Eşref Bitlis ile Cem Ersever'i aynı ekip öldürdü!
01 Ocak 1970
Derin mevzular her zaman karıştıktır. Kazdıkça yeni şeyler ortaya çıkar. Riski de o derece yüksektir. Bu riskleri göze alanlardan biri yazar Metin Kaplan. Birbirinden ilginç eserlere imza atan Kaplan, roman tarzında ‘Matruşka’, ‘Corps’ ve ‘Desise’ isimli kitaplar yazdı. Klasik roman görünümünde olsa da bu kitaplar kaynaklardan araştırmalar sonucu kaleme alınmış. 12 Eyül öncesinin aktif eylemcisi Kaplan, siyasi cinayetten 10 yıl 5 ay cezaevinde yattı. Ülkücü camianın önemli isimlerindendi. Şimdilerde siyasetten uzak bir hayat sürüyor, sadece araştırıp yazıyor. Üzerinde çalıştığı son olay, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in ölümü.
Bitlis, içinde bulunduğu uçağın şüpheli bir şekilde düşmesi sonucu 17 Ocak 1993’te hayatını kaybetmişti. Kaplan, Bitlis’in ölümünü çözmek için bütün kaynakları taramış, olayda adı geçen neredeyse bütün tanıklarla görüşmüş. Ahmet Cem Ersever’in öldürülmesi ile Mumcu suikastını da araştırma kapsamına almış. Zira ona göre bu üçleme ‘birilerinin Türkiye’ye verdiği cevaplar’dı. Kaplan, araştırmaları sırasında Ergenekon davasında tutuklanan Veli Küçük, Adnan Akfırat ve Nusret Senem ile de görüşmüş. Üstelik gözaltına alınmalarından sadece bir hafta önce. 2 yıl süren detaylı çalışma sonucunda hazırlanan kitap, aralıkta piyasaya çıkacak. Entrika ve kirli ağları anlattan eserin adı ‘Fent/Orgeneral Eşref Bitlis Suikastı’.
Metin Kaplan’la, Orgeneral Bitlis’i taşıyan uçağın düşmesindeki karanlık noktaları ve Ersever’in öldürülmesini konuştuk. Kaplan, çarpıcı bir tespitte bulunuyor: “Bitlis ile Ersever’i öldüren aynı ekip.”
- Eşref Bitlis’in öldürüldüğünü söylüyorsunuz. Bunu hangi gerekçelere dayandırıyorsunuz?
Cevap vermeden önce o dönemdeki süreci anlatmakta fayda var. Eşref Bitlis Jandarma Genel Komutanı iken öldürüldü. Bu konuda üç tespit var. Eşref Paşa, “Çekiç Güç Türkiye’de Kürt devleti kurmak için üslendi ve bu manada PKK’ya silah yardımı yapıyor” düşüncesini taşıyordu. Bunu da belgeledi. 10 Aralık 1992’de üç Çekiç Güç helikopteri Cudi dağındaki PKK’lılara malzeme yardımı yaparken tespit ediliyor. JİTEM mensupları bunu fotoğraflıyor. Bu fotoğraflar Eşref Paşa’ya teslim ediliyor, o da konuyu Genelkurmay Başkanlığı’na arz ediyor.
- Eşref Bitlis’in ‘Kale Planı’ diye bir projesi var. Bu, yaptığı tespitleri kapsayan bir proje miydi?
Bitlis, Millî Güvenlik Kurulu’na Kürtçülük meselesinin çözümü için bir plan teklif ediyor. Kod adı ‘Kale Planı’. Devletin kaydında bu var. İki tespit yapıyor. Kürtçülük meselesinin halli için bölgedeki ülkelerin; İran, Irak, Suriye ve Türkiye’nin işbirliği yapması gerektiğini söylüyor. “Bu ülkeler bu mesele için birlikte hareket etmeli.” diyor.
- Bunun içinde ‘Kürtlere özerk yapı verme’ var mıydı?
Benim tespitlerime göre yok. Kale Planı iki maddellik bir proje. Birincisi, komşu ülkelerin işbirliği; ikincisi, PKK bitirilmek isteniyorsa örgüte siyasi ve ekonomik destek verenlere de örgüt militanlarına uygulanan muamelenin aynısının uygulanması. Fakat uçak düştü ve plan kısmen akim kaldı.
