« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

27 Ara

2020

ALÎ ŞÎR NEVÂÎ

Prof. Dr. Ahmet KARTAL 01 Ocak 1970

Alî Şîr Nevâî, 17 Ramazan 844/9 Şubat 1441’de Herat’ta doğdu. Timur’un torunlarının hizmetine girmekle birlikte Bâbür Şah’ın sarayında da önemli bir mevki sahibi olan Uygur kabilesinden Kiçkine Bahşi’nin oğludur. Anne tarafından dedesi olan Emîr Ebû Saîd Çiçek, Hüseyin Baykara’nın dedesi Baykara Mîrzâ’nın uluğ beyi/beylerbeyi idi. Bu durum, Alî Şîr’in Hüseyin Baykara ile daha çocukluk döneminde tanışıp arkadaş olmalarına, birlikte ders almalarına ve ileriki dönemlerde bir araya gelmelerine sebep olmuştur. Dört yaşına geldiğinde okula gönderilen Alî Şîr, kısa zamanda yaşıtları arasında temayüz etti. Şâhruh’un ölümünden sonra çıkan karışıklıklar üzerine Kiçkine Bahşi o sırada altı yaşlarında olan Alî Şîr’i de yanına alarak Yezd üzerinden Irak’a gitti. Bu yolculuk esnasında uğradıkları Teft şehrinde Timur döneminin önemli tarihçisi ve Zafer-nâme müellifi Şerefüddîn Alî-i Yezdî’nin hângâhında konaklayan Alî Şîr, onunla tanışıp görüştü. Horasan’da vuku bulan karışıklığın son bulmasıyla Kiçkine Bahşi, Alî Şîr’i de yanına alarak 856/1452’de tekrar Horasan’a döndü. Bu zaman zarfında Bâbür’ün hizmetine giren Kiçkine Bahşi bir süre Sebzvar şehri emirliğinde bulundu. Alî Şîr’i de Bâbür’ün himayesine verdi. Alî Şîr, küçüklüğünden itibaren hem Mîrzâ Baykara’nın torunu, Emîr Gıyâseddîn Mansûr’un oğlu olan Hüseyin Baykara ile birlikte büyüdü hem de birlikte öğrenime başladı. Aralarında ölünceye kadar sürecek olan dostluğun temelleri bu yıllarda atıldı. 860/1456 yılında Ebu’l-kâsım Bâbür Meşhed’e giderken Hüseyin Baykara ile Alî Şîr’i beraberinde götürdü. Bâbür 861/1457’de Meşhed’de vefat edince Hüseyin Baykara Merv’e geri döndü. Alî Şîr ise hemen geri dönmeyip bir müddet daha Meşhed’de kaldı ve öğrenimine burada devam etti. Bâbür’ün ölümü üzerine hâmisiz kalan Alî Şîr, Timurlular’ın kuşçu emirlerinden Seyyid Hasan Erdeşîr’den destek ve ilgi gördü. Alî Şîr, Meşhed’de İmâm Rızâ Medresesi’nde tahsil görürken pek çok İranlı âlim ve şâirle tanıştı, birçoğundan da ders aldı. Vaktinin çoğunu kitap okumakla geçiren Nevâî, bazen Emîr Dervîş Muhammed Tarhan ve Emîr Ahmed Hacı ile sohbet etti. Arap aruzunun üstadı sayılan Dervîş Mansûr’dan aruz ilmini tahsil etti. Kıraat ilmini ise Mevlânâ Alî-i Câmî’den öğrendi. Babasının vefatı üzerine 1464’te Meşhed’den Herat’a dönen Alî Şîr, Ebû Sa’îd Mîrzâ’nın hizmetine girdi. Ancak Hüseyin Baykara ile olan yakınlığından dolayı ondan fazla ilgi göremeyince Semerkand’a gitti ve Hâce Celâleddîn Fazlullâh Ebu’l-leysî’nin medresesine iki sene devam etti. Bu süre zarfında Ebu’l-leysî’nin gözde talebesi oldu. Ebû Sa’îd Mîrzâ’nın, 873/1469’te Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın üzerine yürüdüğü sırada Karabağ’da yakalanarak öldürülmesinden sonra Hüseyin Baykara Horasan’ı ele geçirip Herat’ta Timurlular tahtına oturdu. Akabinde arkadaşı ve yakın dostu olan Alî Şîr’i yanına çağırdı. Herat’ın alınışından takriben bir ay sonra buraya gelen Alî Şîr, Sultân Hüseyin’e meşhur “Hilâliyye” kasidesini sundu ve onun hizmetine girdi. Hüseyin Baykara, Alî Şîr’e “mühürdârlık” görevini verdi. Bu tarihten sonra devlet işleriyle de ilgilenmeye başlayan Alî Şîr, ölünceye kadar sadakatle ona hizmet etti. Bağlılığının bir nişanesi olarak Mecâlisü’n-Nefâ’is adlı tezkiresinin sekizinci bölümünü bütünüyle ona tahsis etti. Diğer eserlerinde de yer yer Hüseyin Baykara’dan bahseden Alî Şîr, eserlerinin bir kısmını ise doğrudan onun adına yazdı. Hatta o sıralarda vergi yüzünden ortaya çıkan bir ayaklanmayı Alî Şîr dirayetle önledi. Ayrıca Şâhruh’un torunu Mîrzâ Yâdigâr Muhammed’in, Uzun Hasan’ın desteği ile Herat üzerine yürüyüp şehri ele geçirmesi olayında Alî Şîr’in emrindeki kuvvetlerle şehre girip Mîrzâ Yâdigâr Muhammed’i yakalayarak tahtı kurtarması, onun hem Hüseyin Baykara’ya olan sadakatini hem de büyük bir idareci olduğunu göstermektedir. 876/1472 yılında “Emîr” yani “Dîvân beyi” unvanını alan Alî Şîr, aynı zamanda sultanın nedimi oldu. Hükümdardan sonra idarede söz ve en büyük nüfuz onundu. Mührünü evrakın üstüne değil de altına basarak başlattığı yeni usul daha sonra resmî âdet haline geldi. Devlet idaresinde Hüseyin Baykara’nın yanında sahip olduğu mevki ve nüfuza rağmen idarî işlerden uzak kalmak istiyordu. 881/1476 yılında büyük hürmet ve takdir beslediği devrin önde gelen siması Abdurrahmân-ı Câmî’nin terbiyesine girerek Nakşbendî tarikatına intisap etti. 884/1479 yılında, Ebû Sa’îd Mîrzâ’nın oğlu Mîrzâ Ebû Bekir’in ayaklanmasını bastırmak için Esterâbâd’a yürüyen Hüseyin Baykara, Herat’ta nâib olarak Alî Şîr’i bıraktı. 888-890/1483-1485 tarihleri arasında Hamse’sini tamamladı. 892/1487 yılında Esterâbâd valiliğine gönderildi. Bir yıl bu görevde kaldıktan sonra 893/1488’de görevden affını istedi, kabul edilince Herat’a döndü. Kardeşi Dervîş Alî’nin isyanı ile çok sevdiği Seyyid Hasan Erdeşîr’in ölümüne (894/1489) çok üzüldü ve Seyyid Hasan-ı Erdeşîr’in hayatı, faziletleri ve münasebetlerini ihtiva eden risalesini kaleme aldı. Ayrıca Alî Şîr bu olay üzerine 895/1490 yılında dîvân beyliği görevinden ayrılarak sadece sultanın nedimi olarak hizmetini sürdürmeye başladı. Alî Şîr Nevâî’ye büyük bir saygı duyan Hüseyin Baykara 1490’da bir ferman yayınlayarak herkesin şâire hürmet göstermesini emretti. 897/1492 yılında yakın dostu, mürşidi ve üstadı Abdurrahmân-ı Câmî’nin ölümü de Alî Şîr Nevâî’yi derinden etkileyen bir başka hadise oldu. Hamsetü’l-Mütehayyirîn adlı eseri bu yıllardaki duygularının ürünüdür. Bazı saray entrikaları, Hüseyin Baykara’nın oğulları ve torunları ile olan münasebetleri, şehzadelerin taht kavgaları Nevâî’yi fazlasıyla üzdü. 903/1498 yılında teselli için Meşhed’e gitti, bir müddet orada kaldıktan sonra Hacc’a gitmek için saraydan izin istediyse de yolların güvenli olmayışı sebebiyle izin verilmeyince Herat’a döndü. Burada 12 Cemâziyelâhir 906/3 Ocak 1501 Pazar günü vefat etti ve hayattayken hazırlattığı Kudsiyye Câmii yanındaki kabre defnedildi (Togan 1964; Kut 1989; Mahdum 2006).

