« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

07 Ara

2020

Doğu Akdeniz’deki sorun ve bir çözüm önerisi

A. Deniz Kutluk 01 Ocak 1970

Geçtiğimiz yaz, 22 Temmuz günü, bir garip haber medyaya yayıldı. Konu, son yıllarda keşfedilen hidrokarbon kaynakları nedeniyle en büyük rekabet alanlarından biri haline gelen Doğu Akdeniz’di. Haber metninde, Türk gemisi Oruç Reis’in Doğu Akdeniz’de sismik araştırma yapacağı ancak bu işlemin Almanya ile yapılan bir doruk diplomasisi görüşmesi sonucunda durdurulduğu yazıyordu. Hatta kimi Alman gazetelerine göre bir “Türk-Yunan savaşı önlenmişti.” Oysa 2002’den bu yana Kıbrıs odaklı yaşanan deniz hukuku uzlaşmazlıkların bir parçası olarak Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, KKTC ve Türkiye’nin deniz yetki alanındaki haklarını ihlal ediyor, yabancı şirketlere ruhsatlar verirken, sismik araştırmalar yaptırıyordu. Bu konuda yaptığı Birleşmiş Milletler (BM) nezdindeki uyarıları dikkate alınmayınca Türkiye yetenekli deniz araştırma ve sondaj gemileri tedarik ederek mukabelede bulunmaya başlamış ve bu adımlarına devam ediyordu.

Aslında Türkiye son 14 yıldır egemen kıta sahanlığı yetkilerini Birleşmiş Milletler’in ilgili birimine bildiriyordu1 yani Oruç Reis hamlesinin bir gerginlik yaratması için herhangi bir neden yoktu. Türkiye satın aldığı ya da imal ettiği sismik araştırma ve sondaj gemilerini de 2017’den bu yana Akdeniz’e gönderiyordu.

Gerilim ağustos ayında doruğa çıktı. Fransa ve Birleşik Arap Emirlikleri Yunanistan ile birlikte tatbikatlar yaptı, Fransa öncülüğünde AB ülkeleri Yunanistan’a desteklerini açıkladı. Türkiye de mukabele etti, silah kullanmaya hazır olduğunu gösteren işaretler verdi.

Konu aslında tipik bir kıta sahanlığı veya deniz yetki alanı anlaşmazlığı olarak gelişti. Kıta sahanlığı haklarını esasen ilk kez, 1945 yılında dönemin ABD Başkanı Harry Truman ortaya atmıştı. Kıta sahanlığı (KS) hakları, kıyıdaşa ait kıyı açığındaki deniz dibi ve altındaki petrol ve gaz hakları2 üzerinde egemen yetkiler sağlamakla kalmayıp bunların ilan edilmesini de gereksiz kılan nitelikteki3 haklar olarak tanımlanmıştı.

İlk kez 1958 yılında Cenevre’de toplanan BM Deniz Hukuku Konferansı’nda sahildarın bu hakkı kıyılarından 200 metrelik derinliklerin geçtiği eşit derinlik hattı4 mesafesine kadar uzatabilir olduğu kararlaştırılmıştı. Sonradan deniz ve okyanuslardaki düzeni büyük ölçüde yeniden yapılandıran ve bugün hâlâ geçerli olan 1982 tarihli Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde5 ise kıta sahanlığı hakkı denize cephesi olan kıyılardan 200 deniz miline,6 bazı durumlarda ise 350 deniz miline kadar7 sahildarın kıta sahanlığı hakkını uzatılabilmesine imkân verdi.

Dünyada benzer sorunlar nasıl çözülüyor?