- Turgut Özal’ın bundan haberi var mıydı?
Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ile Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis arasında bir problem çıkıyor. Bir protokolde Özal, Eşref Paşa’ya diyor ki ‘Nedir problem?’ Bunun üzerine devletin kaydına girsin diye Paşa Özal’a durumu mektupla bildiriyor. Böylece Bitlis’in teklifleri Millî Güvenlik Kurulu’na sunuluyor ve bazı kararlar alınıyor. Türkiye, PKK meselesini çözmek için bölge ülkeleriyle temasa geçiyor. Bu girişimden sonra Türkiye’nin üzerine belalar yağmaya başlıyor. 10 Eylül 1992’de dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, Tahran’da İran Dışişleri Bakanı Hüccetülislam Nuri ile bir görüşme yapıyor. Sezgin, PKK’nın Suriye, İran, Irak için de tehdit olduğunu söylüyor. Bu görüşmeden sonra 14 Eylül 1992’de Sezgin, İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani ve Birinci Yardımcısı Hasan Habibi ile görüşüp Özal’ın yazılı, Başbakan Süleyman Demirel’in sözlü mesajlarını iletiyor. İran’daki 5 günlük diplomasi trafiği sonucunda Türkiye ile İran arasında ‘Güvenlik ve İşbirliği’ anlaşması imzalanıyor.
- Bu dönemde Suriye hükûmeti ile de bir temas yok muydu?
Sezgin İran’dan döndükten 2 gün sonra Türkiye’ye gelen Suriye İçişleri Bakanı Muhammed Harba ile görüşüyor. 18 Eylül 1992’de Türkiye ile Suriye arasında 1987’de imzalanan ‘Güvenlik ve İşbirliği’ anlaşmasının yürürlükte olduğuna dair bir mutabakat zabtı imzalanıyor. Bu gelişmeler üzerine Amerikalılar bir mesaj veriyor.
- Amerikalıların böylesi bir ortamda verdikleri mesaj işbirliğinin bozulmasına yönelik mi?
Evet. 2 Ekim 1992’de Ege Deniz’inde devam eden ‘Kararlılık Gösterisi’ adlı NATO tatbikatı sırasında Amerika’ya ait Saratoga uçak gemisinden atılan iki füze Türk Deniz Kuvvetleri’ne ait Muavenet muhribine isabet ediyor. Gemi komutanı bir subay, bir astsubay ve iki er şehit oluyor. ABD bunun bir kaza olduğunu savunuyor. Dönemin Millî Savunma Bakanı Nevzat Ayaz da olayın bir hata sonucu meydana geldiğini beyan ediyor. Ancak durum hiç de öyle değil. Kaza ile bir füze atılır; iki değil. Uçak gemisinden bir füze atılması için üç ayrı makamın onayı gerekiyor. Kaza ile atılmış olsa bile hedef belirlenmediği için bu füzeler havada kendilerini imha ediyor.
- Bu ikazdan sonra da Türkiye komşularla PKK’nın bitirilmesi için ilişkisini sürdürüyor.
14 Kasım 1992’de İran, Suriye ve Türkiye’nin dışişleri bakanları Ankara’da bir araya gelip yine PKK’nın bitirilmesi konusunda ortak kararlar aldıklarını açıklıyor. Buna da Amerika’nın cevabı gecikmiyor. 17 Aralık 1992’de Bitlis’in helikopteri ABD jetleri tarafından düşürülecek derecede taciz ediliyor. Bitlis Paşa, helikopterle Kuzey Irak’ta Selahattin şehrine gidip Talabani ve Barzani ile görüşecek. Helikopter kalkarken Mardin’deki Çekiç Güç radarına haber veriliyor. Jetler helikopterin etrafında uçup hava boşlukları oluşturuyorlar. Bitlis’in görüşmeleri sonucunda 24 Aralık 1992’de Talabani ve Barzani ile bir protokol imzalanıyor.
- Protokol PKK’lıların teslimiyle mi ilgili?
Her iki Kürt lider PKK’nın faaliyetlerine karşı olacaklarını deklare ediyor. Ayrıca Zele kampında bulunan 1500 PKK’lının silah bıraktırılarak Süleymaniye’ye gönderilmesi konusunda garanti anlaşması imzalıyorlar.