Alî Şîr Nevâî’nin kaleme aldığı eserler şunlardır:

Dîvânları

Nevâî çocukluk döneminden başlayıp hayatının sonuna kadar söylediği Türkçe şiirlerini toplayarak yedi farklı divan meydana getirmiştir. Bunlardan Bedâyi’u’l-Bidâye, Hüseyin Baykara’nın isteği üzerine, Türkçe yazdığı en eski şiirlerini topladığı divanıdır. Nevâdirü’n-Nihâye, 1476-1486 yılları arasında kaleme aldığı şiirlerini ihtiva eden ikinci divanıdır. Garâibü’s-Sıgar, yine Hüseyin Baykara’nın şiir yazmada durgunlaştığı sırada Nevâî’ye iki ayrı divan daha tertip ederek bunların sayısını dörde çıkarmasını istemesi üzerine, Nevâî’nin ilk tertiplediği iki divanı ile yirmi yaşına kadar söylediği şiirlerini bir sınıflamaya tabi tutarak oluşturduğu divanıdır. 676 gazel, 1 müstezad, 3 muhammes, 1 müseddes, 1 tercibend, 1 mesnevî, 50 kıt’a ve 133 rubaî’den oluşan eser yayımlanmıştır (Kut 2003). Nevâdirü’ş-Şebâb, gençlik dönemlerinde yani yirmi ile otuz beş yaşları arasına ait şiirlerini ihtiva eder. Nevâî’nin bu dönemdeki duygu ve düşüncelerini dile getiren ve Türk kültürüne ait değerleri yansıtan şiirlerin yer aldığı bu divanında 651 gazel, 1 müstezad, 3 muhammes, 1 müseddes, 1 tercibend, 1 terkibbend, 50 kıt’a ve 5 muamma bulunmaktadır. Eser neşredilmiştir (Karaörs 2006). Bedâyi’u’l-Vasat, şairin orta yaşlarda yani otuz beş ile kırk beş yaşları arasında yazdığı şiirlerden oluşmaktadır. Bu Bedâyi’u’l-Vasat’taki şiirlerinin ekseriyeti olgunluk döneminin duygu ve düşüncelerini yansıtmaktadır. Nevâî’nin şiir söylemede ulaştığı tekâmülü gösteren bu şiirlerde, Türk kültürüne ait maddî manevî değerlerin yanında içtimai hayata ait unsurlar da müşahede edilmektedir. 655 gazel, 1 müstezad, 2 muhammes, 2 müseddes, 1 tercibend, 1 kaside, 62 kıt’a, 10 lügaz ve 12 tuyugdan oluşan eser neşredilmiştir (Türkay 2002). Genellikle ömrünün sonuna doğru yazdığı şiirlerden meydana gelen Fevâidü’l-Kiber yayımlanmıştır (Kaya 1996). Özellikle son dört divandaki şiirlerin tümüyle Nevâî’nin zikrettiği dönemlerde yazıldığını söylemek zordur. Aslında bunlara, büyük bir divanın dört ayrı bölümü demek de mümkündür. Nitekim kendisi de son dönemlerde yazdığı şiirlerle son dört divanındaki şiirleri bir araya getirerek Hazâinü’l-Me’ânî adını verdiği divanını oluşturmuştur. Külliyyât-ı Devâvîn adıyla da tanınan eser, Hamid Süleyman tarafından Kril harfleriyle yayımlanmıştır (1959). Diğer üç cilt ise 1959-1960 yılları içinde neşredilmiştir. Dostu ve mürşidi Abdurrahmân-ı Câmî’nin isteği ve Hüseyin Baykara’nın emri üzerine bir de Farsça Dîvân oluşturan şairin kasideleri dışındaki Farsça şiirlerini Humâyûnferruh neşretmiştir (1342, 1375). Farsça Dîvân, Humâyûnferruh yayınına göre: “Gazeliyyât”, “mukatta’ât”, “müfredât”, “rubâ’iyyât” ve “mu’ammiyyât” bölümlerinden oluşmaktadır. Bu baskıda, Nevâî’nin Nuruosmaniye Kütüphanesi 3850 ve Türk-İslâm Müzesi 1952’de kayıtlı Farsça Dîvân nüshalarında yer alan mensur “dîbâce” ile Rûhu’l-Kuds, Aynü’l-Hayât, Tuhfetü’l-Efkâr, Kûtu’l-Kulûb, Minhâcü’n-Necât ve Nesîmü’l-Huld isimlerindeki altı kasidesi bulunmamaktadır. Hümâyûnferruh neşrine göre Nevâî’nin Farsça Dîvân’ında 486 gazel, 1 tesdîs, terkîb-bend şeklinde bir mersiye, 33 kıt’a, 59 rubâ’î, 10 târîh ve 16 mu’ammâ yer almaktadır. Gazellerin ekserisi Hâfız-ı Şîrâzî başta olmak üzere Sa’dî-i Şîrâzî, Hüsrev-i Dihlevî, Abdurrahmân-ı Câmî, Emîr Süheylî, Selmân-ı Sâvecî, Sâhib-i Belhî, Kâhî-i Kâbilî, Şâhî-i Sebzvârî, İsmet-i Buhârî, Seyfî-i Türk, Kemâl-i Hocendî, Hüseyin Baykara, Hasan-ı Dihlevî ve Vefâyî’ye söylenmiş nazirelerdir. Bir kısmı da Nevâî’nin kimseden etkilenmeden yazdığı şiirlerdir. Gazellerden sonra Nevâî’nin , “Müseddes” başlığı altında Câmî’nin “kâşkî” redifli gazelinin her beytinin önüne dört mısra eklemek suretiyle oluşturduğu bir tesdîs ile şeyhi ve yakın dostu Câmî’nin ölümü üzerine terkib-bend nazım şekliyle söylediği meşhur mersiye gelmektedir. Daha sonra kıt’alar, rubailer, tarihler ve muammalar yer almaktadır (Kartal 2003). Nevâî’nin Türkçe ve Farsça divanlarından seçilen şiirlerden oluşan bir seçki Levend tarafından yayımlanmıştır (1966).