Aslında dünya üzerinde pek çok deniz yetki alanları çatışması yaşanıyor, toplam sayı yaklaşık 400. Bunların 180’inin çözümlenme yolunda olduğuna dair bilgiler var.8 Birleşmiş Milletler’in Deniz Hukuk ve Okyanus İşleri Bölümü (Division for Ocean Affairs and The Law of the Sea – DOALOS) adlı bölümü bu konuda geniş kaynaklar sağlıyor.9

Diğer yandan Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ile kabul edilen zorunlu yargısal çözüm mekanizmaları10 da bulunuyor. Bu mekanizmalar ancak Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne taraf olanlar için bağlayıcı sayılıyor. Bu çözüm mekanizmasının en dikkat çekici uygulaması, Filipinler ile Çin arasında yaşandı. Güney Çin Denizi’nde Çin, Tayvan, Vietnam, Filipinler, Malezya ve Brunei’nin tarafı olduğu anlaşmazlıkta konu yargıya taşındı. Filipinler, Güney Çin Denizi’nde Çin’in yaptığı suni adalar11 ile Filipinler’in Münhasır Ekonomik Bölgesi’ne (MEB) tecavüz ettiği iddiasını Daimi Tahkim Mahkemesi’ne götürdü. Çin’in itirazına rağmen, Zorunlu Hakem Heyeti yoluyla 2013-2016 arasında sorun çözüldü.

Bu davada verilen karar ile Ege Denizi uzlaşmazlığında da çok önemli olan “adalara” ilişkin Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi 121’inci maddesine 5 ilave kriter daha getirildi ve adaların Kıta Sahanlığı veya Ekonomik Bölge sahibi olması oldukça sağlam esaslara bağlandı.12 Halen Uluslararası Deniz Hukuku Mahkemesi (ITLOS),13 Uluslararası Adalet Divanı14 ve Uluslararası Daimî Hakem15 (La Haye) Mahkemelerinde sayıları gittikçe artan uzlaşmazlık dosyaları çözümleniyor.16 Bunlar dışında ikili devlet müzakeresi ile de çözümlenmiş deniz yetki çatışması davaları da bulunuyor.

Sorun aslında neden kaynaklanıyor?

Yıllardır Doğu Akdeniz’de süren gerginlik ve rekabet, özellikle de Kasım 2019’da Türkiye’nin Libya’da Birleşmiş Milletler’in tanıdığı Trablus hükümetiyle deniz yetki alanları anlaşması imzalamasıyla farklı bir boyuta taşındı. Akabinde, bu adımı bertaraf etmek için Yunanistan ve Mısır 6 Ağustos’ta bir anlaşmaya imza attı.

17 yıl boyunca nihayetlendirilemeyen ama 2020’de bir anda sonuca ulaştırılan Yunan-Mısır Münhasır Ekonomik Bölge17 (MEB) uzlaşması, özünde Rodos-Girit adalarını birleştiren hayali bir hattın uzantısı ile Mısır kıyıları arasında çizilmiş görünüyor. Keşfedilen doğalgaz yatakları nedeniyle önemi sürekli artan Meis Adası konuya dahil edilmemişse de,18 her iki devlet bu MEB anlaşmalarını Yasama Meclislerinden çabucak geçirip “onay sürecini” hızlandırdı.19

İşin tuhaf yanı, şu ana kadar yapılmış veya BM’nin ilgili birimine duyurulmuş bir Yunan MEB iddiasının da bulunmaması… Türkiye ise aynı sahalar için bugüne dek altı defa BM’ye duyuruda bulundu. Fakat Yunanistan, iddiasını da tam ortaya koymadan, üstelik daha sınırları dahi belirli değilken, üstünde hak iddia ettiği deniz sahasını koruması için donanmasını “tüm unsurları ile” birlikte Doğu Akdeniz’e gönderdi.

Uluslararası hukuk yönünden bakıldığında da Yunan iddiaları temel dayanak yoksunu. Çünkü Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi deniz yetki alanlarını (MEB/KS ve Bitişik Bölge) “sahildarlara” bir hak olarak sağlıyor, oysa Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’e cephesi bulunan bir kıtası yok. Bazı Ege adalarının Doğu Akdeniz ile sınırları varsa da bunların “bağımsız birer devlet olmadıkça” deniz yetki alanları ürettiklerini iddia etmek çok garip.