- Sonra Başbakan Demirel Suriye’ye gidiyor.
Evet, 19 Ocak 1993’te Demirel, Suriye Başbakanı Mahmut El Zubi’nin resmî davetlisi olarak Şam’a gidiyor ve burada Hafız Esad’la görüşüyor. Konu yine PKK terörünün bitirilmesi. Demirel, Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinin İran, Suriye ve Türkiye’yi rahatsız edeceğini de söylüyor. 20 Ocak’ta da ortak bir bildiri yayımlanıyor.
- 5 gün sonra gerçekleşecek Uğur Mumcu cinayeti ile bu olayın bir bağlantısı var mı?
Var. Türkiye’ye ‘Ne yaptığınızı biliyoruz’ deniyor bir nevi. Bir de suikastı Türkiye’deki İran yandaşı insanlar yapmış gibi takdim ederek İran ile yapılan işbirliği anlaşması sekteye uğratılmak isteniyor. Üstelik İran İçişleri Bakanı o tarihlerde Türkiye’ye gelecekken... Bu mantıklı bir durum değil. Nitekim 27 Ocak’ta Türkiye’ye gelen İran İçişleri Bakanı Abdullah Nuri’nin İstanbul programı iptal edilir. Bakan Ankara’da görüşmeler yapıp ülkesine döner. Havaalanında “Terörist faaliyetler iki ülke ilişkilerini olumsuz etikledi.” şeklinde açıklama da yapıyor. Mumcu’nun İran istihbaratının yardımıyla öldürülmüş olması mantıklı değil.
- Neden?
O dönem Refah Partisi Genel Sekreteri olan Şevket Kazan, Mumcu suikastı ile ilgili kendisine bir MİT belgesi ulaştığını söylüyor. Bu belgeye göre, Suriye üzerinden gelen üç İsrail ajanı Mumcu’yu öldürdü. Büyük istihbarat örgütlerinin kullandığı RDX türü patlayıcı ilk defa Mumcu suikasatında kullanılıyor. Bu patlayıcının o dönemde başkasının eline geçmesi o kadar kolay değil. Bu nedenle Kazan’ın söylediği MİT raporu doğru. Bir de Mumcu suikastından 4 gün sonra Jak Kamhi’ye yönelik suikast girişimi var. Ancak göstermelik bir İslamcı kimlikle yapılan girişim nedense sonuçsuz kalıyor. Bu Kazan’ın söylediği MİT raporuna dair gündemi değiştirmek için tezgâhlanan bir olaydı.
- Bu tarihten sonra da komşu ülkelerle birtakım anlaşmalar yapılıyor.
Evet. 10 Şubat 1993’te Türkiye, Suriye ve İran’ın dışişleri bakanları bölgedeki gelişmeleri değerlendirmek üzere Şam’da bir araya geliyor. Bu toplantıda Bağdat’a BM Güvenlik Konseyi kararlarına uyma çağrısı yapılıyor. 17 Şubat 1993’te de Bitlis öldürülüyor.
- Bütün bu anlattığınız olaylar ışığında Eşref Bitlis öldürüldü mü?
Bitlis’in bindiği uçağın düşmesinden iki saat sonra Genelkurmay Başkanlığı adına dönemin Genel Sekreteri Yaşar Büyükanıt bir açıklama yaparak olayın kaza olduğunu söylüyor. Daha sonra detaylı bir araştırma yapıldı ve “buzlanma ve pilotaj hatası nedeniyle düştü” denildi. Ama bu doğru değil. Uçak, PTT İşletmesi Genel Müdürlüğü’nün bahçesine düştü. Bu kurum tarafından hazırlanan raporda, tanıklara dayanılarak, uçağın havada yanarak düştüğü belirtiliyor. Buzlanma olsa uçak yanarak değil, taş gibi düşer. Sonra da patlar ve yanar. Burada sabotaj var. Olayla ilgili İTÜ’den gelen üç kişilik bilirkişi heyeti de “Motor zarfı parçalanmamış ve deforme olmamış. Sabotaj ihtimali gözden uzak tutulmamalıdır.” diyor. Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ile dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Muhittin Fisunoğlu “Uçağa sabotaj yapılması mümkün değildir.” diyor. Bu arada Genelkurmay Başkanı, Eşref Bitlis’in Diyarbakır’a gitmek için uçağı kendilerinden şifahen istediğini belirtiyor. Oysa 16 Şubat’ta Eşref Paşa resmî olarak talepte bulunuyor ve izin bir gün sonra resmî yazı ile veriliyor.