Hamsesi

Alî Şîr Nevâî Türk edebiyatında ilk hamse tertip eden şâirlerdendir. Hamse’nin birinci mesnevîsi Hayretü’l-Ebrâr, Nizâmî-i Gencevî’nin Mahzenü’l-Esrâr’ı ile Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin Matla’u’l-Envâr’ı ve Mollâ Câmî’nin Tuhfetü’l-Ahrâr’ına nazire olarak 888/1483’te aruzun “müfte’ilün müfte’ilün fâ’ilün” kalıbıyla yazılmış olup 4000 beyit civarındadır. 20 “makâle” ve her “makâle”ye eklenen 20 “hikâye”den oluşan eserde şu konular işlenmiştir: İslâm, iman, sultanlar, hırka-pûşların ikiyüzlülüğü, kerem, edep, kanaat, vefa, aşk ateşi, doğruluk, ilim, kalem sahipleri, halka faydalı olanlar, felekten şikâyet, bilgisizlik, kendini beğenmişlik, bahar yiğitliği, feleğin cefasına katlanmak, Horasan hakkında, Bedîüzzamân’a övgü ve kul hikâyesi. Bu konuları işlerken, yaşadığı dönemi göz önünde bulunduran Nevâî, çevresinden aldığı örneklerle eserini zenginleştirmiştir. Özellikle yaşadığı çağın ikiyüzlü sofuları ile bilgiyi hor görüp cahili yüceltenleri eleştirmiş, zalimler ile görevini suistimal edenlere çatarak çağın sosyal hayatını tenkit etmiş, gururuna kapılarak kendinden geçen makam ve mevki sahiplerini uyarmaya çalışmış ve devlet erkânına çeşitli nasihatlar vererek yol göstermiştir (Çetindağ 2011: 288-89; Acar 2002: 52-55). Muhammed Sabir tarafından eser üzerine bir doktora tezi yapılmış (1961) ve bu çalışma daha sonra yayımlanmıştır (Sabir 1966). Alî Şîr Nevâî’nin Ferhâd u Şîrîn mesnevîsi, Nizâmî ile Hüsrev-i Dihlevî’nin Hüsrev ü Şîrînlerinden ilham alınarak 889/1484’te aruzun “mefâ’îlün mefâ’îlün fe’ûlün” kalıbıyla kaleme alınmıştır. Nizâmî, hikâyeyi Şîrîn etrafında kurgularken, Emîr Hüsrev kahramanlara, saray eşrafına hoşça vakit geçirtme gayretinde bulunmuş, gayesi İlâhî aşkı anlatmak olan Nevâî ise merkeze Ferhâd’ı yerleştirmiştir. Ferhâd u Şîrîn’in, türünün diğer eserlerinden ayrılan en önemli özelliği budur. Aşkın ve verdiği azabın terennüm edildiği eserde, Hüsrev maddî aşkı, Ferhâd hakîkî aşkı temsil etmektedir. Hem güçlü ve kuvvetli hem usta hem yardımsever hem de büyük bir sanatçı olan Ferhâd, ideal bir Türk genci olarak gösterilmiştir (Çetindağ 2011: 294). Eser Gönül Alpay Tekin tarafından yayımlanmıştır (1994). Liyev Pyenkovsky tarafından Özbekçeden Rusçaya tercüme edilen eseri (1956), Parsa Şemsiyev ve Hâdî Zarîf ve P. Şemsiyev eski harflerle Taşkent’te neşretmişlerdir (1963). Alî Şîr Nevâî’nin Leylâ vü Mecnûn’unun Nizâmî-i Gencevî ile Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin aynı addaki eserinden hareketle ve aruzun “mef’ûlü mefâ’ilün fe’ûlün” kalıbıyla, 888/1484’te yazıldığı tahmin edilmektedir. 38 bölümden oluşan eser, 3622 beyittir. Nevâî eserini oluştururken kendisinden önce yazılan Leylâ vü Mecnûnları göz önünde bulundurmakla birlikte, onlarda geçen bazı motifleri değiştirmiş, kendisi de birçok motif ilâve etmiştir (Levend 1959: 132-47). Eser üzerine Ülkü Çelik tarafından yapılan doktora tezi (1993) yayımlanmıştır (1996). Alî Şîr Nevâî’nin, Nizâmî-i Gencevî’nin Heft Peyker’i ile Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin Heşt Bihişt’ine cevap olarak aruzun “fe’ilâtün mefâ’ilün fe’ilün” kalıbıyla kaleme aldığı Seb’a-i Seyyâre (Zarîf 1956; Tural 1993)’si, 889/1484’te 50 “bâb” olarak tertip edilmiştir ve 5000 beyit civarındadır. Behrâm’ın güzel cariyesi ile olan macerasının anlatıldığı eser, yedi destancı tarafından yedi ayrı destan şeklinde anlatılmaktadır (Çetindağ 2011: 314-15). Hâdî Zarîf tarafından yayımlanan (1956) eser üzerine Güzin Tural bir doktora çalışması yapmıştır (1993). Alî Şîr Nevâî’nin Sedd-i İskenderî’si, 890/1485’da aruzun “fe’ûlün fe’ûlün fe’ûlün fe’ûl” kalıbıyla yazılmış 7214 beyitten oluşmaktadır. Bu konu Nevâî’den önce Firdevsî, Nizâmî ve Emîr Hüsrev tarafından işlenmiş, Câmî tarafından da Hıred-nâme-i İskenderî adıyla kaleme alınmıştır. Ancak Câmî eserini, Nevâî’nin eserini tamamlamasından sonra bitirmiştir. Nevâî, Nizâmî’yi esas aldığı eserinde İskender’i bir Türk hükümdarı gibi tasavvur etmiş ve onun şahsında Hüseyin Baykara ile Bedîüzzamân’ı anlatmıştır. Eser, Hatice Tören tarafından yayımlanmıştır (2001). Alî Şîr Nevâî’nin Lisânü’t-Tayr’ı hamse dışında kalan mesnevîlerindendir. 3598 beyitten oluşan mesnevînin konusu, Attâr’ın Mantıku’t-Tayr’ından alınmakla birlikte birçok değişiklik ve ilâve yapılmıştır. Nevâî, 904/1498-99 yılında aruzun “fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün” kalıbıyla kaleme aldığı Lisânü’t-Tayr’da Farsça şiirlerindeki Fânî mahlasını kullanmıştır. Eser, Mustafa Canpolat tarafından yayımlanmıştır (1995). Nilgün Gültekin Ateşli ise Gülşehrî’nin Mantıku’t-Tayr’ı ile Alî Şîr Nevâyî’nin Lisânu’t-Tayr’ını şekil ve muhteva özellikleri açısından karşılaştırmıştır (2010).

Tezkireleri

Hüseyin Baykara adına 903/1498 tarihinde Alî Şîr Nevâî tarafından Çağatay Türkçesi ile kaleme alınan Mecâlisü’n-Nefâ’is, Herat Mektebi tezkirelerinin üçüncüsü, Türkçe tezkirelerin ise ilkidir. Tezkirede bahsi geçen şairlerin büyük bir çoğunluğu ile Nevâî bizzat görüşmüş, görüşemediği şairler hakkında ise ya mektuplaşarak ya da yaşlılara danışarak bilgi toplamıştır. Herşeyden evvel söylemek gerekir ki Mecâlisü’n-Nefâ’is, Herat Mektebi’nin ve Herat kültürünün en canlı tanığıdır. Tezkirede bir taraftan dönemin şair, düşünür ve devlet adamları anlatılırken; diğer taraftan toplumsal olaylara, çağın eğilimlerine, kültür ve sanat hayatına da ışık tutulmuştur (Çetindağ 2003: 79).

