi olacak… Tarihî olaylarla günceli yorumlayan, tarihten ve gelenekten geleceğe ışık tutacak, müthiş bir aksiyon filmi aynı zamanda… Her şey bitti zannedildiği bir anda, maziden gelen,fakat günümüzün tekniğini de çok ustaca kullanan bir el, bir zekâ TÜRK’ün aleyhine kurulan bütün tezgâhları, sinsi ve kalleş plânları tersine çevirecek… Ekonomik savaşlar, istihbarat mücadelesi; dünümüz, günümüz ve geleceğimize dair umutlarımızı diriltici mesajlar… ANKA’da kendimizi yeniden bulacağız, yeniden keşfedeceğiz…” Bir yapımcı bulunduğu takdirde, hemen hayata geçirebileceğini ifade ettiği bu senaryonun akibetini merak ediyorum…
“Şöhretler dünyası pek çoğunun başını döndürmüş, ahlâkını bozmuştur. Hele sahne ve sinema hayatında bozulmayan pek az insan var. Doğrusu bu alemde dosdoğru adam gibi kalabilmiş iki güzel adam tanıdım: Kenan ile Necati… İkisi de düzgün çocuklar…”
Ömer Lütfİ; DELİ YÜREK’in Yusuf Miroğlu’nu, KURTLAR VADİSİ’nin Polat Alemdar’ını; imajlarına uygun iki Anadolu delikanlısı olarak tanıyor, tanıtıyor ve gerçekten çok seviyordu. Kendisi için ise biz de şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
Ömer Lütfi Mete; çağdaş bir alperen derviştir. Deli Yürek’teki KUŞÇU, Kurtlar Vadisindeki ÖMER BABA, Ömer Lütfi’nin ta kendisidir. Nitekim kendisinin bazı şiirlerini, eserlerinden altı çizilecek derin anlamlı sözleri Kuşçu’nun replikleri olarak dizide kullanması da tesadüf veya zorlama değildir. Kendi kişiliğini dizide, sinema diliyle bu iki mübarek güzel insana giydirmiştir.
Kendi sitesinden aldığım birkaç paragraf ile, O’nun nasıl paradoksal bir bakış açısına sahip olduğuna dikkatinizi çekerim:
Fatih Sultan Mehmet’ten beri bu ülkede devşirme veya etnik hizipçi olmak, yükselmek ve yüksekte kalmak için en etkili özelliklerin başında geliyor. Son 60-70 yıldan beri ise kendini milletin ana gövdesine mensup hissetmemek ve ırkçılık düzeyinde etnik hizipçi olmak, ikbâl şantiyelerinin bir numaralı kaldıracıdır! Lâkin bu mikro-bik ırkçılık elbet bir gün son bulacaktır! 24/07/2008 tarihli BUGÜN gazetesinden
Özgür düşüncenin en büyük düşmanı liberalizm…
Zira düşünce özgürlüğünün zirvesi olarak kendisini dayatır ve ufuk kırar! Bu dayatmayla birlikte ‘marka’ putlarından akan paralar liberalizmi biricik ‘küresel düdük’ yapmış. İnsanlığın kanını emenler tarafından uşak liberalizmine mahkûm edilen diyarlarda bu düdük, düşünce özgürlüğünü fiilen ‘kökten batıcılık’ ile özdeş hale getirmiştir.
Patronlarımız veya ideolojilerimiz için hangi malzemenin öne çıkarılması gerekiyorsa, zekâmızı o yönde işletiyoruz! Siyasi, ideolojik veya ekonomik açıdan ‘sahibinin silahı’ olmaya mahkûm yayın organında ekmek parası için çalışmak çaresizlik!
“Bütün mesele aşk ile istemekte… Sözgelimi adil olmayı aşk ile istemek. Gelir dağılımının adaletli olmasını aşk ile istemek. Emaneti ehline teslim etmeyi aşk ile istemek. Lâkin ille de aşk ile istemek…” diyen Ömer Lütfi Mete; “Gizli Servisler – Karanlık Odalar Kör Noktalar” gibi eserlerinde; “Gizli servisler mafyayı nasıl kullanır? Örtülü operasyonlar nasıl yapılır?” anlattı. 12 Eylül’ün kanlı ve kansız cinayetlerini, zulüm ve işkenceleri ülkücü kesimden onun kadar güzel anlatan çıkmadı. Çığlığın Ardı Çığlık, trajik ve tırmalayıcı bir romandır bu anlamda… Şahsen baştan sona okuyabildiğimi söylersem yalan olur.
“GÜLÜN BİTTİĞİ YER” özel olarak 12 Eylül’ü, genel olarak da şiddetle terbiye kültürümüzü yargılayan, sorgulayan çok önemli bir sinema eseri… Ne yazık ki; sağ görüşlü birisi tarafından hazırlandığı için hakkı yenen bu filme sahip çıkması gereken “bizim teşkilat”lar da ambargo koydular; film ortada kaldı… Halbuki televizyonlarda “devrimci çocuklar”ı masumiyet sembolü gibi gösteren sol jargonlu 12 Eylül dizileri izlence rekorları kırıyor…
Kul kusursuz olmaz imiş… Elbette Ömer Lütfi de bir insan… O’nun da bilmediğimiz eksikleri, kusurları, yanlışları olmuştur. Fakat şahsen ben onda görüp tespit edebildiğim tek hatayı da pek hoş göremedim: Siyasa ve piyasa kurallarına uygun bir yayıncılık numarası… Sosyete müslümanı Profesörü Yaşar Nuri Öztürk hocadan mülhem bir numara… Malûm; Yaşar Nuri’nin ALLAH İLE ALDATMAK isimli çok satan bir kitabı çıkmıştı. Ömer Lütfi bey de yıllar önce yayınladığı, fakat pek satmayan Hacıyağı ile Parfüm Arasında Gerileme Sürecinde Müslüman Olma Sorunu adlı eserin adını değiştirerek piyasaya sürdü: “Aşksız, Zevksiz…ALLAH’SIZ MÜSLÜMANLIK Gerileme Sürecinde İslam’ı Yaşama Sorunu” adıyla iyice de bir satış da yaptı… Bayatlamış, alışılmış bir ticarî numaranın Ömer Lütfi kitaplığına keşke hiç bulaşmamasını isterdim.
Biliyor ve inanıyordu ki: “her şeye rağmen Türk milletinin sahibi Allah’tır.”
“Kimler kısa günün kârı için bilgi ve kanaat kirliliğimizi tırmandırıyor?..” anlamak için Ömer Lütfi’yi dönüp dönüp okumalı…
“Yezidin harcı zulüm
Yiğidin burcu ölüm
Feleğe dayandım gülüm
Öldüm de uyandım gülüm
Öldüm de uyandım”
Gerçekten geçirdiği ilk kalp krizinden öldü de uyandı. Azrail’in kalpten gelen ikinci darbesi O’nu dâr-ı bekâda uyandırdı.
En olgun eser vereceği çağda gitti…
Türkiye, “TÜRK”çe düşünen bir beyini kaybetti…
Türkiye, derin bir muhalifini kaybetti…
Türkiye, adam gibi bir adamını kaybetti…
Allah rahmet eylesin!…