Aksi bir durum uluslararası hukukta Adalar Devletleri (Arşipeller) için tanınmış bir haktır ancak Yunanistan bir Arşipel devleti değildir. Bu bağlamda Yunanistan’ın Türkiye ile “görüşmelerde” bulunmak istemesinin de sağlam gerekçesinin olmadığı daha da iyi anlaşılıyor.

1973’ten bu yana donmuş sorun

Diğer yandan Ege’de Türk-Yunan sorunları 1973’den bu yana dondurulmuş sayılabilecek bir konumda, kompleks ve iç içe geçmiş sorunlar yumağına dönüşmüş durumda.20

Yargı yoluyla çözümlenmelerinin imkânı yok çünkü Yunanistan bu sorunların “tanımlanmasına” dahi karşı olduğu gibi konunun taşınabileceği Uluslararası Adalet Divanı’na koyduğu rezerv metni ile tüm Ege sorunlarında Divan’ın yargı yetkisini tanımadığını beyan etti.21

Konu Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının sınırlandırılması olduğunda bu denizde kıyıları uzun olanların, daha uzun hak sahibi olmaları doğaldır; bu noktada en uzun karşılıklı kıyıları olan devletler de Mısır ve Türkiye’dir. Türkiye ve Mısır arasında siyasi uyumsuzluk nedeni ile bu konuda bir anlaşma yapılamamış olması, diğer devletlerin manevralarına imkân sağlamış görünüyor.

Yunanistan ve Türkiye arasında 6 Ağustos 2020’de başlayan yeni deniz hukuku yetki çatışmasının tek başına görüşmeler yoluyla ele alınması da birkaç nedenle mümkün görünmüyor.

Bu nedenlerden ilki, Yunanistan’ın “Ege’yi tartışmam, her şey benimdir, senin olan D. Akdeniz’i krizler yaşatıp sahiplenirim” politik anlayışı.22 Bunun kabulü ise mümkün değil.

Diğer bir çözüm tıkayıcı husus ise Doğu Akdeniz’in coğrafyasından ve jeopolitiğinden ortaya çıkıyor. Doğu Akdeniz deniz yetki alanları tartışmasını coğrafi olarak batıda Ege, doğuda ise Kıbrıs sınırlandırıyor. O halde bu iki sorun çözülmeden Doğu Akdeniz’de kalıcı çözüm sağlanması da mümkün değil. Gerginlikler yaşanması da kaçınılmaz.

Bir çözüm önerisi: Ege’de Lozan dengesinin uygulanması

Ege’nin çözümü Lozan Barış Antlaşması’nda öngörülen ve hukuken de geçerliliğini koruyan Ege dengesinin uygulanmasında aranabilir.

Bu dengeye göre 1923’de üç deniz mili genişliğindeki karasuları geçerliydi: Bu da hem Anadolu’nun üç mil içindeki adaların Türkiye’ye bırakılmasını hem de Ege açık deniz alanlarının %75’inin ortak kullanılmasını sağlıyordu. Bugün yine sağlamalıdır.

Adaların 1923’de doğru dürüst bir tanımı bile yapılmamıştı, ilk tanımlama 1958’de yapıldı. Adalar’a 1923 Lozan ile Kıta Sahanlığı hakkı, MEB hakkı ve hava sahası hakları tanınmamıştı. Sonradan bu hakları tanıyan 1958 ve 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne Türkiye taraf olmadı. Taraf olmadığı sözleşmelere dayanarak, Lozan Barış Anlaşması’nın “değiştirebilir” olduğunun düşünülmesi bile doğru olmaz. Kaldı ki, Türkiye Ege’de karasularının genişletilmesi hakkının teamüli-geleneksel uluslararası hukukun bir parçası olması halinde dahi kendisine karşı ileri sürülmesini çok uzun zamandır ısrarlı itirazcı”23 konumu ile reddediyor.