Mecâlisü’n-Nefâis, bir önsöz ve sekiz tabakadan oluşmaktadır. Eserin her tabakasına meclis ismi verilmiştir. Tezkirenin önsözünde Nevâî, şâirlerin isimlerinin unutulup yok olmaması için musannifler tarafından çeşitli telif eserler oluşturulduğunu, bunlardan Mollâ Câmî’nin Bahâristân’ını sekiz ravzaya ayırdığını, bir ravzasında şâirlerden söz ettiğini; Emîr Devletşâh’ın Tezkiretü’ş-Şu’arâ adlı bir kitap yazdığını ve onda şairleri topladığını belirtmiştir. Daha sonra aynı konuda başka eserler de kaleme alındığını, ancak bunlarda eski şâirlerin yer aldığını ve sıfatlarının belirtildiğini, oysa “Sultân-ı sâhib-kırân (Hüseyin Baykara)” zamanında şiirin her alanında, özellikle gazelde değerli şairler yetiştiğini, bunların eskilerden aşağı olmadıklarını, bundan dolayı isimlerinin ve sözlerinin kaybolmaması için onları toplayarak ötekilere katmak amacıyla bu eseri oluşturmağa karar verdiğini belirtmiştir. Mecâlisü’n-Nefâis’i oluşturan sekiz tabakada daha çok Herat, Horasan ve Azerbaycan’da yaşayan toplam 461 şair yer almaktadır. Bunlardan 46’sı Türk ve Türkçe şiir söyleyen şairlerdir. Nevâî, bu şairler hakkında bilgi verirken bazılarının “Türk” olduğunu, bazılarının da milliyetini söylemeden Türkçe şiir söylediğini belirtmiştir. Türkçe şiir söyleyen şairlerin bir kısmını ise ‘Türkî-gûy’ diye vasıflandırmıştır. Ancak bu tezkirede zikredilen diğer şairlerin içinde Türk asıllı olan başka şairlerin olma ihtimali fazladır. Alî Şîr Nevâî, tezkiresinde sade ve fasih bir dil kullanmıştır. Tezkireyi baştanbaşa okuyacak olursak, gerek şairlerin gerekse şiirlerin değerlendirilişinde belli kelimeler, terkipler, tabirler ve klişelerle karşılaşırız. Farsça ve Arapça kelime ve terkiplerin yanı sıra Çağatay Türkçesine ait kelimeler de vardır. Bu klişe ve tabirleri anlamak ve onlara gerçek anlamlarını vermek şâiri anlamak ve değerlendirmek bakımından hayati derecede önemlidir. İçerisinde Farsça şiir söyleyen şairleri de barındırdığı için bu tezkire, XV. asır Çağatay edebiyatının yanında İran edebiyatı için de önemli bir kaynaktır. Bundan dolayı Mecâlisü’n-Nefâis Fahrî-i Heratî (Hikmet 1323: 1-178; Kartal 2000: 22), Hakîm Şâh Muhammed bin Mübârek-i Kazvînî (Hikmet 1323: 179-409; Kartal 2000: 22), Şeyh-zâde Fâyiz-i Nî-merdânî (Taberî 1372: 352-53; Kartal 2000: 22), Şâh Alî bin Abdulalî (Taberî 1372: 352-53; Kartal 2000: 22) ve Mîrzâ Abdulbâkî Şerîf-i Radavî (Taberî 1372: 353; Kartal 2000: 22) tarafından ayrı ayrı Farsçaya tercüme edilmiştir. Ayrıca Mecâlisü’n-Nefâis’i, Fahrî-i Heratî Ravzatü’s-Selâtîn (tlf. 950/1543) ve Sâm Mîrzâ Tuhfe-i Sâmî (tlf. 957/1550) (Humâyûnferruh 1346) isimli eserleriyle Farsça, Sâdıkî-i Kitâbdâr ise Mecma’u’l-Havâs (tlf. 1010/1602?) adlı eseri ile Türkçe olarak zeyletmişlerdir. Tezkire, Türkiye’de bir komisyon (Ayan vd. 1995) ile Kemal Eraslan (2001), Özbekistan’da ise Suyima Ganieva tarafından (1961) yayımlanmıştır. Uğur Köroğlu ise, tezkirede yer alan Türk edip ve şairler üzerine bir inceleme yapmıştır (2002).

Nesâyimü’l-Mahabbe min Şemâyimi’l-Fütüvve ise, Mollâ Câmî’nin velilerin hayatlarını ihtiva eden Farça Nefehâtü’l-Üns min Hazarâti’l-Kuds isimli eserinin Çağatay Türkçesine tercümesidir. Nevâî’nin çeşitli ilaveler yaptığı eser, Kemal Eraslan tarafından neşredilmiştir (1996a).

Dil ve Edebiyat Eserleri

Risâle-i Mu’ammâ 1492 tarihinde Farsça olarak kaleme alınmış ve Molla Câmî’ye takdim edilmiştir. Eserin nüshası tespit edilememiştir.

Muhâkemetü’l-Lugateyn, Nevâî’nin dil alanındaki millî şuurunu sergileyen önemli bir eserdir. Türkçenin ifade kuvvetinin ve Farsçadan üstünlüğünün vermiş olduğu örneklerle ispata çalışıldığı bu eser, İshak Refet Işıtman (1941) ve Sema Barutçu Özönder (1996) tarafından neşredilmiştir.

Mîzânü’l-Evzân ise, vezinler hakkında toplu bilgi verme amacıyla yazılmış olup, Kemal Eraslan tarafından yayımlanmıştır (1993).

Dînî-Ahlâkî Eserleri

Münâcât, kısa ve secili cümlelerden oluşmakta olup mensur olarak kaleme alınmıştır. Sinân Paşa’nın meşhur eseri Tazarruât gibi Allah’a yakarış konusundadır.

Çihil Hadîs, Câmî’nin aynı addaki Farsça eserinin 886/1481 tarihinde dörder mısralık kıtalar şeklinde yapılmış tercümesidir.

905/1550 tarihinde manzum olarak yazılan Sirâcü’l-Müslimîn, şeriatın hükümleri, Allah’ın sekiz sıfatı ve İslâm’ın esasları hakkında bir akaid kitabıdır.

Mahbûbu’l-Kulûb, sosyal konulara değinilen ahlâk kitabı mahiyetinde önemli bir eserdir. Nevâî’nin hayatına dair bazı bilgileri de ihtiva eder eser üzerine Güzin Çöktü yüksek lisans (1985), H. Zuhal Ölmez ise doktora çalışması (1993) yapmıştır.

Bunların dışında şairin 890/1485 yılında kaleme aldığı Nazmu’l-Cevâhîr isimli bir eseri daha vardır. Nevâî’nin, Hz. Ali’ye atfedilen Nasru’l-Le’âlî’deki Arapça vecizelerin her birini rubâî formunda nazmen tercüme etmek suretiyle yazdığı bu risâle bir incelemeyle birlikte yayımlanmıştır (Türk 2006).