- Uçağın şifahen veya resmî izin dahilinde verilmiş olması çok mu önemli?
Evet önemli. Bu, olayın üstünün örtülmek istendiğini gösterir. Bu aynı zamanda sabatojcılara 24 saat gibi bir süre kazandırır. Oysa resmî olarak talep var ve bu devletin kayıtlarına geçmiş durumda. O gün aynı havalimanından 7 uçak kalkıyor. Bunların hiçbirinin teknolojisi Bitlis’in bindiği uçağın kadar gelişmiş değil. Ama hiçbiri buzlanıp düşmüyor. Aynı uçak kısa süre önce İzlanda üzerinden geçiyor ve eksi 60 dereceyi görüyor; ama buzlanma olmuyor. Ankara’da en fazla eksi 10 derecede buzlanma yapıyor.
- Uçağın düştüğü sırada nöbetçi olan asker de farklı şeyler anlatıyor.
Kulübedeki nobetçi, kışlık kıyafetli ve pilot bereli havacı bir şahsın uçağın bulunduğu hangara gittiğini söylüyor. Bu şahıs parolayı doğru söylüyor ve geçiyor üstelik. Nöbetçi, askerliği sırasında aynı noktada çok defa görev yaptığını; ancak o zamana kadar yürüyerek geçen kimseyi görmediğini söylüyor. Bu askere, orada görevli askerlerin fotoğrafları gösterilip sorulabilirdi; fakat sorulmadı. Burası Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na ait küçük bir havaalanı, uçak bekletme ve bakımları yapılıyor. Burada aynı zamanda Amerikan yardım komisyonu JUSMMAT’a ait iki uçak var. Amerikalı iki teknisyen sürekli buradan gelip geçiyor. Amerikan uçakları ile bize ait uçakların bulunduğu yer arasında sadece 40 santimetre yüksekliğinde bir duvar var. Amerikalıların parolayı bilmeleri normaldir. Ancak bu iki teknisyen de nöbetçi Tahir Metin’e gösterilmiyor.
- Peki, bu kadar çok şüphesi olan bir dava neden kapanıyor?
Dünyanın her yerinde böyle davalar kapanabilir. Öyle bağlantılar vardır ki, olayın açıklanması iki devlet arasındaki ilişkiyi bozacaktır. Devlet de millî menfaati doğrultusunda ilişkinin bozulmaması için dosyayı kapatır. Galiba böyle olmuş. O dönemde Kara Havacılık Okul Komutanı olan Armağan Kuloğlu geleceği parlak bir general. Fakat bir dönem terfi alıyor, sonra emekli ediliyor.
- Aynı dönemlerde Çevik Bir, Somali’deki BM Barış Gücü’ne komutan oluyor.
Ama burada normal bir yol takip edilmiyor. Komutanlık sırası Türkiye’ye gelince, BM, teamüllere aykırı bir şekilde Bir’in ismini vererek talepte bulunuyor.
- Uçakta hayatını kaybeden diğer askerlerin aileleri dava açtı; ama bir sonuç alınamadı.
Kara Kuvvetleri’nin bütün uçakları sigortalıyken bu uçak değil. Böyle pahalı şeyleri sigorta eden şirketler çok ciddi araştırmalar yapar, sonra bedel öder. Sigortalı olmayışı açılan tazminat davalarının kapanmasını kolaylaştırdı. VIP uçağı üreten firmanın aleyhine dava açıldı. Ergenekon operasyonunda gözaltına alınan Nusret Senem müdahil avukkattı. Firma “uçak buzlanmadan ve pilotaj hatasından düşmedi” diye rapor verdi. Uçağı üreten firmanın tazminat ödemesi ilkesinde ‘sabotaj’ diye bir madde yok.
- Uçağa binmeyen Albay sonra intihar etti.
