« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

21 Ara

2020

Mehmet Akif Ersoy

1873 - 27.12.1936 01 Ocak 1970

Mehmet Akif Ersoy, 1873 yılının Aralık ayında, İstanbul'un Fatih ilçesinin Sarıgüzel semtinde doğmuş ve 27 Aralık 1936 Pazar günü, saat 19.45'te Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanı'nda vefat etmiştir. Mehmet Akif’in babası Mehmet Tahir Efendi (1826–1888) ve annesi Emine Şerife Hanım'dır (1836–1926). Mehmet Tahir Efendi çocuk yaşta Arnavutluk'tan İstanbul'a gelerek tahsil etmiş ve Fatih Medresesi müderrisliğine kadar yükselmiş âlim ve arif bir zattır. Annesi ise aslen Buharlı olan Tokatlı bir aileye mensuptur. Ailenin Akif'ten sonra Nuriye adında bir de kızları olmuştur.

Tahsil Hayatı
Mehmet Akif, dört yaşında iken Fatih'te Emir Buharı mahalle mektebine (yuva) gönderildi ve tahsil hayatına başladı. Burada iki sene ve sonra sırasıyla üç sene ibtidâî (ilkokul), üç sene rüştiye (ortaokul) ve üç sene mülkiye idadisine (lise), sonra da iki senesi (gündüzcü olarak) Ahırkapı'da ve iki senesi (yarılı olarak) Halkalı'da olmak üzere, dört sene de Baytar Mektebi'ne (Veterinerlik Fakültesi) devam etti. 1893'te mektebin ilk mezunu ve birincisi olarak diploma aldı. Mehmet Akif, resmi tahsilin dışında, çok bilgili ve şuurlu bir zat olan babası başta olmak üzere birçok âlimden devamlı olarak ders okumuş ve kendisini yetiştirmiştir. Lisana karşı bilhassa kabiliyeti bulunduğundan, devamlı çalı arak Arapça, Farsça ve Fransızcayı, edebiyatlarını takip edecek ve tercümeler yapacak kadar iyi öğrenmiştir. Çocukken başladığı hafızlık çalışmalarını, bir müddet ara verdikten sonra, yirmi yaşında iken kendi kendine tamamlamış ve Kur'an-ı Kerim'i ezberlemiştir. Mısır'daki son seneleri de Kur'an meali ile meşgul olarak geçmiştir.

Sporculuğu
Tahsil hayatı boyunca daima derslerinde birinci olan Mehmet Akif, aynı zamanda çeşitli sporlarla meşgul oluyor, bunları da, derslerine mani olmadan, en iyi şekilde yapıyordu. On dört yaşında iken Osmanlı toplumunda asırlardır en sevilen ve yaygın spor olan yağlı güreşe başlamıştı. 16–18 yaşlarında, köy düğünlerindeki güreşlere katıldığı olmuştur. Uzun mesafeleri yorulmadan yürüyor; hafta sonları okula giderken, Fatih'ten Halkalı'ya ve bazen güreşmek için Halkalı'dan Çatalca'nın köylerine yürüyerek gittiği oluyordu. Ayrıca gülle atar, ata biner ve çok iyi yüzerdi. İstanbul Boğazı'nı da yüzerek geçmiştir. Ömrü boyunca daima manevî ve fikri bir mücadele içinde yaşayan Akif'in, günün birinde ve ihtiyaç halinde, bedenen cihâd etmek için de hazır bulunmayı bir ibadet saydığı ve bunun için gayret gösterdiği an-laşılmaktadır.

Bulunduğu Vazifeler
Tahsilini tamamladıktan sonra, Ziraat Vekâleti Baytarlık şubesinde vazifeye başlamıştı. İlk dört sene Rumeli, Anadolu ve Arap bölgelerinde dolaşarak baytarlık yaptı. Yirmi yıllık bir memuriyetten sonra bir başkasına yapılan haksızlık üzerine istifa ettiğinde, aynı şubenin müdür muavinliği vazifesinde bulunuyordu. Öğretmenlik hayatına 1906'da Halkalı Baytar Mektebi'ne "kitabet-i resmiye" (resmî yazışma usulü) dersi muallimliği ile başladı. 1908'den sonra ise Edebiyat Fakültesi ile Darülhilâfe Medresesi'nde "Osmanlı Edebiyatı" müderrisliğinde bulundu. Mütareke devrinde, "İslamiyet'i doğru olarak halka öğretmek, yanlış bilgileri gidermek ve İslam ahlakını korumak” için Şeyhülislamlık'a bağlı olarak kurulmuş bir "İslam Danışma, Tebliğ ve İrşad İlim Heyeti" olan "Darülhikmet-il İslamiyye"de üye ve başkâtip (genel sekreter) olarak çalıştı (Ağustos 1918 - Nisan 1920) ve bu kuruluşun yayın organı olan "Cerîde-î İlmiyye"yi idare etti. İstiklal Savaşı'nı yapan Birinci Millet Meclisi'nde milletvekili olarak vazife gördü. Mısır'da 1929 yılından 1936'ya kadar, Kahire Üniversitesi'nde Türkçe Hocalığı yaptı. Bütün ömrünü okuyarak ve okutarak geçirdi. Yirmi beş yaşında iken İsmet Hanım'la (1878¬1944) evlenen Mehmet Akif'in üç kızı ve iki oğlu olmuştur.

Sebîlürreşad Dergisi
Mehmet Akif, şiirlerinin büyük çoğunluğunu "başmuharrir”i bulunduğu dergide, ilk sayısından başlayarak yayınlamıştır. 1908'de “Sıratımüstakim" adıyla (Prof.) Ebululâ Mardin (1881–1957) ve Eşref Edib (Fer¬gan) (1883–1971) tarafından çıkarılan, 1912'den sonra ise " Sebîlürreşad " adını alarak yalnız Eşref Edib tarafından devam ettirilen bu dergi, 1925 yılı başına kadar çıkmaya devam etmiş ve 641 sayı yayınlanmıştı. Fikir hayatımızda ve yakın tarihimizde çok önemli bir yeri olan bu derginin, 362 sayı yayınlandığı ikinci bir dönemi (1948-1966) daha vardır.