Öte yandan Ege’de, Lozan ve Paris Barış Anlaşmaları ile toplam 24 adanın egemenlikleri, silahsızlandırılmak kaydıyla yani “şartlı” olarak Yunanistan’a devredildi. Yunanistan ise bu adaların 16’sını alenen silahlandırdı ve geçmişte de olduğu gibi Türkiye’nin haklarını ihlal eden yapıda askerîleştirdi. Buna son vermediği taktirde bu adaların egemenliklerinin geri isteneceğinin Yunanistan’ın farkında olması sağlanmalıdır. Ancak bu şartlar altında Ege sorunu çözülebilir.

Dünyada 20 bölgede uygulanan çözüm ne?

Bu riskin Yunan iç kamuoyunda kabul görmesi zorlukları karşısında, bir dönem mesela 50 yıl beklenebilir. Bu dönem içindeyse Ege’deki Kıta Sahanlığı hakları “ortak işletim” yapacak bir petrol şirketine, şirketin kendi payı düşüldükten sonra kazançları eşit paylaştıracak şekilde pay etmek kaydıyla devredilebilir.

Bu 50 yıl içinde şunlar olabilir: Ege’de petrol ve gaz olmadığı anlaşılabilir veya tükenebilir ve mesele kendiliğinden çözülmüş olur. 50 yıl sonunda petrol ve gazın önemi kalmayabilir, yerini yenilenebilir enerji, hidrojen, füzyon veya diğer enerji şekillerine devredebilir, sorun kendiliğinden ortadan kalkmış olur. Bu arada nesillerin birbirine de nefreti azalmış olacağından sonraki dönemler daha kolay etkileşim ve iyi komşuluk yapılabilir hale gelir. Çözümler buralarda saklıdır.

Bu çözüm önerisi, dünyada en az 20 bölgede benzer sorunlarda işe yaradı.

Kıbrıs’ta ne olabilir?

Kıbrıs kısmına gelince, her iki tarafın da 52 yıldır sürdürdüğü siyasi yapıda, çözüm seçeneklerinde (federatif, konfederatif ve diğer) şu veya bu şekilde yer almalarının koşullarının bulunmadığı artık anlaşıldı.

O halde Ada’da iki ayrı kurulu devlet birbirlerini “tanıyabilir” ve iki bağımsız devlet olarak ilişkilerini sürdürebilirler. Bu arada birbirlerini de tanıyacak ve 1974 savaşı koşullarını yaratıp bu savaşı kaybedenler “savaş tazminatı ödemelerini” de içerecek bir “barış Anlaşması” ile ucu açık sorunlarını sonuçlandırabilirler. Sonrasında her iki kıyıdaş devlet kendi kıyıları açıklarında bulunan deniz yetki alanlarında istedikleri tasarrufları bağımsızca yerine getirebilir, bu da deniz yetki alanı çatışmasını sona erdirebilir.

KKTC’de son yapılan cumhurbaşkanlığı seçimleri bu çözüm yolunun hayata geçirilmesini sağlayacak şartları da oluşturdu. Aksi durumda Ada’da Rumların Türkleri ikinci sınıf vatandaş olarak kendi tebaalarına bağlamaları asıl amacı ile konunun daha fazla sürüncemede bırakılmasından bir sonuç çıkması olası değil. Kıbrıs’ta hukuk ve siyasi güç Türklerden yana.

Bir yandan dünyanın artan nüfusu ile 21’inci yüzyılda karalardaki kaynaklar tükenirken denizlerdeki kaynakların önemi artıyor. Bu gidişata göre uzlaşmazlıkların da artmasını beklemek, bunlara hazırlıklı olmak gerekiyor. Alternatif çözüm önerilerine odaklanmak bu büyük rekabette elimizi güçlendirebilir.

Ziyaret -> Toplam : 125,21 M - Bugn : 89846

ulkucudunya@ulkucudunya.com