Bu çok ilginç bir nokta aslında. Uçağa binencekler listesinde Albay Kazım Çillioğlu’nun adı var ancak binmiyor. Bu kişi Tunceli’de alay komutanı. Çillioğlu’na konu ile ilgili dava açılıyor. Fakat Albay beraat alıyor. Yalnız beraat kararı 22 Şubat 1994’te veriliyor. Çillioğlu, 3 Şubat’ta intihar ediyor. Böyle deniliyor. İntihar konusu soruluyor; ancak 8. Kolordu Komutanlığı Askerî Savcısı kovuşturmaya gerek olmadığı yönünde karar veriyor. Oysa Eşref Bitlis’in uçağı düştüğünde gazetelerde “Kazım Çillioğlu da öldü” diye haberler çıkıyor.
- 25 Ağustos 1996’da Aydınlık Dergisi’ne ‘bir general’ diyerek konuşan Veli Küçük, “Eşref Bitlis’i Amerikalılar öldürdü” diyor. Yerel hiçbir bağlantısı yok mu?
Bu çapta bir eylem ve sabotaj, yerel bağlantılarla ve amatörlerle yapılmaz. Gres yağını kurutup toz hâline getiriyorlar ve bunu uçağın deposuna atıyorlar. Bu da depoda sıvı hâle geliyor ve tıkanıklıklara sebep oluyor. Kanın pıhtılaşması gibi. Suikast yapacak ülke bunun bir yolunu bulur. Sabotajın şekli tam belli olmamakla birlikte gres yağı ağırlık kazanıyor.
- Aydınlık’a konuşan general, Küçük mü?
25 Ağustos 1996’da bir general Aydınlık’ın sorularına cevap veriyor. Bu general, yanında iki albay ile birlikte soruları cevaplıyor. Bir vesile ile Doğu Perinçek bir gazetecinin Küçük aleyhine konuşması sebebiyle “Veli Küçük Paşa sizin bildiğiniz gibi değildir. Bitlis suiksatını resmî olarak ilk açıklayan kişi odur.” dedi. Hâlbuki bu doğru değil. Bitlis’in öldürüldüğüne dair ilk açıklamayı RP Lideri Necmettin Erbakan, 27 Aralık 1993’te Mersin’de yapıyor. “Paşa’yı Çekiç Güç öldürdü.” diyor.
- Küçük’ün detaylı bilgisi var mı?
Perinçek’in açıklaması üzerine ben Veli Küçük ile görüştüm. Gözaltına alınmadan bir hafta önce Üsküdar’daki ofisinde görüştük. Küçük’e Aydınlık’taki açıklamayı yapan kişinin kendisi olup olmadığını sordum. Bana “En başta söyleyeyim, o general ben değilim.” dedi. Böyle de çelişkili bir durum var.
- Aydınlık, “Cem Ersever’in de dahil olduğu bir ekip Bitlis’i öldürdü” diye yayınlar yaptı bir dönem. Bu ne kadar doğru?
Ben Küçük’e sordum bunu. Konu, Can Dündar ile Adnan Akfırat’ın yazdığı kitaplarda da geçiyor. Veli Küçük, suikast işinde Ersever’in olmadığını söyledi. Zaten o konuda da benim bilgilerim net. Ersever’in avukatı Emin Emir ile de görüştüm. Ersever, Aydınlık’a verdiği ropörtaj için mahkemeye verilmişti ve bunun duruşması için Ankara’ya gelirken öldürülüyor. Ersever, Bitlis suikastında yok. Ama şu var ki Bitlis’i de, Ersever’i de aynı ekip öldürmüştür.
- Ersever’in hatıra defteri kayıp...
Ersever’in iki kitabını yayımlayan yayınevi sahibiyle görüştüm. Kendisi, Ersever ile görüşen son kişi. Bu bile benim Ersever’in Bitlis suikastı işinde olmadığını anlamama yetti. Yayıncı “Ersever’in hiç harçlığı yoktu, benden 30 milyon lira harçlık aldı.” dedi. Bu çapta bir suikastı büyük bir devlet adına yapan adamın para sıkıntısı çekmemesi lazım. Ersever yapsaydı, kolay kolay öldürülmez, mahkemeye verilmezdi.
- Ersever neden öldürüldü o hâlde?
