Türkiye-AB ilişkilerinin buruk öyküsü
Çiğdem Nas 01 Ocak 1970
Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri özellikle 2016 sonrasında hızlı bir kötüleşme sürecine girdi. 18 Mart 2016 Türkiye-AB Uzlaşısının yarattığı yalancı bahar sonrasında, ortak bildiride yer alan müzakerelerin canlandırılması, gümrük birliğinin güncellenmesi, vize serbestliği gibi birçok unsurun hayata geçirilmesi mümkün olmadı. AB Türkiye’nin demokrasi, hukuk ve insan hakları alanında AB’den uzaklaştığını belirtti ve 2018’de yeni fasıl açılmaması, gümrük birliğinin güncellenmesi müzakerelerinin başlatılmaması gibi önlemlerin ardından peş peşe yaptırım kararları geldi. Ancak bu kararlar ilişkileri geliştirmeye ve Türkiye’yi yeniden AB’ye yakınlaştırmaya yaramadı.
Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının belirlenmesi konusundaki anlaşmazlık, Kıbrıs açıklarındaki doğal gaz arama faaliyetlerinin yarattığı gerilim ve Ege’de karasularının sınırı ve kıta sahanlığı konuları özellikle Güney Kıbrıs ve Yunanistan’ın AB üyesi olması nedeniyle AB ve Türkiye arasındaki çatlağı büyüttü. Türkiye’nin Suriye ve Lübnan operasyonları ve dış politikadaki proaktif yaklaşımları da AB’nin tektaraflılık eleştirilerine hedef oldu.
Dolayısıyla son dönemde gerek AB gerekse Fransa, Yunanistan ve Güney Kıbrıs gibi bazı Üye Devletler ile ilişkiler oldukça sert ve tartışmalı bir döneme girmiş oldu. Hâlâ “müzakere eden AB adayı ülke” kimliğini koruyan Türkiye gerçekte ise, AB’nin kendisine ve Üye Devletlerine yönelik tehdit olarak algıladığı, dönüştürmek ve angaje etmek için etkili bir strateji uygulamakta zorlandığı bölgesel bir aktör olarak ele alınmaya başladı.
Türkiye’nin uzun ve ince AB yolu: Yapılan hatalar, kaçırılan fırsatlar, çıkarılan engeller
“Peki… Bu noktaya nasıl geldik” sorusuna yanıt vermek için, AB-Türkiye ilişkilerinin 61 yıllık tarihsel sürecine dönüp dönüm noktalarına, kaçırılan fırsatlara ve yapılan hatalara bakmak gerekiyor.
Her fırsatta 61 yıldır kapısında beklediğimizi söylediğimiz ve sabrımızın artık taştığını belirttiğimiz AB ile ilişkilerimizde tüm fırsatları değerlendirdiğimizi söylemek ne kadar zorsa, bu uzun süreyi etkin kullandığımızı ve ilişkilerde hep ileriye doğru bir ivme yakaladığımızı söylemek de o kadar zor.
İlişkilerin hız kazandığı örneğin 1987 yılındaki tam üyelik başvurusu ve 1999 Helsinki Zirvesi sonrasındaki adaylık süreci dışında ilişkilerin kesintiye uğradığı ya da herhangi bir ilerleme olmadan asgari düzeyde devam ettiği dönemler çokça yaşanmıştı. Örneğin 1970 tarihli Katma Protokol uyarınca, Ortaklık Anlaşmasında öngörülen gümrük birliğine geçiş için AB’nin o zamanki formu olan Avrupa Topluluğu (AT) tarafı, sanayi ürünlerine uygulanan gümrük tarifelerini başka ülkeler için tek seferde sıfırlarken Türkiye için 11 ve 22 yıllık iki takvim öngörmüştü. Ancak 1970’li yıllarda Ortaklığın son dönemini oluşturacak olan gümrük birliğine geçiş için bu tedrici indirimleri yapmak mümkün olamamıştı.