Biyografik Eserleri

Molla Câmî’nin ölümü üzerine yazılan Hamsetü’l-Mütehayyirîn, mukaddime, üç bölüm ve hâtimeden oluşmaktadır. Nevâî, birinci bölümde Mollâ Camî ile olan dostluğundan, ikinci bölümde aralarında gerçekleşen mektuplaşmalardan, üçüncü bölümde ise Câmî’nin eserlerinden bahsetmiştir. Eser üzerine A. Deniz Abik tarafından bir doçentlik tezi (2000) hazırlamıştır.

Hâlât-ı Seyyid Hasan Erdeşîr Big, Nevâî’nin şahsına çok bağlılık duyduğu mürşidi Seyyid Hasan’ın ölümü üzerine onun hayatını ve meziyetlerini, kendisiyle olan hatıralarını anlattığı mensur-manzum karışık olarak yazılmış risâlesidir. Kemal Eraslan tarafından yayımlanmıştır (1971).

Nevâî, çok yakın dostu, şâir, bestekâr ve tabip Pehlevân Muhammed’in ölümü üzerine kaleme aldığı Hâlât-ı Pehlevân Muhammed isimli risâlesinde onun hayatını ve kendisine dair hatıralarını anlatmıştır. Bu risâle de Kemal Eraslan tarafından yayımlanmıştır (1980).

Tarihî Eserleri

Nevâî’nin bunların dışında Târîh-i Enbiyâ vü Hükemâ, Târîh-i Mülûk-i Acem ve Zübdetü’t-Tevârîh isimli tarih kitapları da bulunmaktadır.

Belgeler

Vakfiyye, Nevâî’nin vakfettiği hayratı için Farsça olarak kaleme aldığı eserin Türkçe özetidir.

Nevâî’nin mektuplarından oluşan Münşe’ât’ı üzerine A. Deniz Abik doktora tezi hazırlamıştır (1993).

Manzum ve mensur eserleriyle Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden olan Alî Şîr Nevâî, Farsça Dîvân’ı ve Mecâlisü’n-Nefâis adlı tezkiresiyle İran edebiyatında da önemli bir yere sahiptir. Farsçanın resmî dil olarak hüküm sürdüğü, Fars edebiyatının Mevlânâ Abdurrahmân-ı Câmî ile zirveye ulaştığı ve Türk münevverlerin Farsça eser yazmayı meziyet saydıkları bir dönemde, Nevâî Türkçenin birçok yönlerden Farsçadan üstün bir dil olduğunu savunmuş, Türkçe ile de yüksek bir edebiyat meydana getirmenin mümkün olduğunu bizzat kaleme aldığı kemiyet ve keyfiyet yönünden dikkat çeken eserleriyle ispat etmiş, genç şairleri Türkçe yazmaya özendirmiştir. M. Takî Bahâr’ın, Nevâî’den önce Türk nazım ve nesrinin çok parlak ve gelişmiş olmadığı, ancak Nevâî’nin Türkçe eserler kaleme almasından sonra Bâbür gibi bazı Timurlu mîrzâların manzum ve mensur Türkçe eserler kaleme aldıklarını, hatta İstanbul’da da dil ve üslup bakımından seviyesi yüksek şiirler yazıldığına dair tespiti (Mahdûm 2006: 115) bu hususa ışık tutması bakımından önemlidir. Hayatı boyunca kendini yetiştirmekle meşgul olan Nevâî, ismini sonsuza kadar yaşatacak eserler yazmaya, güzel ve parlak şiirler söylemeye gayret etmiştir (Humâyûnferruh 1346: 334).

Özellikle Nevâî’nin başını çektiği Herat ekolü mensubu şairler, bir yandan Fars edebiyatını geliştirirken diğer yandan şiirde yeni bir üslubun oluşmasına öncülük etmişlerdir. “Tefekkür”, “endîşe” ve “tahayyüle” dayanan Horasan üslubu ile Irak ve Herat üsluplarının karışmasından oluşan ve sebk-i Hindî olarak isimlendirilen bu yeni üslubun “sebk-i Isfahânî” veya “sebk-i Safevî” şeklinde isimlendirilmesinin gerektiğini Hümâyûnferruh özellikle belirtmektedir. Bu da Nevâî’nin yazmış olduğu eserler ve diğer çalışmalarıyla edebî alana yenilik getiren bir şahsiyet olduğunu göstermektedir (Nevâî 1375: 27-8; Mahdum 2006: 115, 122). Sanata ve edebiyata sempatiyle yaklaşarak sanatkârı ve edebiyatçıyı hem destekleyip himaye eden hem de oluşturduğu meclislere davet edip müzakerelerde bulunan; musiki, hat/yazı ve tezhip sanatlarında üstat olan; hazmedilmiş bir ilmin dürüstlüğünü, şiirin inceliğini, tasavvufun ulviyetini ruhunda toplayan Nevâî, ârif ve bilge yönüyle de dikkat çekmektedir. Nitekim onun eserlerinde hâkim olan ruh; samimiyet, sadelik, azim, irade, halis niyet, tam ciddiyet ve vakar gibi ahlak prensipleriyle kendini göstermektedir. Onun dinî, tasavvufî ve felsefî meselelerde derinleşmek için yazdığı şiirlerde tasannu görülürken, halkı bilgilendirmek ve eğitmek için kaleme aldıkları daha kudretli ve başarılıdır. Kendisini nakşibendî sayan Nevâî, sufî olmayıp mutasavvıftır. Nevâî’nin çok kuvvetli tevhidleri, gazel şeklinde samimi naatları ve İslâmî esaslara dayanan didaktik manzumeleri vardır. Tevhidlerinin ekseriyetle tasavvufî nitelikte olduğu görülmektedir (Çetindağ yty: 97). Nevâî divanda hem arifane gazel hem de her gazelde nasihatvarî beyit bulunması gerektiğini belirtmiştir.



Nevâî Ekolü ve Etkileri (Prof. Dr. Yusuf ÇETİNDAĞ)

Nevâî Şark-İslam medeniyetine emeği geçen ve onun önemli bir devresine damgasını vuran büyük bir düşünürdür. Yaşadığı dönemde özellikle de sanat ve edebiyatın gelişmesine yaptığı katkılar bunu doğrulamaktadır. Nevâî’nin yaşadığı dönem XV. yüzyıl Herat’ıdır ve bu şehir Şark-İslam medeniyeti içinde birçok alanda yeni bir üslup ve aşamanın da adıdır. Bu yüzden bu dönemde oluşan sanat/edebiyat geleneğine “Herat Ekolü” denmektedir. Nevâî de Baysungur Mîrzâ ile beraber bu ekolün hem hamisi hem de en önemli simgesidir. Nevâî, Türk kültürü içinde çok önemli bir başarıya imza atmıştır. Çünkü onun ve onun gibilerin katkılarıyla Türkler ilk rönesanslarını Herat’ta idrak etmişlerdir. Bu rönesansta ilim ayağı Uluğ Bey’le anılırken sanat ve edebiyat ayağı Nevâî ile özdeşleşmiştir. Alî Şîr Nevâî, Türk edebiyatında üslûp sahibi birkaç şairden birisidir. O, kendine has bir üslûp oluşturmakla kalmamış, aynı zamanda üslûbuyla, hem kendi dönemi, hem de sonraki yüzyıl şairleri tarafından örnek alınan bir şair olmuştur. Nevâî, çok iyi derecede Farsça bilmesine rağmen, büyük bir cesaret örneği göstererek eserlerini Çağatay Türkçesi ile yazar. Nevâî, eserlerini kaleme aldıktan sonra daha önce hiç bir örneğine rastlanmayan bir gelenek oluşmuş ve onun eserlerini anlayabilmek için sadece eserlerinden örneklerin verildiği sözlükler hazırlanmaya başlamıştır. Nevâî, eserleriyle ve telkinleriyle Türkçeyi sanat ve edebiyat dili yapmakla kalmamış, kendisi de Nizâmî, Hüsrev, Hâfız ve Câmî gibi usta şairlerin isimlerinin yanına ismini yazdırmayı başarmıştır. Hâfız, Câmî ya da Nizâmî’nin tarzından bahsedildiği gibi Nevâî’nin de tarzından bahsedilmeye başlanmış, hatta XVI. yüzyıl Anadolu tezkireleri, üslup sahibi şairler arasında onu birinci sıraya yerleştirmişlerdir.