Seyahatleri
Okulunu bitirdikten sonra baytarlık yaparken Arnavutluk'a (İpek) giderek, amcalarını ziyaret etmiş; Edirne merkez olarak Rumeli'yi, Adana merkez olarak Anadolu'yu, Şam ve civarını dolaşmış; 1914 yılı başın¬da, davetli olarak, iki ay devam eden "Beyrut - Kahire el'Uksur - Medine - Şam" seyahatine çıkmış; aynı yılın sonunda vatanı bir vazifeyle üç aylığına Berlin'de ve yine aynı şekilde 1915 Mayıs'ından sonra beş aylığına "Necid (Riyad) - Medine - Şam - Beyrut"ta bulunmuş; 1918 yılı Temmuz ayında bir ay davetli olarak Beyrut"a gitmiş; İstiklal Savaşı sırasında, halkı teşvik için Anadolu'yu ve cepheleri dolaşmış ve hayatının son yıllarını Kahire'de geçirmiştir.

Berlin Seyahatleri
Mehmet Akif, 1914 yılı sonunda, devlet tarafından vazifeli olarak Almanya'ya gönderilen bir hey' ete dâhil olarak Berlin'e gitti. Burada üç ay kadar kaldıktan sonra 1915 Mart ayının ilk yarısı içinde İstanbul'a döndü. Harpte müttefikimiz olan Almanlar, Fransız, Rus ve İngiliz ordularında bulunup da savaş sırasında kendilerine esir düşmüş olan Müslümanları, ayrı kamplarda toplamışlardı. Bu kamplardaki esirlere iyi muamele ediliyordu. Bunlar için camiler ve okullar in tl edilmişti. Almanlar, Müslümanların lideri olan Osmanlılara, Müslüman esirlere karşı güzel davranışlarını göstererek bir cemile yapmak; esirleri ise Halife'lerinin kendileriyle birlik olduğunu göstererek kazanmak istiyorlardı. Bu maksatla Almanlar tarafından davet edilen heyetlerin birine Mehmet Akif de katılmıştır. Bu gibi faaliyetler, askeri haber alma ve casusluk teşkilatı olarak çalışan Osmanlı "Teşkilat-ı Mahsusa"sı tarafından yürütülmekteydi.

Necid Seyahatleri
Mehmet Akif, 1915 yılının Mayıs ayı ortalarında yine resmen vazifeli olarak, ''Teşkilat-ı Mahsusa"nın başkanı Kuşçubaşı Eşref Bey'in idaresindeki bir heyete katıldı. Arabistan'ın Necid bölgesine yapılan ve dört buçuk ay süren bu seyahatin hedefi Riyad idi. Şerif Hüseyin'in İngilizlerle anlaştığının ve isyan hazırlığı içinde olduğunun anlaşılması üzerine devlete sadık kalmış olan Necid meliki İbnürreşid ile kendisinin hükümet merkezi olan Riyad'da görüşülecekti. Bu görüşme yapılarak Şeyh İbnürreşid'e gerekenler söylenmiş ve yakınlarına gönderilen hediyeler verilmiştir.Seyahat dönüşünde Şam'a ve Beyrut'a da uğrayan Akif Bey, 1915 Ekim ayı başında İstanbul'da idi. Akif'in Şam'da bulunduğu günlerde orada olan eski talebesi Baha Kahyaoğlu, Suriye gazetelerinde "Şair-i İslam"ın geleceğinin haber verildiğini ve Damaskus Oteli'nde toplanan yüz kadar âlim ve şairin Akif Bey'e hürmetlerini sunduklarını, mütevazı şairin bu halden çok sıkıldığını yazmaktadır. Bu seyahat sırasında Medine'yi ikinci defa ziyaret etme fırsatını elde eden Akif, kendisinin en yüksek e erlerinden sayılan "Necid Çöllerinden Medine’ye" şiirini bu ziyaretin ilhamı ile yazdı.

Şiir Hayatı
Lise yıllarında şiirle meşgul olmaya başlamıştı. Baytar Mektebi'nin son senelerinde bu kabiliyetini ileretti Türkçeye ve aruz veznine hâkim olmuştu. Arkadaşlarına uzun manzum mektuplar yazıyordu. Önceleri, Ziya Paşa, Muallim Naci ve Namık Kemal gibi eski üstatlar tarzında şiirler nazmederken, daha sonra kendi üslûbunu bularak onların tesirinden uzaklaşmıştır. Şairliğinin ilk devresinde yazdığı, yayınlanmamış binlerce mısralık eski şiirlerini yok etmiştir. Bunlardan elde sadece, bazı dostlarının defterlerinde bulunan veya çeşitli dergilerde daha önce çıkmış olan, iki bin mısra kadarı kalmıştır. Bu eski şiirlerini "Safahat" (Safhalar, Hayattan Manzaralar) adını verdiği şiir kitabına da almamıştır.

Yazı ve Kitapları
Şiirlerini, 1908'de çıkmaya başlayan ve kendisinin başyazarlığını yaptığı "Sırâtımüstakim" dergisinde yayınladı. Bunlar, o zamana kadar rastlanmamı derecede akıcı, sade, halkın hayatını anlatan ve duygularını dile getiren, milli şiirlerdi. Bir zaman sonra "Sebîlür¬reşad" adını alan dergide yayınlanan bu şiirler, tamamlandıkça, "Safahat" genel başlığı altında, küçük kitaplar halinde neşrediliyorlardı. 1911–1924 yılları arasında ilk altı kitap çıkmış, yedincisi ise 1933'te Kahire'de yayınlanmıştır. Mehmet Akif Bey, şiirlerinden başka, Sebîlür¬reşad'ın hemen her sayısına tefsir yazıları, makaleler ve tercümeler de vermekteydi. Bunların da bir kısmı kitap olarak yayınlanmıştır.