O dönemde askerî cuntanın devrildiği Yunanistan, Franko diktatörlüğünden çıkan İspanya ve Salazar diktatörlüğünden çıkan Portekiz, 1981 ve 1986 yıllarında üye olurken, Türkiye Akdeniz’e yönelik bu genişleme hamlesini kaçırdı. 5 Eylül 1980 tarihinde dönemin Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen, sene sonunda Türkiye’nin üyeliğe başvuruda bulunacağını açıkladıktan sonra, koalisyon ortağı Milli Selamet Partisi’nin gensoru önergesinin kabulü ile bakan koltuğundan oldu. Kim bilir eğer Türkiye’nin o dönemki hükümeti AT üyeliğine başvurarak ilişkileri hızlandırma iradesini gösterebilseydi, belki de 12 Eylül darbesinin engellenmesi dahi mümkün olabilecekti. 1976 yılında Türkiye’ye gelerek temaslarda bulunan ve Türkiye’nin Yunanistan ile birlikte üyelik başvurusunda bulunmasını salık veren AT Komisyonu Genel Sekreteri Émile Noël’in söylediklerine kulak verilmiş olsaydı, belki de Yunanistan’ın tek başına AT’ye üye olarak, bu pozisyonunu Türkiye aleyhine bir koz olarak kullanmasının da önüne geçilmiş olabilirdi.
1990’lı yıllarda AB için en temel öncelik, Soğuk Savaş döneminde Avrupa’yı ikiye bölen Demir Perde’nin yıkılması ve liberal düzene geçiş yapan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin yeniden yapılanan Birliğe entegrasyonunun sağlanması oldu. Türkiye büyük ölçüde Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini içeren bu en büyük genişleme sürecine 1999 Helsinki Zirvesinde dahil olabildi. 1995 sonu itibarıyla uygulamaya giren Gümrük Birliği zaten ticaret politikası, rekabet ve tüketici hakları gibi alanlarda AB’ye uyumu sağlamış ve ileri bir entegrasyon düzeyine ulaşmıştı. Adaylık ile birlikte gelinen aşamayı daha da ileriye taşıyarak üyeliğin gerçekleşmesi olasılığı ilk kez bu kadar yakınlaşmıştı. Türkiye o dönemki ekonomik ve siyasi koşulların da etkisiyle, oldukça uyumsuz görünen bir koalisyon ile yönetilmesine rağmen bu fırsatı yakaladı ve 1999-2004 arasında kapsamlı bir reform sürecini hayata geçirdi. 2002 yılında iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi de Meclis’te Cumhuriyet Halk Partisinin de desteğini alarak anayasa değişiklikleri ve uyum paketlerini hızla geçirdi. Sonuçta 2004 yılında AB Konseyi, Komisyonun önerisini kabul ederek, Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini yeterince karşıladığını belirterek, 3 Ekim 2005 itibarıyla üyelik müzakerelerinin başlatılmasına hükmetti.
Bu, Türkiye için kalkınma ve demokratikleşme sürecine destek vererek hızlanmasına yol açacak çok önemli bir fırsat idi. Normal şartlarda en fazla 10 yıl içinde tamamlanması öngörülen üyelik müzakereleri süreci ne yazık ki ölü doğdu. Müzakerelerin başlamasını takip eden yıl içinde, AB Dışişleri Konseyi Türkiye’nin liman ve havalimanlarını Güney Kıbrıs Rum Yönetimi bandıralı taşıtlara açmaması gerekçesiyle gümrük birliği ile ilişkili sekiz faslın açılmaması ve hiçbir faslın da geçici olarak kapatılmaması kararını verdi. Esas sorun, Türkiye’nin üye olmak istediği ve müzakerelere başladığı Birliğin bir üyesini meşru devlet olarak tanımaması, diğerinin de üyeliğini Türkiye’ye karşı yaptırım aracı olarak kullanmasında yatıyordu.
Bu kez fırsatı kaçıran AB idi. Güney Kıbrıs tam üye olmadan önce Kıbrıs sorununun kapsamlı bir çözüme kavuşturulması amacıyla Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Kofi Annan’ın planı adanın kuzeyinde ve güneyinde eş zamanlı olarak referanduma sunulmuş, Kıbrıslı Türkler planı kabul ederken, Kıbrıslı Rumlar reddetmişti. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin barış planını reddettikten hemen sonra AB’ye üye olması ve bu çok değerli fırsatın kaçırılması da AB’nin tarihine utanç verici bir hata olarak geçecekti. AB, topraklarında BM barış gücünün konuşlandığı ve siyasi olarak sorunlu bir ülkeyi üye olarak alarak kendi ilkelerine de ters düşmüş oluyordu.