Nevâî, Muhâmekemetü’l-Lugateyn adlı eserinde her ne kadar Türk şairleri de dâhil olmak üzere herkesin meyli Farsçaya olsa da işlenmiş bir Türkçenin işlenmiş bir Farsçadan üstün olduğunu iddia etmiştir. Ona göre kendi döneminde Türkçenin bir kusuru varsa o da çok güçlü, fakat yabani bir at misali ehlileştirilmemiş olması ya da mükemmel hazinelere giden taşlı bir yol misali düzeltilmemiş olmasıdır. Bu da aslında dilin değil de o dile mensup olanların kusurudur. Türkçenin ve Çağatay Türkçesinin yeni bir “şiir dili” oluşturmak için doğum sancıları çektiği bir dönemde Nevâî; kaleme aldığı manzum ve mensur eserlerle edebî dile büyük katkılar sağlamıştır. Zira Nevâî’ye kadar ne Orta Asya’da ne de Anadolu’da henüz bir şiir dili teşekkül etmemiş, büyük denecek çapta şair yetişmemiştir. Nevâî’nin şiirleri bu açıdan büyük önem taşımaktadır. Bu hâliyle Nevâî, hem Çağatay Türkçesinin hem de Çağatay Türkçesi şiir dilinin kurucu şairi konumundadır. Nitekim Tarlan (1942: 12), Nevâî’nin Çağatay Türkçesini tercih etmesinin büyük bir cesaret işi olduğunu ve bu tercihle neler başardığını vurgulamıştır. Nevâî, Muhâkemetü’l-Lugateyn’de de ısrarla belirttiği gibi Farsçayı mükemmel kullanmasına ve ömrünün kırk yılını Selmân’dan Mollâ Câmî’ye İran şairlerinin şiirlerini incelemekle geçirmesine rağmen ısrarla, cesaretle ve bilinçli olarak Türkçeyi ihya etmek ve şiir dili hâline getirmek için çabalamıştır. Köprülü’ye göre de Alî Şîr Nevâî, gerçekleştirdiği büyük atılımla, sadece Çağatay edebiyatının değil, bütün Türk edebiyatının önde gelen şairi olmuştur (Köprülü 1989: 6). Nevâî, Çağatay Türkçesi ile çok geniş bir yelpazede eserler vermek suretiyle; Orta Asya Türk dili ve edebiyatının gelişmesini sağlamıştır. Bundan dolayı Çağataycaya “Nevâî dili” denmiştir.

Nevâî’nin şiirlerinde son derece kuvvetli bir sehl-i mümteni vardır. Şiirlerinde “ses” açısından da mükemmeli aradığı görülen Nevâî, âhenk unsurlarından aruz, kafiye, redif ve ses tekrarlarını dengeli bir şekilde kullanarak; şiirlerine güfteden ziyade beste havası vermeyi başarmıştır. Özellikle de kafiye ve redife çok önem verdiği görülmektedir. Belki de Nevâî’nin Türk şiiri açısından en önemli yönlerinden birisi ve onu bu anlamda mucit yapan özelliği çok değişik ve orijinal redifler bulabilmesidir. O, Türkçenin sesine uygun ve kulağa hoş gelen redifleriyle, kısa zamanda sesini duyurmayı başarmıştır. Şiirlerindeki vezin çeşitliliği dikkati çeken Nevâî, Türk edebiyatında kullanılan bütün aruz kalıplarıyla şiir yazmıştır. Ayrıca kaside ve gazelden tuyuğa kadar bütün nazım şekillerini kullanmış, denemediği hiçbir nazım şekli kalmamıştır. Nevâî, klasik şiirin bütün özelliklerini yansıtan şiirlerinde anlam ve hayale önem vermiş; ancak şiirlerini derin bir mazmûn anlayışıyla kurgulamamıştır. Onun şiirleri ilk okunduğunda hemen anlaşılmakta, okuru derinlerde saklı anlamlar aramak zorunda bırakmamaktadır. XVI. yüzyıl Anadolu kaynaklarının üzerinde durdukları ve dikkat çektikleri konulardan birisi de muammâcılıktır. XII. yüzyılda ortaya çıkan muammâların en güzel örnekleri XV. yüzyılda Herat’ta verilmiştir. Sanat, edebiyat ve şiirde olduğu gibi muammâda da Herat Ekolü, Şerefeddîn Alî Yezdî, Mollâ Câmî, Alî Şîr Nevâî ve Hüseyin Muammâyî gibi büyük ustaları yetiştirmiş, bunlar da muammâ türünün teorisi hakkında söylenmesi gereken her şeyi söylemişlerdir.

Nevâî, “zü’l-lisâneyn”, yani iki dilli bir şair olduğundan hem Fars hem de Türk şairlerini çok iyi tanıyordu. Tezkiresinde ve Muhâkemetü’l-Lugateyn adlı eserinde takdir ettiği ve küçüklüğünden itibaren nazireler yazdığı şairleri açık bir şekilde anlatmıştır. Lisânü’t-Tayr’ında çok erken yaşlarda Mantıku’t-Tayr okuduğunu ve dolayısıyla Attar’a hayran olduğunu söylemektedir. Zaten Lisânü’t-Tayr da Attar’ın eserine yazılmış bir naziredir. Ayrıca o, Fevâ’idü’l-Kiber’de Hüsrev-i Dihlevî, Hâfız-ı Şirazî ve Mollâ Câmî’den övgüyle bahsetmekte ve onların yolunu takip ettiğini belirtmektedir (Kaya 1996: 704). Zaten “Nevâî, ilk şiirlerini Farsça yazmıştır. Türkçe şiire dönmesinde çevresinin de etkisi olduğuna şüphe yoktur. Nevâî’nin babasının, dayılarının Türkçe şiirleri olduğu gibi, koruyucusu Sultân Ebulkâsım’ın da Türkçe şiirleri vardır. Ayrıca çok sevdiği Seyyid Hasan Erdeşîr de ona şair Lutfî’yi okumasını ve örnek almasını salık vermiştir (Kut 1989: 450).” Nevâî ilk divanının önsözünde ise Türk şairleri Lutfî ve Sekkâkî’yi överken, Emîr Şeyhim Süheylî’nin Farsça şiirlerini beğendiğini söylemiştir (Ayan vd. 1995: 2). Nevâî, mesnevîde üç büyük üstad olduğunu ve kendisinin de bu üstadlara cevap verdiğini söylemektedir. Bu üstadlar Nizâmî, Hüsrev-i Dihlevî ve Mollâ Câmî’dir. Nitekim Nevâî’nin Hamse’sinin ilk mesnevisi olan Hayretü’l-Ebrâr, Nizâmî’nin Mahzenü’l-Esrâr, Hüsrev’in Matla’u’l-Envâr ve Câmî’nin Tuhfetü’l-Ahrâr adlı mesnevîlerine cevaptır. Ayrıca Ferhâd u Şirin’i, Nizâmî ve Hüsrev’e; Leylâ ile Mecnûn’u Nizâmî ve Hüsrev’e; Seb’a-i Seyyâre’si Nizâmî ve Hüsrev’e; Sedd-i İskenderî’si Nizâmî ve Hüsrev’e ve Lisânü’t-Tayr’ı da Attâr’ın Mantıku’t-Tayr’ına nazire olarak kaleme alınmıştır.