Destan Şairi
Balkan Harbi sırasında, "Müdafaa-i Milliye Hey'eti Neşriyat Şubesi"nde Abdülhak Hamid. Süleyman Nazif, Cenab Şehabeddin, Hüseyin Kazım ve daha birkaç yazar ile birlikte aza olarak bulundu. Hey'etin başkanı, zamanın edip ve şairleri tarafından büyük saygı gören ve "üstat" sıfatına layık bulunan "Ta'lîm-i Edebiyat" müellifi Recaizâde Mahmud Ekrem Bey idi. Bu toplantılar sırasında bir gün Recaizâde, Akif'e hitap ederek: "Milletin, milli bir destana ihtiyacı olduğunu ve bunu da ancak kendisinin yapabileceğini söylemiş ve yazmasını istemiş” tir.



Büyük Şair
Mehmet Akif, daha önce Muallim Naci ile başlamış olan, Türkçenin sade ve akıcı bir şekilde aruza tatbikinin ilk büyük temsilcisidir. Mizahi fıkralardan en heyecanlı şiirlere kadar, en güzel Türkçe ile milletine şaheserler vermiştir. Şiirleri, her bakımdan, edebiyat tarihimizde eşsiz güzellikte muhteşem parçalardır. Basit bir hayat sahnesini anlatan mısralarında bile, hem en keskin bir zekânın şimşekleri, hem de titreyen bir gönlün gözyaşları sezilir… Çağdaşı olan bütün büyük şair ve edibler, Mehmet Akit'in yüksekliğini kabul edip, bunu itiraf ve takdir eden beyanlarda bulunmuşlardır. Akif Bey, şiirlerinde ve makalelerinde, "sadelik, millilik, din ve ahlaka bağlılık" şeklinde özetlenebilecek olan edebiyat görüşünü açıklamıştır. Kendisi, en fazla önem verdiği iki değerin, "dil ve din" olduğunu söylemektedir. Şiirlerinden bazıları bestelenmiş ve önemli bir kısmı Arapçaya çevrilmiştir.

Arkadaşının Çocukları
Mehmet Akif, Baytar Mektebi'nde birlikte okudukları ve sevdiği arkadaşı İslimyeli Hasan Tahsin Bey ile karşılıklı andlaşmışlar ve hayatta kalanın, daha önce ölenin ailesine bakacağına dair söz vermişlerdi. Hasan Bey, Edirne Baytar Müfettişi bulunduğu sırada 1910 yılında vefat edince, Akif Bey daima olduğu gibi sözünde durarak, merhumun üç çocuğunun bakımını üzerine almıştı. Bu çocukların büyüğü olan Cevdet'i, Baytar Mektebi'nde okutuyordu. Mehmet Akif'in büyük oğlu Emin Ersoy, hatıralarında, bu çocuklardan biri olan Süheyla hakkında şunları söylemektedir:


" Süheyla Hanım isminde bir evlad-ı manevîsi de ablalarım ile birlikte (Ankara'ya) gelmişti. Bu kızcağızı küçüklüğümde öz hemşirem sanırdım. Hasan Tahsin Be)' namında babamın pek samimi arkadaşlarından bir zatın kızı olan Süheyla Hanım'ın pederi ölmüş, babam da bu çocuğu evimize almış, onun tahsil ve terbiyesi ile bizzat alakadar olmuş, netice Süheyla ablam Darülmuallimât'ı ikmal ettikten sonra Darülfünun'u dahi bitirmişti. Ben alfabeyi ve ilk tahsilimi ondan öğrendim."

Milletiyle Birlikte Ağlayan Şair
Balkan Harbi'nin - Rumeli Müslümanlarının çoluk çocuk katledildiği, nehirlerin cesetlerle dolduğu felaketli günlerinde, 1913 yılının Şubat ayı içinde, İstanbul'da Beyazıd Camii'nde bir ikindi sonrası, Fatih ve Süleymaniye camilerinde ise Cuma namazlarından sonra kalabalık cemaatlere vaaz kürsülerinden hitap ederek, halkı birliğe, cihada ve orduya yardıma çağırmıştır. Mehmet Akif, bu konuşmalarını, o sırada orduya destek vermek için kurulmuş olan "Milli Müdafaa Cemiyeti"nin İrşad Heyeti üyesi olarak yapmıştı. Bu konuşmaların ilanları günlük gazetelerde ve metni Sebîlürreşad'da yayınlanmıştır. Bu savaşta, vahşice öldürülen mazlumların, alnına bıçakla haç çizilen ve sarıklarından asılan din adamlarının, sürüklenip götürülen masum genç kızların acı ve ızdırapları, onun feryat eden şiirleriyle milli vicdana ve tarihe yazılmıştır. Kendisinin ve derginin bütün neşriyatı, daima din, vatan ve millet duyguları ile yapılmış ve bu yayınlar, birkaç sene sonra milletçe kalkışılacak olan Milli Mücadele'nin de tohumlarını atmıştır. Nitekim Mehmet Akif, 1920 Şubat ayında, ilk kurşunun atıldığı Balıkesir cephesine koşarak, Zağnos Paşa Camii kürsüsünden halkı cihada çağıracaktır.