Kıbrıs engelini, Fransa’da iktidara gelen Nicolas Sarkozy’nin stratejik ortaklık önerisi ve müzakerelerde altı faslın açılmasını tek taraflı olarak veto etmesi takip etti. Sarkozy Türkiye’nin Avrupalı olmadığını iddia ederek, müzakerelerde tam üyelik ile bağlantılı olarak gördüğü fasılların açılmasını engelliyordu. Müzakereler kalan fasıllarda devam edebilir ve sonunda AB ve Türkiye arasında stratejik ortaklık tesis edilebilirdi. Federal Almanya Şansölyesi Angela Merkel de tam üyelik yerine stratejik ortaklık modelini destekliyor, ancak müzakereler başlamış olduğu için ahde vefa ilkesi uyarınca fasılların açılmasını veto etmek yoluna gitmeyeceğini açıklıyordu. Bu şekilde önde gelen bir AB üyesi devlet, oyun başladıktan sonra oyunun kurallarını değiştirerek Türkiye’de Kıbrıs sebebi ile zaten zayıflamış olan AB sürecine inancın daha da sorgulanmasına yol açıyordu. Aslında, 2005 yılında Fransa ve Hollanda’da halk oyuna sunularak reddedilen Avrupa Anayasası süreci sonrasında açığa çıkan kamuoyundaki AB’ye yönelik eleştiri ve şüpheler karşısında geri adım atıyorlardı. Türkiye tartışmalı bir aday ülke idi ve AB’ye üye olması için gerçekten ağzıyla kuş tutması gerekiyordu. Yani üyeliği imkansız değildi ama bu hedefe ulaşmak için AB açısından değerini kanıtlaması ve AB kural ve değerlerine uyumda sınıf birincisi olması gerekiyordu. Yine de entegrasyon kapasitesi denen konu Türkiye’nin karşına çıkabilirdi. Türkiye AB üyeliğine hazır olsa da bakalım AB, Türkiye gibi nüfusu yüksek, bölgesel farklılıkları olan ve Ortadoğu sınırında olan bir ülkeyi almaya hazır mıydı?
Türkiye müzakere sürecinin etkisini yitirmesi, AB üyeliğinin gerçekleşme olasılığının zayıflamasının yanında, AKP hükümetlerinin bölgesel yönelimleri ve Batı karşıtı söylemlerinin de etkisiyle 2000’lerin başındaki reform ruhundan giderek uzaklaştı. 2011 ve sonrasında Arap baharı olarak adlandırılan değişim süreci Türkiye’nin dikkatini başta Suriye olmak üzere güneyindeki sorunlara ve güvenlik tehditlerine yöneltti. 2015 ve 2016’da yaşanan mülteci krizi Türkiye ve AB’yi bir süreliğine yeniden yakınlaştırsa da, ilişkilerin canlandırılması için öngörülen gümrük birliğinin güncellenmesi ve vize serbestliği süreçlerinde de sonuç almak mümkün olamadı. Özellikle vize serbestliği için mülteci krizinde AB’nin Türkiye’ye duyduğu ihtiyaç sebebiyle açılan fırsat penceresi değerlendirilemedi.
Gümrük birliğinin güncellenmesi için 2016 yılında son hazırlıklar yapılmasına rağmen, siyasi sebeplerle bu sürecin başlatılması da mümkün olamadı. 15 Temmuz darbesinin yarattığı güvensizlik ortamı ve devleti yıkıcı unsurlardan temizleme gereği Türkiye’deki değişimi daha da hızlandırdı. Hükümetin başta ABD olmak üzere Batıya duyduğu güvensizlik gerek siyasal sistem gerekse dış politikada alternatif arayışlarını hızlandırdı. Türkiye merkezi otoritenin güçlendiği, kuvvetler ayrılığının ise zayıfladığı Cumhurbaşkanlığı yürütme sistemine geçerken, AB’nin demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları alanındaki temel kriterlerinden de uzaklaşıyordu. AB norm ve değerleri Türkiye’nin rotasını belirleme gücünü kaybediyor ve Türkiye yürütmenin güçlendiği buna karşı yargı bağımsızlığı ve yasamanın denetimi rolünün zayıfladığı bir modele doğru ilerliyordu.