Nevâî’nin, özellikle Farsça Dîvân’ındaki şiirlerinden ve nazirelerinden gazelde hangi şairlerin etkisinde kaldığını anlamak mümkündür. Burada Sa’dî-i Şîrâzî, Hüsrev-i Dihlevî, Hasan Dihlevî, Hâfız-ı Şîrâzî, Kemâl-i Hocendî, Selmân-ı Sâvecî ve Abdurrahmân-ı Câmî’nin adlarını zikretmiştir. Nevâî’nin gazellerini iki temel bölümde değerlendirmek mümkündür. Birinci gruba giren gazelleri Hâfız, Kemâl ve Fahruddîn-i Irakî’deki gibi Sebk-i Irakî tarzında, ikinci kısmı ise Mollâ Câmî, Vahşî-yi Bâfkî ve Baba Figânî’de görülen Sebk-i Irakî’den Sebk-i Hindî’ye geçişin izlerini taşıyan geçiş dönemi tarzındadır. Nevâî’nin Farsça Dîvân’ındaki 485 gazelin 231’i Hâfız’a yazılmış nazirelerden oluşur. Ancak Nevâî’nin Hâfız’dan farkı beyitte birkaç anlam yerine bir anlama yoğunlaşmasıdır. Bunun dışında Mollâ Câmî’ye 39, Hüsrev’e 33, Sa’dî’ye 25, Hocendî’ye 5, Şâhî’ye 3, Baykara, Selîmî, Dihlevî ve Selmân’a da 2’şer nazire yazmıştır. Bu durumda Hâfız ve Mollâ Câmî, Nevâî’nin gazeldeki iki büyük üstadı konumundadır.

XV. yüzyılın ikinci yarısında yaşayan Alî Şîr Nevâî, sadece Anadolu şairlerini değil tüm Türk şairlerini etkilemiş önemli bir şairdir. Onun etki sahası Hindistan’dan Herat’a, Herat’tan Azeybaycan ve Anadolu’ya kadar uzanmıştır. Öyle ki tüm Türk dünyasında XVI. yüzyıla “Nevâî yüzyılı” dense mübalağa edilmiş olmaz.

Nevâî öncelikle Orta-Asya’da XIX. yüzyıla kadar etkisini sürdürmüş bir şairdir. Bu etki Timurlular döneminde daha kendisi hayattayken başlamış, Hanlıklar döneminde yoğun bir şekilde devam etmiştir. Hatta XIX. yüzyıldan sonra bile hem şiirleriyle hem de şahsiyetiyle Özbekistan ve Afganistan’ın Herat bölgesinde Nevâî’nin yaşadığı görülmektedir. Bu etkinin halk hikâyelerine ve şiirine kadar indiği de bir gerçektir. Nitekim Prof. Dr. Nurullah Ahmedov (1997:193), Nevâî’nin Orta Asya’daki derin izlerini ve etkilerini şöyle özetlemektedir:

“Dünya edebî ve ilmî hayatına yakışır bir şekilde büyük katkısı olan Alişer Nevâî’nin edebî ve ilmî faaliyetleri, bunların haricinde ibretli hayat tarzı, şahsiyeti, onun yaşadığı zamanda bile âlim ve fazılların, kitap ehli ve devlet adamlarının, geniş toplum kitlelerinin dikkatini üzerine çekti. Onun şahsiyetine olan bunun gibi ilgilerin sonucu olarak edebî ve ilmî eserlerde, tarihî yazılarda ‘kendi’ halkını derinden seven, tam manasıyla insan olan Alişer Nevâî tiplemesi yaratılmaya başlandı, dünya insanını iyilik yolunda eğitmek, onları pozitif hisler sahibi olarak yetiştirmekte Alişer Nevâî şahsiyeti örnek olarak gösterildi. Alişer Nevâî’nin Özbek edebiyatı, edebî dilini geliştirmesindeki büyük hizmetleri, zengin ve eşsiz icat ve mirasını öğrenmek beş asır devamında ne kadar önem, ilgi kazandıysa, onun şahsiyetini telkin etmek de geçen zaman içerisinde geniş kavrama sahip oldu. Alişer Nevâî’nin edebî tiplemesinin gerçek yaratıcılıkta ‘Nevâîcilik’ biliminin o kazançları büyük öneme sahip oldu. Bu geniş dönemde Nevâî konusu tüm kardeş halklar edebiyatına girmesi, bu dönemin beşeri Nevâîciliğinin büyük kazancı olarak gösterilebilir.”

Bugün Orta Asya’nın en eski ve en önemli edebî dili olan Özbekçenin şekillenişi de Alî Şîr Nevâî’nin katkılarıyla gerçekleşmiştir. Nevâî’nin mükemmelleştirdiği bu edebî dil yine onun etkisinde günümüze kadar yaşayarak gelmiştir. Abdurrahmanov (1994: 3), “Özbek Halqının Etnogenezi va Özbek Tilinin Şakllanişi” başlıklı makalesinde Nevâî’nin Özbek edebî dili için ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu şöyle anlatmıştır: “Navaiy esa oz davri adabiy tilini izladi, mukammallaştirdi, Arab ve Fars tilinin bay vasitalari bilan bayitdi. Natiçada bu adabiy til oziga has bir şaklga kirib, qalibga tuşib, nir neca asrlar davamida ozgarmay keldi, başqa adib ve şairler ucun namuna bolib qaldi.”

Nevâî’nin etkisinde en fazla kalan bölgelerden birisi de hiç şüphesiz Hindistan’dır. Bilindiği gibi Timuroğulları Hüseyin Baykara’dan (1506) sonra tarihe karışır ve onların mirası Özbek Hanlarına kalır. Diğer taraftan Timuroğulları soyundan gelen Bâbür, önce Herat ve Semerkand’da tutunmak ister; fakat başarısız olur. Bunun üzerine sırasıyla Afganistan ve Hindistan’da büyük zaferler kazanır. Ardından Hindistan’da Bâbürlüler Devleti’ni kurar ve bu devlet uzun yüzyıllar o bölgelerde hâkimiyetini devam ettirir. Dolayısıyla da burada yaşayan Türkler dil olarak Çağataycayı kullanırlar. Bölgede oluşan edebiyat dili ise Nevâî’nin ve Sultan Bâbür’ün kaleme almış olduğu eserlerin izinde devam eder. Tabii olarak bu bölgenin insanı kendilerini hem Timuroğullarının hem de Nevâî’nin mirasçısı olarak görürler. Bölgede uzun süre Nevâî’nin şiirleri ve mensur eserleri etkisini devam ettirir (Bilkan 2001: 51).