Veli Küçük de benim kanaatimi teyit etti. Yayıncı arkadaşın anlatığına göre, Cem Ersever “Şam’daki Kemancı” diye bir kitap üzerinde çalışıyordu. Ersever yayıncısına diyor ki “Ben Eşref Bitlis sukisatını araştırdım.” ‘Araştırıyorum’ demiyor. Başından beri araştırıyor. “Öyle bir sonuca ulaştım ki, içinde yüksek rütbeli biri var, şimdi sana ismini söylesem sen bile inanmazsın. Ama birkaç gün sonra belgesiyle birlikte sana vereceğim.” diyor. Küçük’e bunu sordum. O da bana “Ersever istihbaratçı olarak yaratılmış biridir, o ister görevde olsun ister olmasın o araştırmayı yapmıştır.” dedi.
- Bitlis’i Amerikalılar, Ersever’i de aynı ekibin yerel temsilcileri mi öldürdü?
Öyledir. ‘Yüksek rütbeli birisi var’ dediğine göre. Bu kitap kayboldu. Bu yayıncı arkadaşa geldiler o dönemde. Çok tanınan güçlü bir eski DGM savcısı kitabı istiyor. Yayıncı “Bende yok.” diyor. Bunun üzerine savcı, “Şimdi sana inanmadım; ama bu kitap bir sene, on sene sonra yayımlanırsa sadece seni değil, yedi sülaleni yok ederiz.” deyip gidiyor.
- Ersever’in öldürülme şekli amatörce gibi.
Raporlara göre, “İlaçlı sorguya tabi tutuldu.” deniyor. Bu medyaya ve yazılan kitaplara, ‘ilaçlı sorguya tabi tutulmadı’ diye yansıdı. Ancak kitaplarda böyle denmesi de çok ilginç. Çünkü durup dururken böyle bir tez ortaya atılıyor. Soner Yalçın’ın kitabında bu var. Oysa ilaçlı sorguya tabi tutuldu. Bunu bir mafya ve yerel amatör kişiler yapamaz. Böyle bir rapor devlette var. Cem Ersever ile Eşref Bitlis çok yakınlar, ‘baba-oğul’ gibiler. Ersever istifa kararı alınca Eşref Paşa, “İstifa etme, seni şûrada yarbay yapacağız.” diyor.
- Dış güçlerden söz ediyorsunuz; ancak yerel güçler Ersever’in kitabının peşine düşüyor?
Devlet içinde bu işe onay verilmesi mümkündür. Benim tezimde bu işi yerel birisi yapmamıştır; ama içinde vardır. Bu çapta suikastı bir istihbarat örgütü yerel ya da amatör birine yaptırmaz. “Yahu bu artık bizi sıktı, haberiniz olsun” denilerek yüksek mevkilerdeki birilerinin onayı alınmış olabilir. Profesyonel işi bu. JUSMMAT’ın bakımını yapan teknisiyenler önemli. Amerika derin devletinin kontörülünde bu kuruluş. Türkiye’de derin bir devlet varsa, irtibatı varsa bunu yapan kuruluş da budur.
- Susurluk gibi vakalar derin devletin bakiyeleridir. “Bu işler birtakım gizli servislerle ilişkili” tezini işliyorsunuz. Nereye kadar uzanıyor?
Mesela, Sovyetler Birliği yıkılınca ABD tek süper güç olarak kaldı. Devlet geleneği olmadığı için ‘züccaciye dükkânına girmiş fil’ gibi davranıyor. Etrafı yıkıp döküyor. Öncesinde çift kutuplu ve şiddet dengesine dayalı bir dünya vardı. Bu iki kutbun etrafında birer blok teşekkül etmişti. Emperyalist devletler bu bloklarla bağlantılarını, ülkelerin içindeki işbirlikçileri vasıtasıyla yapıyordu. ABD için NATO bir emperyalist araçtı. Yani NATO bir yönden bu ülkelerin güvenliğini sağlarken, öte taraftan ABD’nin bu ülkelerdeki menfaatlerini gözetiyordu. Ne zaman ki Sovyetler yıkıldı, ABD bu örgütlere muhtaç olmaktan kurtuldu ve tasfiyeye gitti. İlk tasfiye Susurluk olayıyla yapıldı kısmen. Bakiyeleri de bu Ergenekon davası.
- Susurluk’ta kim tasfiye edildi?
Susurluk’ta yine o yapı tasfiye edildi. Yani JUSMMAT etrafında Türkiye’de teşkil edilmiş olan Özel Harp Dairesi gibi halk arasında ‘derin devlet’ olarak ifade edilen fakat aslında JUSMMAT’ın kontrolündeki yapı.