Değer ve ilkeler üzerindeki ayrılık daha temel bir kırılmaya da işaret ediyordu. Türkiye’nin Kıbrıs sorununa ilişkin AB’den farklı yaklaşımı, GKRY ve Yunanistan’ın Türkiye ile olan ikili sorunlarını AB düzeyine taşımaları, Türkiye’nin S400 alımlarında belirginleşen Rusya ile yakınlaşması, Suriye ve Libya gibi krizlere yaklaşımında AB’den ayrışması jeopolitik ve jeostratejik açıdan bir uzaklaşmaya işaret ediyordu. Bu şekilde AB adaylığı ve müzakerelerin oluşturduğu katılım çerçevesinin sunduğu çok önemli bir fırsat daha kaçırılıyordu. Avrupa’nın en derin ve kapsamlı örgütüne üye olarak, Türkiye’nin tüm değer ve potansiyelinin çok merkezli yeni dünyada Avrupa denklemine dahil edilmesi olasılığı harcanmış oluyordu.
10 – 11 Aralık Zirvesi: Nasıl bir yaklaşım gerekli?
Geldiğimiz noktada yine bir AB Konseyi öncesinde heyecanlı bir bekleyiş içindeyiz. Ama bu heyecan umutlu değil, endişeli bir bekleyişe eşlik ediyor. “Zirvede yaptırım çıkar mı? Çıkarsa sert mi olur, sembolik mi? Karar mart ayındaki Zirveye ertelenir mi?” gibi sorular ortaya atılıyor.
Görünen o ki, gündemi yine kaçırılan fırsatlar belirliyor. 1 Ekim 2020 tarihinde toplanan AB Konseyi Türkiye’ye pozitif siyasi gündem önerisinde bulunmuştu. Gümrük Birliği’nin modernizasyonu, ticaretin kolaylaştırılması, insani temaslar, yüksek düzeyli diyalog toplantılarının yapılması ve göç konusunda iş birliğinin devamı gibi maddeler içeren bu önerinin gerçekleşmesi, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de sismik araştırmalar ve hidrokarbon aramaları gibi AB tarafından tek taraflı ve provokatif olarak görülen davranış ve faaliyetlerini durdurması şartına bağlanmıştı. O günden bugüne pozitif gündemin hayata geçirilmesi için gerekli koşullar oluşmadı. Türkiye pozitif gündemin yeni koşullara bağlanmasını reddetti. Ayrıca, Fransa ile yaşanan kriz, Dağlık Karabağ’da alevlenen savaşta Türkiye’nin müdahil olması, Roseline A gemisinin Libya ambargosunu uygulamak için oluşturulan IRINI operasyonu kapsamında aranması olayı gibi yeni gerilimler ilişkilerde olumlu bir gelişme sağlanmasını engelledi. AB ve Türkiye arasında giderek keskinleşen karşıtlık süregitti.
Öte yandan Türkiye’de ekonomik sorunların Covid-19’da ikinci dalganın da etkisiyle derinleşmesiyle birlikte, borçlanma ve uluslararası kredibilitenin güçlendirilmesi ihtiyacı AB ile ilişkileri düzeltme ve yaklaşmakta olduğu hissedilen yaptırımları önleme çabalarına hız kazandırdı. Ekonomi üst yönetiminin yeni bir ekibe emanet edilmesinin yanında, Adalet Bakanı’nın hukukun üstünlüğü ilkesine dikkat çeken açıklamaları reform yönünde umut verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan AB’nin Türkiye için stratejik bir hedef olduğunu belirtti ve ülkemizin yerini Avrupa’da gördüğünü ifade etti. Bunun yanında Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı İbrahim Kalın’ın Brüksel’e bir ziyaret gerçekleştirerek ilişkilerin canlandırılması yolunda çaba sarf ettiği görüldü. Ancak AB açısından baktığımızda bu adımların yeterli olmayacağı ve AB’yi ikna edebilmek için somut adımlar ve kapsamlı bir stratejiye ihtiyaç olduğu görülüyor.
Görünen o ki, ilişkilerin düzelebilmesi için tüm sorunların masaya yatırılıp çözümlerin ele alınacağı kapsamlı bir yaklaşıma ihtiyaç bulunuyor. İlişkileri ayakta tutacak bir çerçevenin olmaması günlük krizler ve sürtüşmelerin yönetilememesi, karşılıklı güvensizlik ve iletişim eksikliğinin artması ve ilişkilerin giderek daha fazla aşınıp yıpranmasına yol açıyor.
10-11 Aralık AB Konseyi’nde Türkiye konusu tartışılırken, AB’de Türkiye’ye yönelik sert tutum yanlılarının seslerini daha fazla yükselteceğini öngörmek mümkün. Türkiye ve AB arasındaki karşılıklı bağımlılık ve ortak çıkarlar daha sert adımların atılmasını engellese de ilişkilerde yaptırımlar siyaseti etkili olacak.