Vatan Hizmeti
İttihat ve Terakki Hükümeti’nin düşünce ve idare şekline muhalif olan Mehmet Akif'in resmi vazife kabul ederek Berlin'e ve Necid'e gitmesi, onun, hükümet ile devleti birbirinden ayrı görebilen vatanseverliğinin bir gereği idi. Vatanın büyük tehlikeler karşısında bulunduğu bir sırada Akif'in fikir ayrılıklarım mesel e yapması düşünülemezdi. Esasen yerine getirdiği vazifenin İttihat ve Terakki Partisi veya siyaseti ile bir ilgisi olmadığı gibi, Teşkilat-ı Mahsusa da siyası değil, doğrudan orduya bağlı milli bir kuruluştu. Akif Bey 1925 sonrasında, on yıllık savaştan çıkmış, maddi manevi zayıf düşmüş ülkesine zarar vermemek için, yanlış bulduğu tutumlar karşısındaki büyük ızdırabına rağmen susmayı tercih etmiştir. Ne kadar doğru da olsa, o yıllarda kabul görmeyecek ve fitneye sebep olarak millete zarar verecek bir hareket tarzı. Merhumun yüksek şahsiyetinin ve vatanseverliğinin kabul edebileceği bir tavır değildir.

Darülhikme'de
Savaş sonrasında, halk arasında sarsılmış olan dini ve ahlaki değerleri canlandırıp korumak için İstanbul’da, Şeyhülislamlık'a bağlı olarak "Darü'I-Hikmeti'lİslamiye" adıyla bir müessese kurulmuştu. 12 Ağustos 1918'de açılan bu teşkilat, zamanın tanınmış İslam âlimlerini ve fikir adamlarını çatısı altında toplayan, yüksek seviyede, bir "İslami, danışma, tebliğ ve irşad hey'eti" idi. Mehmet Akif, Beyrut'ta bulunduğu sırada "Darü'l-Hikme"ye başkatip olarak tayin olunmuş ve dönüşünde vazifesine başlamış, 23 Ocak 1920 tarihinde başkatiplik üzerinde kalmak üzere azalığa da tayin olunmuştur. Darülhikme kurulunca, Meşıhat (Şeyhülislamlık) dairesinin resmi gazetesi olan, aylık "Cerîde-i İlmiyye" de Darülhikme'nin baş kitabetine bağlanmıştı. İlk sayısı 1914 Mayıs'ında yayınlanmış olan mecmua, bu bağlanışa kadar kırk dört sayı intişar etmişti. Elli üçüncü sayısından sonra on beş günlük olan derginin 45–58. sayıları Akif Bey'in idaresinde çıkarılmıştır. Mehmet Akif, Anadolu'ya geçerek "Kuvâ-yı Milliye"ye katıldığı anlaşıldıktan sonra "vazifesinden izin almadan ayrıldığı" gerekçesi ile 3 Mayıs 1920'de Darülhikme'deki vazifesinden azledilmiştir.

Milli Mücadele'ye Destek
1920 yılı başından itibaren, Sebilürreşad dergisi¬nin idarehanesi, Milli Mücadele'ye katılmak için Anadolu'ya geçmiş olanlarla İstanbul'daki yakınları arasındaki haberleşmenin ve gizli haberleşmelerin merkezi olmuştu. Gazeteler ve mektuplar dergi vasıtası ile Anadolu"ya gidiyor ve İstanbul’a geliyordu. Milli Mücadele'yi destekleyen, yabancı dilden eserler tercüme ettirilerek basılıyor ve Sebilürreşad paketlerinin içinde ve başka yollarla Anadolu'ya gönderiliyordu. Müslüman Hintli yazar Şeyh Müşir Kıdvay'ın, Ömer Rıza (Doğru!) tarafından İngilizceden tercüme edilen ve Necm-i İstikbal Matbaasında bastırılarak gönderilen, iki eseri de bunların arasındaydı.

Balıkesir Hitabesi
1919 yılında Anadolu'daki Milli Mücadele'nin ilk faaliyetleri görülmüş; bilhassa 15 Mayıs'ta, İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali üzerine, Anadolu'nun muhtelif yerlerinde ilk cepheler açılmaya başlamıştı. Düşman işgali altındaki İstanbul'da bunalan Mehmet Akif, 1920 yılının Ocak ayı sonunda Eşref Edib'le birlikte Balıkesir'e gitti. Burada. Zağnos Paşa Camii'nde Cuma namazından sonra vaaz kürsüsüne çıkarak halka hitap etti. "Ey Müslüman!" hitabıyla konuşmasına başlayan Akif, önce" Cihan altüst olurken seyre baktın öyle durdun da; Bugün bir serserisin, derbedersin kendi yurdunda!" diye başlayan şiirini okumuştu. Bundan sonra: Müslümanların neden geri kaldıklarını; insan gibi yaşamak isteyenlerin kuvvetli olmaya mecbur olduklarını; denizaltılar, uçaklar yapan Batılıların bunu tek tek değil, birleşerek yaptıklarını; bugün her şeyin cemaatler ve şirketler tarafından yapıldığını; bizim, bir araya gelip çalışmayı beceremediğimiz için aynı şeyleri yapamadığımızı; geçmişteki kırgınlıkları unutmak ve birleşmek lazım geldiğini; eğer bunu başaramazsak, bizi idarelerine alacak olanların, bize hayvan muamelesi edeceklerini anlatmıştı. Söylediklerini misallerle izah ve ispat eden ve ayetlerle destekleyen Akif, sözü Karesi'de (Balıkesir) başlamış olan Milli Mücadeleye getirmiş ve konuşmasını şöyle bitirmiştir:

"Osmanlı saltanatını i'lâ için Karesi'nin, bu kahraman İslam muhitinin vaktiyle ne büyük fedakârlıklar gösterdiği herkesin malumudur, Rumeli'yi baştanbaşa fetheden hep bu topraktan yetişen babayiğitlerdir. O kahraman ecdadın torunları olduğunuzu ispat etmelisiniz. Anadolu'yu müdafaa hususunda diğer vilayetlere ön ayak olmak şerefini siz ihraz ettiniz, Sa'yiniz meşkürdur. İnşallah bu şan ü şeref kıyamete kadar artar gider, inşallah vatanımızın haysiyeti, istiklali, saadeti, refahı, ümranı dünyalar durdukça masûn ve mahfûz kalır."