- Bu operasyonu yapan ABD mi?
Evet. Şimdi de o kalıntılar tasfiye ediliyor gibi geliyor bana. Fakat bu tezimin bir zayıf noktası var. Görüyorum, fakat izah edecek bir şey de bulamıyorum. Şimdi bir taraftan ABD kendisine bağlı o soğuk savaş döneminde oluşturduğu yapıyı tasfiye ediyor. Bir taraftan da tasfiye sırasında hep Türkiye’de ABD’nin yaptığı operasyonlar deşifre oluyor. Bu çelişkiyi ben kafamda izah edemiyorum.
- Yani Ergenekon operasyonunu buna mı bağlıyorsunuz?
ABD’nin ihtiyacı olmayan yapıyı tasfiye etmesine bağlıyorum. Bu arada yerel yerli millî bir yapı var: Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Bu devlette birileri, sanki ABD’nin bu tasfiyesinden istifade ile yerli millî olan yapıları tasfiye ediyor. Yani bir taraftan Gladyo tasfiye ediliyor. Bir taraftan yerliler, milliler bir şeyleri tasfiye ediyor.
-Ergenekon türü yapılanmalar yabancı gizli servislerle çalışır mı?
Şimdi şöyle; TSK’da general rütbelerinde değilse insanların bir araya gelip de Türkiye’de darbe yapma imkânı yoktur. 1 milyon kişilik TSK’ya karşı tankı, tüfeği, uçağı ile öyle sivillerin yapabileceği bir şey değildir bu. Siviller böyle bir araya gelip ‘biz darbe yapacağız’ diyorlarsa bunların arkasında mutlaka bir başka devletin olması lazım. Bir istihbarat örgütü Türkiye’de operasyon yapmak isterse, kendisi bir örgüt kurmaya uğraşmaz. Mevcut yapılanmalar varsa, ki her ülkede var, bunlarla bir şekilde temasa geçer ve işi kotarır. Bu manada diyorum ki böyle örgütlenmelerin mafya dahil arkasında bir devlet yoksa ayakta duramaz. Ergenekon’da da darbe varsa o zaman muvvazaf birilerine ulaşılması lazım. Ulaşılmazsa bu davadan hiçbir şey çıkmaz.
- Başka bir iddia daha var. Eşref Paşa’yı Amerika Ersever’e öldürttü, Ersever’i de Abdullah Çatlı’ya.
Bu iddia doğru değil. Ersever ile Bitlis arasındaki baba-oğul ilişkisi Ersever ile İhsan Hakan kod adlı Mustafa Deniz arsında da var. Onu itirafçı yapıp sivil memur kadrosunda çalıştıran kişi Ersever’dir. Ama bu Ersever’i tuzağa düşürüyor.
- Mustafa Deniz de öldürülüyor.
İhsan Hakan, yani Mustafa Deniz, Ersever’i tuzağa düşürdü. Ama sonra “Mustafa Deniz, Nevval Boz ve Cem Ersever ölü olarak bulundu.” deniyor. Ancak Mustafa Deniz ölmedi, öldürülmedi, o hâlâ yaşıyor. Gösterilen ceset ona ait değil. Yaşadığına dair küçük şüphelerim vardı; ancak Veli Küçük’le görüştükten sonra bütün şüphelerim gitti. Görüşmede ben Küçük’e bir şeyler anlatınca bana birden “Bunları Mustafa Deniz mi söyledi?” dedi. Ben de “O ölmedi mi?” diye sordum. Ama bir daha olumlu veya olumsuz cevap alamadım. Ölen biriyle ben nasıl görüşmüş olabilirim? Şu anda Mustafa Deniz’in İzmir’de yaşadığına dair bilgilerim var.
- Cesetleri ayarlamak o kadar kolay mı?
Bu cesetler üç-beş gün sonra bulundu. Mustafa Deniz’in yerine birini koymak istiyorlarsa bunu kolayca yaparlar. Çürüme ve tahrifat olunca zaten tanınmaz bir hâle gelir. Ama böyle şeyler istihbarat örgütlerinin işine geliyor ve birtakım dosyalar kapanmış oluyor.
AKSİYON / Haşim Söylemez