İki haber…
Süleyman Seyfi Öğün 01 Ocak 1970
Son günlerde iki haber dikkâtimi çekti. Bunlardan birisi Corona virüsün mutasyona uğradığı, eskisinden daha bulaşıcı bir hâle geldiği ile alâkalıydı. Boris Johnson gibi en yetkili ağızlardan duyurulduğu üzere bunun İngiltere, Hollanda gibi memleketlerde görülen bir gelişme olduğu bildirildi. Türkiye hemen harekete geçti ve bu memleketlere olan trafik engellendi. Ardında DSÖ yetkililerinin üye devletleri toplantıya çağırdığı açıklama geldi. Bilemiyorum; başından beri salgın ve aşı ile alâkalı o kadar çok spekülasyon yapıldı ki, insan neye inanacağını artık bilemiyor. Ama beyânat veren kişiler ve otoriteler Başbakanlar ve DSÖ olunca bu haberlerin pek de yabana atılır cinsten olmadığı ortaya çıkıyor.
Gidişât pek de hayra yorulacak cinsten görünmüyor. İyimserlik çok defâ düz bir bakışın eseridir. Buna göre bir yerde salgın yaşanabilir ve normal hayâtı hatırı sayılır derecede aksatıp hasâra yol açabilir. Ama beklentiler tıbbî gelişmelerle bunun önü alınacağı ve hayâtın yeniden normale döneceği istikâmetindedir. Corona salgını için de beklenti buydu. Lâkin gidişât pek de öyle olmuyor. Tekmil dünyâda, baskılamalar, yasaklamalar ve gevşetmeler arasında izlenen siyâsetler dikkât çekici bir istikrarsızlığın göstergeleri hâline geldi. Sık sık “yeni normâl” diye bir şeyden bahsediliyor. Belirsizlik yüklü bir lâf bu. Genel algı bunun “geçici normâl” olduğu yolunda. Hâlbuki gelişmeler bunun geçici olmadığına işâret ediyor.
Salgının kasıtlı çıkartıldığını, The Great Reset ve Green New Deal olarak nitelendirilen büyük bir dönüşüme dayandığını ileri sürenler var. Öyle veyâ değil, bu büyük dönüşümün salgın aracılığıyla kendisine bir fırsat sağladığını anlamak zor değil. Zâten Davos’da yapılan konuşmalarda bu apaçık olarak dile getiriliyor. Hâsılı tipik bir eşlendirmeden bahsetmek zor değil. Bu dönüşümün insanlığı “kamusuzlaştıran “ ve çeşitli “güzellemeler” üzerinden “teknofaşizmi” kurgulayan bir doğrultusu olduğunu yazdık. Çok hazin bir hikâyedir bu. Kamusal hayâtlar geç ortaçağda kent devrimleri ile başladı. Kamusal alanlarda “insan fışkırdı”. Burjuva gelişmelerdi bunlar. Kültürel ve entelektüel iddiası ise “yabancıları” biraraya getiren kamusal tecrübenin “yabancılaşmayı” aşan medeni neticelere ulaşacağı istikametindeydi. Habermas “edebî kamusallık” der buna. Ama bu şenlik devri çok uzun sürmedi. Sanâyi Devrimi kamusal hayâtı üretim işbölümü üzerinden disiplini altına aldı ve “insansızlaştırdı”. Merkezî yapılarla donatılan ve yoğun nüfusların birikimine dayalı olan süreçlerdi bunlar. Büyük kalabalıklar hâlinde yaşayarak, lâkin derin bir “yabancılaşma” ve “yalnızlaşmayla” birlikte idrâk ediyordu insanlık bu kamusal tecrübeyi. Nihâyet sanâyi ekonomilerinin çözülüp dağıldığı bir evreyi idrâk ettik. Kamusal hayâtlar da bundan nasibini aldı. Bu defâ kamusal hayâtlarımızı tüketim ve kültürlerin açığa çıktığı insanlık durumları belirlemeye başladı. Yine etrâfı iyimserlik kapladı. Entelektüeller bu gelişmeyi kamusal hayâtların “insanlılaştırılması” ve “insânîleştirilmesi” için bir fırsat olarak değerlendirdi. Ama netice yine hüsrân oldu. Tüketim çılgınlığı geride aşırı borçlanmalar ve mülksüzleşmeler bıraktı. Kültürel meseleler ise gettolaşmalara ve kan davâsı yüklü yeni kabileciliklere; bir nev’i bedevî dalaşına evrildi.
Elyevm dördüncü evreyi yaşıyoruz. Bu evre kamusal hayâtın insansızlaştırılması ile başlayan sürecin en radikâl boyutunu ifâde ediyor. Kamusal hayâtı bildik “kanlı canlı” hâliye tasfiye etmek ve “siber kamusallığa“ tahvil etmek. Bu, kamusal hayâtın insansızlaştırılmasının en keskin durağına işâret ediyor. Artık mesele kamusal hayât “içinde” ne olacağı değil, bizzât kamusal hayâtın ne olacağı meselesidir. Artık şehirlerin kuruduğu çölleştiği bir devir bu. Kafeler, lokantalar, oteller, sanat galerileri, tiyatrolar, konser salonları, kütüphaneler, üniversiteler; yâni “vahalarımız” birer birer düşüyor. Andre Gorz’un hârika kavramlaştırmasıyla “maddesiz” bir kamusal hayât bu. Lojistik ve sibernetikten oluşan kuru bir dünyâ... Maddî olarak kamusal hayâtı hitâma erdiren keskin bir dönüşüm. Teknolojik bağımlılığın en had safhaya ulaştığı bir evre. Herşeyin dolaylılaştığı, tekmil iletişimin, iş ve işlemlerin teknolojik vâsıtalar üzerinden yürütüldüğü yeni bir “medeniyet”... Çekirdek âilelerin ve genel olarak toplumun çözüldüğü, yalnızlaşmanın birey düzlemine indirgendiği bir “medenî” hâl bu. Eskiden kalabalıklar içinde yalnızdık. Şimdi ise düpedüz yalnızlaşıyoruz. Maddesiz dünyânın yegâne maddi gerçekliği de bu..
İkinci haber ise son siber saldırıyla alâkalı. Bizi bu çöl hayâtını güvenlik konforu ile güzelleyerek kabûle zorluyorlar. Evet, özgürleşim, bireyselleşme davâmız kapanmayla bitiyor. Ama tehlikesiz, güvenlikli bir hayât bunun hediyesi olarak takdim ediliyor. Son saldırı tekmil bütün güvenlik meselesinin aslında ne kadar da kırılgan olduğunu ortaya koydu. Siberfaşizm nihâyet aradığı musibeti buldu: siberanarşizm... Yeni dünyanın ironisi de bu olsa gerekir…..