Takip ve Baskı Altında
Akif Bey, Balıkesir'e gidip bu konuşmasını yaptığı sırada Darülhikme'de çalışmakta, halkı direnmeye çağıran haftalık dergisini çıkarmakta ve bunları, düşman işgali altındaki İstanbul'da yapmakta idi. Üstelik Balıkesir konuşmasından sonra yine İstanbul'a döndüğü gibi, çok heyecanlı ve düşman aleyhtarı olan bu konuşmasının metnini dergisinde de yayınlamıştı. Bundan sonra Sebilürreşad, işgal kuvvetleri tarafından devamlı sansür edilmiş ve kendisi de takip altına alınmıştır. Mehmet Akif, İstanbul'daki faaliyetleri, temasları ve neşriyatı ile Milli Mücadele'ye büyük destek sağlamakta idi. Fakat buradaki baskı, Akif Bey'in Balıkesir vaazından sonra daha da artmış ve dergideki bazı yazıların, bazen tamamı "İşgal Kuvvetleri Sansür Heyeti" tarafından çıkarılır olmuştu. İstanbul caddelerinde devriye gezen düşman askerlerini görmemek için Akif Bey ara sokaklardan gidiyor, vapurların alt kamaralarında oturuyordu. İstanbul çalışılamaz hale gelmişti. Bu sebeple, Milli Mücadele'ye daha çok faydalı olabilmek için artık Anadolu'ya geçmek, cihadın ortasında bulunmak istiyordu.

Savaşın İçinde
Nihayet İstanbul'da hizmet imkanı kalmadığını gören Akif Bey, itibarlı ve yüksek maaşlı işini ve ailesini bırakarak, 10 Nisan 1920 tarihinde Mim Mücadele'ye katılmak üzere, gizlice Ankara'ya doğru yola çıkmış; Büyük Millet Meclisi'nin açılışının ertesi günü, 24 Nisan 1920'de Ankara'ya varmış, gider gitmez faaliyete geçerek, 28 Nisan tarihli "Hakimiyet-i Milliye" gazetesinde de haber verildiği gibi, 30 Nisan Cuma günü Hacı Bayram Camii'nde kürsüye çıkarak halka hitap etmeye başlamış ve 1stiklal Savaşı'na Burdur mebusu olarak katılmıştır. Mehmet Akif, o günler için çok büyük bir hizmet olarak, Ankara'da da Sebilürreşad'ı çıkarmaya devam etmiş; Eskişehir, Konya, Kastamonu, Burdur, Sandıklı, Dinar, Afyon, Antalya ve çevrelerini dolaşarak, büyük gayesi, yani dini, vatanı ve milleti uğrunda canla başla çalışmıştır. Savaş sırasında, defalarca cephelere giderek gazilerle konuşmuş, onları cihada teşvik ederek yüreklendirmiştir.

Ankara Yolculuğu Nasıl Yapıldı?
Mehmet Akif'in Ankara yolculuğunu, bu yolculukta onunla birlikte bulunan oğlu Emin'in anlattıklarına dayanarak şu şekilde tespit ve hülasa edebiliriz:



10 Nisan 1920 günü sabahı, namazdan sonra ailesiyle vedalaşan Akif, on iki yaşındaki oğlu Emin'i yanına alarak Çengelköyü'nde oturduğu evden hareket eni. Yürüyerek Üsküdar'da Karacaahmed Mezarlığı'na geldiler. Burada Akif'i, Ali Şükrü Bey (Trabzon'un maktul şehit mebusu, (1884–1923) bir fayton ile bekle¬mekteydi. Faytonla Kısıklı üzerinden Alemdağı'na gittiler. Burada Milli Mücadelecilerin toplandığı bir çiftlikte (Baltacı Çiftliği olmalı) atlara bindiler ve bir süvarinin refakatinde yola devam ettiler. Geceyi bir köyde geçirip, ertesi gün 1zmit ile Adapazarı arasında, Kuvayı Milliye'ye cephane götüren bir kafileye rastlayarak ona katıldılar. Geyve yakınlarında Kuşçubaşı Eşref ve Yenibahçeli Şükrü Beylere rastladılar. Daha ileride bu ikisi ile birlikte topluluktan ayrılarak beş kişilik bir kafile halinde, demiryolundan dekovil ile Ankara'ya gittiler.

Ankara'ya Varış: 24 Nisan 1920
Mehmet Akif ile Ali Şükrü Bey Ankara'ya Mec¬lis'in açıldığı günün ertesi Cumartesi günü öğle sıralarında vardılar. Babasıyla birlikte bulunan Emin, Ankara'ya geldikleri günü şöyle anlatıyor:

"Eskişehir'den Ankara'ya tren ile gittik… Atatürk Ankara'da idi. Millet Meclisi yeni teşekkül etmişti. Gazi ile babamın ilk görüşmelerini bugünkü gibi hatırlarım.
"Tren öğleye doğru Ankara 'ya vasıl oldu. Ali Şükrü Bey, peder ve ben yaylı bir arabadan Millet Meclisi'nin önünde indik. Babam bana, sen buralar¬da otur diyerek, Meclis'in bahçesini gösteriyordu. İşte o sırada Gazi başındaki siyah kalpağı ile gözüktü. Yanında Erzurum mebusu Gözübüyükzâde Ziya Hoca ve daha tanımadığım iki üç kişi var idi. Evvela Ali Şükrü Bey'in elini sıkarak hoş geldiniz diyen Atatürk oldu; bilahare şaire iltifat etti:
" - Sizi bekliyordum efendim, tam zamanında geldiniz, şimdi görüşmek kabil olmayacak, ben size gelirim" dedi.
"Onlar uzaklaşır iken biz de Ankara 'da, acıkan karnımızı doyuracak bir lokanta aradık."
Meclis'in 24 Nisan Cumartesi günü yapılan ikinci toplantısının, öğleden sonra üçte başlayan üçüncü celsesinde, Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey'in, müzakereler sırasında söylediği birkaç cümlenin zapta geç¬miş olduğu görülüyor.
Bu bilgilerin ışığında, "Akif Bey ve arkadaşının 24 Nisan günü öğle vakti Ankara 'ya geldiklerini ve Ali Şükrü Bey'in Meclis'in öğleden sonraki toplantısına, katıldığını" söyleyebiliriz. O sırada henüz mebus ol¬mayan Akif Bey ile oğlu da büyük ihtimalle dinleyiciler arasında bulunuyorlardı...
Akif, Ankara'ya gelir gelmez Hacı Bayram Ca¬mii'nden başlayarak halka hitap etmiş, ikna olunması gereken kimseleri e konuşmalar yapmış, Milli Mücadele'ye yardım edebilecek şehirleri dolaşarak, "Kuva-yı Milliye"nin bir "İttihatçı" hareket olmadığını, bu vatanı da kaybedersek gidecek yerimizin kalmadığını, bu savaşın dine ve Halife'ye hıyanet için yapılmadığını, bunun bir "cihad" ve katılmanın "farz" olduğunu halka anlatmış, şüpheleri giderip, isyanları yatıştırıp, gönülleri tutuşturmuş ve büyük bir "ihtiyaç"a cevap vermiştir.



Burdur ve Biga’dan Mebus Seçilmesi
Mehmet Akif'in Burdur'dan mebus seçilmesine, o sırada yeni seçilmiş olan bir mebusun istifa etmesi ve Mustafa Kemal Paşa'nın onun yerine Akif Bey'in yazılmasını istemesi, sebep olmuştur. Ankara'ya 24 Nisan'da gelmiş olan Akif Bey'in seçilmesi, Paşa'nın 29 Nisan 1920 tarihli bir telgrafı ile Burdur'un bağlı bulunduğu Konya vilayetinin vali vekili ve kolordu kumandanı olan Albay Fahreddin (Al¬tay) Bey'e bildirilmiştir. Burada yapılan seçim sonucunda en fazla oyu Akif Bey almıştır. Mehmet Akif Bey'in, Burdur'dan seçildiğinden haberi olmayan Bigalıların da, onu mebus intihab etmelerine neyin vesile olduğunu bilemiyoruz. Ancak birkaç ay önce Balıkesir'e giderek Milli Mücade!e'yi teşvik babında Zağnos Paşa Cami'inde konuşma yapmış olan Akif Bey'in, aydınlarca esasen bilinen şahsiyetine ilaveten halk tarafından da iyi tanındığı ve böyle bir meselede isminin ilk akla gelenler arasında bulunacağı tabiidir. Burdur'da olduğu gibi burada da en fazla oyu almış olması da bunu göstermektedir.

Milli Mücadele Konuşmaları
Mehmet Akif'in, İstiklal Savaşı yıllarındaki hizmetleri arasında, Kastamonu'da yaptığı faaliyetlerin ayrı bir yeri vardır. İstanbul'dan ve Batı Anadolu'dan Ankara'ya geçişlerin ve yapılan silah vesair hayatî yardımların yolu üzerindeki en önemli bir liman ve merkez olan Gelibolu ve Kastamonu ile civarında, Ekim-Aralık 1920 aylarında dola arak ve Nasrullah Camii'nde toplanan halka defalarca hitap ederek, harbin gerçek sebeplerini ve dünyanın o sırada bulunduğu siyası durumu açıklamış; bütün Müslümanları ve Osmanlı Devleti'ni tehdit eden tehlikelerin asıl kaynaklarını anlatmış; halkı ciddi olarak bilgilendirmiş, böylece onların şuurIanmasını ve mücadeleye katılmalarını sağlamıştır. Bu sırada Sebllürreşad'ın üç sayısı da Kastamonu'da yayınlanmış ve kendisinin çok önemli olan konuşmalarının bulunduğu bu dergi sayıları, binlerce nüsha bastırılarak Anadolu'ya ve cephelere dağıtılmış; camilerde, derneklerde ve askeri birliklerde okutulmuştur. Mehmet Akif'in bu konuşmaları, halen, İstiklal Savaşı'mızın ne için, nasıl ve hangi gayelerle yapıldığını, ilk defa ve içinde yaşayarak anlatan en önemli ve çok kıymetli, tarihi belgelerdir.

Manevi Önder
Halk tarafından çok iyi tanınan ve sevilen Mehmet Akif'in Ankara'ya giderek "Kuva-yı Milliye"ye katılmış olması, bütün millet üzerinde çok müspet bir tesir uyandırmıştır. Mehmet Akif’in, sağlam imanı, itidali ve akl-ı selimi ile o ağır şartlarda mümkün olan en meşru, makul ve doğru olan kararı vereceğine güvenildiği için, onun bu harekete katılarak onaylamış olması, Milli Mücadele'nin, Birinci Dünya Harbi'ne katılışımız gibi, "İttihatçıların, sonu kötü bitecek bir macerası" olacağından korkan veya "devlete karşı bir isyan" olduğunu düşünerek samimiyetinden şüphe eden birçok kimseyi tatmin etmiş ve onların da maddi manevi güçleriyle mücadeleye katılmalarını sağlamıştır.
Onun, sessiz, mütevazı, hiç kimsenin başına kalkmadan, övünmeden, makam ve maaş beklemeden ve insanların kendisinden böyle bir şey beklemediği bir sırada, her şeyini tehlikeye atarak yaptığı bu büyük fedakârlık, kahramanlık ve kısacası büyük vatanseverliğin değerini bilen tarih ve fikir adamları, hiç tereddüt etmeden Mehmet Akif'e, "İstiklal Savaşımızın Manevi Önderi"" sıfatını vermişlerdir. Mehmet Akif, bu şekilde, bütün mevcudiyeti ile katıldığı İstiklal Savaşı'nı, önce, bütün Müslümanların başı olan Türkiye'yi, sonra da İslam âlemini hatta bütün Doğu halklarını maddi manevi esaretten kurtaracak bir mücadelenin başlangıcı olarak görüyordu.

Akif'in Samimiyeti
Mehmet Akif’in Müslüman Anadolu halkı üzerinde büyük tesiri vardı. Onun gerçek bir dindar, katıksız bir vatansever ve halis bir mücahit olduğunu bilen Müslüman aydınlar ve halk, ona tam bir itimat besl-emekteydiler. Gerçekten de Akif bu itimada layıktı ve geçmişi olduğu gibi, yaşadığı hal de bunun şahidi idi. Kastamonu hitabesi sırasında Mehmet Akif Bey, kırk yedi yaşında bulunuyordu. O sabah, yanında taşıdığı kitabın ne olduğunu soran Kastamonulu Hafız Ömer Efendi'ye şu cevabı vermişti:
“Tefsir-i Celâleyn 'dir. Bunu daima yanımda ta¬r Kelam-ı Kadîm gibi okurum. Şimdiye kadar on sekiz defa hatmettim. Şimdi on dokuzuncu hatme de¬m ediyorum."

İstiklal Marşı
Yazdığı şiir, 12 Mart 1921'de, Meclis kararı ile “İstiklal Marşı" olarak kabul olunmuştu. İstiklal Marşımızın yazılma hadisesi de hem milletimize hem de merhuma tam olarak yakışan bir özellik ve güzellik göstermektedir:
Genel Kurmay'ın Milli Eğitim Bakanlığı’na müracaat ederek, "Bu savaşımızın manasını anlatacak, halka ve askere heyecan verecek ve diğer milletlerde bulunan milli marşlara denk olacak bir marş" istemesi üzerine, Milli Eğitim Bakanlığı bütün kuruluşlarına genelge ile bildirdiği gibi gazetelere de ilan vererek “Birinci seçilenin sözlerine 500 ve bestesine 500 lira olmak üzere mükâfat” koyarak, bir müsabaka açtı.
Müsabakaya 724 şiir geldi. Akif Bey, işin içinde para olduğu için, herkes kendisinden istemesine rağmen, bir şey yazmadı. Hâlbuki o sırada bir paltosu yoktu ve çok soğuklarda arkadaşının (Baytar Prof. Şefik Kolaylı) paltosunu ödünç alıyordu... Sonunda Akif Bey'i, kendisine "para vermeyeceklerini" söyleyerek razı ettiler ve işte bu ihlas ve samimiyet ile, muhteşem "İstiklal Marşı"mız kaleme alındı... Akif Bey, mükâfat olarak ayrılan parayı, Darülmesai (İşevi) adlı, Hilal-i Ahmer'e (Kızılay) bağlı bir derneğe verdirmiştir.



İstiklal Marşı'nın Manası
Bu marş - insanı heyecanlara gark eden müthiş bir duygu çağlayanı olduğu gibi aynı zamanda, aziz milletimizin, Müslüman olup öz ve has benliğini bulduktan sonra kazandığı bütün değerleri, yücelikleri ve güzellikleri de tespit edip dile getiren; hepimizin yaşama gayesini tespit ve ilan eden, muazzam bir bildiri ve bir milli yemindir… Bunun böyle olduğu, on kıt'alık İstiklal Marşı şi¬irinin, Büyük Millet Meclisi'nde ilk defa okunduğu 1 Mart ve resmen kabul olunup iki defa üst üste okutulduğu 12 Mart 1921 tarihli celselerinde, ayakta ve her kıt' ası uzun uzun alkışlanarak dinlenilmiş olmasından da bellidir. Hepsi, o günlerin, dini ve milli kültürü iyi bilen seçkin kimselerinden olan ve o sırada savaşın heyecanı içinde bulunan Birinci Meclis topluluğunun bu takdir ve alkışı çok önemlidir.

Mustafa Kemal Paşa'nın Sevdiği Mısralar
Meclis'in 1 Mart celsesine Mustafa Kemal Paşa, 12 Mart celsesine şair ve yazar Hamdullah Suphi Tanrı över başkanlık etmişlerdir. 12 Mart toplantısında ön sırada oturan Mustafa Kemal Paşa'nın büyük bir heye-can içinde ve ayakta alkışlayarak şiiri dinlediği tarihlerde kayıtlıdır. Sonraki günlerde beste çalışmaları yapıldığı sırada, Mustafa Kemal Paşa, "Marş'ın en beğendiği yerinin: 'Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet; Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin istiklal' mısraları olduğunu" söylemiştir. İstiklal Savaşı kazanıldıktan sonra İstanbul'a dö¬nen Mehmet Akif, 1923 ve 1924 yıllarının kış aylarını yakın dostu Abbas Halim Paşa'nın davetlisi olarak Kahire'de geçirdikten sonra, Türkiye'deki siyası gelişmeler yüzünden, 1925 yılı sonundan itibaren temelli olarak Mısır'a gitmeye mecbur olmuş ve ağır şekilde hastalanarak sevgili yurduna döneceği 17 Haziran 1936 tarihine kadar, on buçuk sene orada kalmıştı.

Akif'in Kur' an Meali
Mehmet Akif Bey'in gurbet hayatı boyunca üzerinde çalışıp bitirdiği "Kur'an-ı Kerim Meali"nin hikâyesi de, şairimizin dertlerle dolu hayatının, acıklı sonIa biten bir başka safhası olmuştur: İkinci devre Millet Meclisi'ndeki dindar mebusların, Diyanet İşleri Başkanlığı adına yapılması için karar çıkarttıkları, Kur'an'ın Türkçe meal ve tefsirinin hazırlanması işinde, mealin yapılması vazifesi, herkesin müşterek arzusu ile Akif Bey'e verilmişti. Tefsiri ise Elmalılı Hamdi Efendi yapacaktı. Akif Bey, çok mes'uliyetli bulduğu ve çekindiği bu işi, âlim arkadaşlarının ısrarları ile kabul edip tamamladı. Ancak 1930'lu yıllarda başlatılan "Dinde Reform" cereyanı, dinin esasını bozucu yayınlar, Ezan'ın aslının kanun zoruyla yasaklanması, okuyanların hapsedilmesi ve Kur'an'ın namazlarda da zorla tercümesinin okutulacağı haberleri, Akif Bey'i çok üzdü; bu kötülüğe alet edileceğinden korktu ve meali Türkiye'ye göndermedi.



Meal ne oldu?
Türkçe konuşan Müslümanlar için hem din, hem de lisan bakımından çok kıymetli olan ve zamanın en iyi Türkçe ve Arapça bilen, samimi bir Müslüman edibi tarafından yapılmış olan bu eser, ne yazık ki kendisine emanet edilen zatın yakınları tarafından 1961 yılında Akif Bey'in vasiyeti yerine getiriliyor zannı ile yakılıp yok edilmiştir. Cenab-ı Hak, sanki ona, "Cânı, cananı, bütün varımı alsın da Hudâ/ Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda." dedirtecek kadar çok sevdiği vatanından ayrı kalmasının ızdırabını hafifletmek için, bu vazifeyi takdir etmiş, onu yüce kitabı ile meşgul ve teselli kılmış ve sonunda her ikisini de dünyadan çekip almıştır.

Çok Sıkıntı Çekti
Mehmet Akif’in hayatı, dini, millî ve vatanî dertlere üzülmesinin yanında, maddi olarak da sıkıntı içinde geçmişti. Daha on beş yaşında iken, çok sevdiği babasının vefatı, arkasından iki kere evlerinin yanması ve az bir gelirle yoksul kalmaları, gençliğinin mahrumiyet içinde geçmesine sebep olmuştur. Sonraki yıllarda ise, hür düşünceli ve doğrucu bir fikir adamı olması ve hiçbir hizip veya partiye yaklaşmaması, onu daima büyük zorluklar içinde bırakmıştır. Dergisi, iktidardaki partiler tarafından defalarca, uzun sürelerle kapatılmıştır. Üniversitedeki hocalığından ayrılması da, dergisinde tenkit ettiği politikacıların baskısı ile olmuştur. Mehmet Akif, Kahire'deki on buçuk yıllık ikameti sırasında da, e inin hiç geçmeyen nefes darlığına ve asabı bir hastalığa tutulmuş olması, çocuklarının başıboş kalması ve maddi imkânsızlıklar yüzünden çok sıkıntı çekmiştir. Gerek milletvekilliği, gerek memuriyetleri ve gerekse Milli Marş şairi veya "Safahat" gibi bir milli destan ve kültürümüz için bir eser-i muazzamın sahibi oluşu sebebiyle defalarca hak ettiği emekli maaşının ¬ne yazık ki kendisinden esirgenmesi de buna sebep olmuştur. (Maaşı ölümünden üç ay önce dostlarının gayretiyle bağlanabilmiş, ancak yine de birikenlerden ve ikramiyesinden, kendisi de, yoksul ve kederli ailesi de mahrum ve mahzun bırakılmıştır.

Antakya'da
Kahire'de rahatsızlanan Akif, hava değişimi için 1935 yılı Temmuz ayında Cebel-i Lübnan'a gitti. Âli¬ye'nin yanında Sûku'I-Garb köyünde otele yerleştirildi. Ağustos başında ise, vefakâr eski dostlarının kendisini davet etmesi üzerine, Antakya'ya geldi. Antakya o sırada henüz Fransız idaresinde bulunuyordu. Asi Nehri kıyısında gençlerle dolaşırken "Antakya’yı nasıl buldunuz?" diye sorulunca, " ... Havada bir ağırlık var" diyerek şu kıtayı söylemişti:

Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm,
Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu.
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum;
Ya Rab, beni evvel getireydin ne olurdu? ...

Hastalığı; Ölümü ve Mezarı
Akif Bey, son üç yılında Kahire Üniversitesi'nde Türkçe öğretmenliği yapmıştır. Ancak Mısır'da uzun müddet kalan yabancılara bilhassa musa1lat olan "siroz hastalığına tutulmuş ve durumu ağırlaşınca, 17 Haziran 1936'da İstanbul'a dönmüştür. İstanbul'da yine Abbas ve Said Halim Paşa ailelerinin yardımıyla tedavi olunmuşsa da şifa bulamaya 27 Aralık 1936 tarihinde vefat etmiştir. Hastalığında da resmi bir alaka görmeyen İstiklal Şairi'nin cenazesi, birkaç kişi ve çıplak bir tabutla Beyazid Camii'ne getirilmiş; ancak vefatını duyan ve ağlayarak koşup gelen "üniversiteli gençler tarafından bayrağa ve Kâbe örtüsüne sarılarak, etrafında nöbete durulmuştur. Namazdan sonra mezarlığa kadar tabutu omuzlarda götürülen bu büyük insan ve büyük Müslüman’ın naaşı, kefenin üzerine bayrak sarılarak ve "İstiklal Marşı okunarak kabrine konulmuştur. Kabri bugün Edirnekapısı'ndaki "Şehidlik"te “Mehmet Akif Ersoy Meydanı"ndadır.

Ziyaret -> Toplam : 125,16 M - Bugn : 46616

ulkucudunya@ulkucudunya.com