Azerbaycan Türk edebiyatı da Nevâî’den yoğun bir şekilde etkilenmiştir. Ahmed Caferoğlu bu etkinin Nevâî’nin yaşadığı dönemden başladığını söylemektedir (1976:467). Muharrem Ergin’e göreyse sırf Nevâî etkisinden dolayı Azerbaycan’da uzun süre iki değişik Türkçe -Batı Türkçesi ve Doğu Türkçesi- kullanılmaya devam etmiştir (Ergin 1981: 11). Nevâî etkisinin özellikle de Safevîler döneminde devam ettiğini E. M. Demircizade ve Roza Eyvazova gibi Azerbaycanlı araştırmacılar da dile getirmektedirler. Eyvazova’ya göre XV. yüzyıl Azerbaycan sahası şairlerinden Basîrî, Kişverî, Ziyâyî, Hukî, Allâhî, daha sonra Şâh Kulı Bey, Sûsenî Bey, Perî Peyker ve daha birçok şairde Nevâî etkisi açık bir şekilde görülmektedir. Ayrıca Çağatayca sözlüklerin büyük bir çoğunluğunun bu bölgede kaleme alınmış olması da Nevâî etkisini gösteren diğer önemli bir unsurdur (Demirci 1998: 4).

Nevâî, Anadolu’da özellikle XV ve XVI. yüzyılda etkili olmuştur. XVI. yüzyılda kaleme alınan tezkireler, bazı şairlerin kendilerine has üslubu olduğunu sık sık dile getirirler. Bu şekilde üslubundan bahsedilen şairlerin başında Nevâî gelmektedir. XVI. yüzyıl tezkireleri Osmanlı şairleri ile Nevâî arasındaki ilişkiden bahsederken kimi zaman onunla yapılan görüşmelerden, kimi zaman mektuplaşmalardan, kimi zaman da ona yazılan nazirelerden bahsetmektedirler.

XVI. yüzyıl Osmanlı tezkirecilerini uğraştıran meselelerden birisi de Nevâî’nin şiirlerinin ve eserlerinin Anadolu’ya nasıl geldiğidir. Çünkü bu konudaki rivayetler birbirinden farklıdır. Kimi tezkireler sözkonusu şiirlerin II. Bâyezîd’e gönderildiğini söylerken kimi tezkireler de Behiştî, Kandî ve Basîrî’nin Nevâî ile bizzat görüştüklerini, şiirlerinin de ilk olarak Basîrî tarafından Anadolu’ya getirildiğini kaydederler. Bu konuda en net bilgiyi veren Latîfî (Canım 2000: 101), bu hadiseyi şöyle anlatmaktadır: “Sultan Bâyezîd zamânında Hazret-i Şeyh Câmî ve Mevlânâ Nevâî terbiye-nâmesiyle Rum’a gelmiş ve Nevâî Dîvânı’nı evvel diyâr-ı Rûm’a ol getirmiştir. Ekser evkâtın diyâr-ı Rum’da geçürmegin tarz-ı şi’rde Türkî ibâret nâzımları şîvesin ve Rum şairleri işvesin ri’âyet itmişdür.” Görüldüğü gibi Latîfî, Nevâî’nin şiirlerini Anadolu’ya ilk defa getirenin Basîrî olduğunu açıkça belirtmiş, Anadolu’da uzun süre kaldığı için Basîrî’nin Anadolu şairlerinin şivesiyle yazdığını, bir başka deyişle Çağatay şivesini bıraktığını ifade etmiştir. Âşık Çelebi ise (Kılıç 2010: 421) “Nevâî merhûmın Mecâlisü’n-Nefâ’is’inde mezkûr olan şu’arâdan ve pây-ı taht-ı mülk-i Horâsân olan Herât’da Sultân Hüseyn ve Nevâî ve Câmî ve Binâî ve ol asrun ekâbiri hıdmetine irişmiş zurefâdan idi.” demekle yetinip, Basîrî’nin Nevâî’nin şiirlerini getirdiğine değinmemektedir. Bununla beraber, şairin adının Mecâlisü’n-Nefâ’is’de yer aldığını belirtmektedir. Kınalı-zâde (Sungurhan Eyduran 2009: 176-177), Latîfî’den ve Âşık Çelebi’den yararlanarak her iki rivayeti birleştirmekte ve “Horasan’dandur. Nevâî mezbûrı Mecâlisü’n-Nefâ’is adlu kitabda îrâd itmişdür. Hazret-i Câmî ve Nevâî’nün gazelleri sipariş-nâme ile Sultan Bâyezid’a gelmişdür.” demektedir.

Sonuç itibariyle, Nevâî’nin gazelleri bir şekilde Anadolu’ya gelmiş ve başta Ahmed Paşa olmak üzere birçok şair tarafından okunmuş ve tanzir edilmiştir. Şakâik Tercümesi’nde (Özcan 1989: 336) Nevâî ile Cafer Çelebi ilişkisinden söz edilmektedir. Ayrıca Nevâî’nin Anadolu’daki başka şair ve devlet adamlarıyla mektuplaştığı da bilinmektedir. Kaynaklara göre Nevâî’nin mektup arkadaşlarından birisi hem bir devlet adamı, hem de bir şair olan Adnî mahlaslı Mahmûd Paşa (Velî Mahmûd Paşa öl. 879/1474)’dır. Âşık Çelebi (Kılıç 2010: 1057), Adnî’nin Nevâî ile mektuplaştığından ve bu mektupların kusursuz olduğundan bahsetmektedir. Bu da Alî Şîr Nevâî’nin genç yaşlarında Anadolu’da tanındığını, Osmanlı devletinin ileri gelenlerinden hiç değilse biriyle irtibatı bulunduğunu göstermektedir.

Anadolu’da Nevâî’yi tanıyan ve ona nazire yazan şairlerden birisi de Cemîlî’dir. Tezkirelere göre Cemîlî nazire meselesinde biraz ileriye gitmiş ve Nevâî’nin gazellerine “kafiye-be-kafiye” nazire yazmıştır. Gerçekten de Cemîlî’nin Dîvân’ını Çağatay Türkçesi ile kaleme aldığı ve neredeyse bütün şiirlerinin Nevâî’ye nazire olduğu görülmektedir. Türkmen olan ve Anadolu’ya sonradan gelen Cemîlî hakkında Latîfî (Canım 2000: 217) şunları söylemektedir: “Ekser eş’ârı Nevâî tarzındadur. Nevâî’nün üç cilt dîvânında olan eş’ârına külliyen kâfiye-be-kâfiye nazîre dimişdür. Ammâ mücerred nazm u kafiyede nazîredür. Sanat ve hayâlde ve letâfet-i makâlde degül.” Dolayısıyla Latîfi’ye göre bu nazireler vezin ve kafiye benzerliğinden öteye gitmemiş, hayal ve letafet bakımından yetersiz kalmıştır.

Nevâî’yi yakından tanıyan ve onun eserlerine nazire yazan şairlerden birisi de Şâh Muhammed Kazvînî’dir. Âşık Çelebi (Kılıç 2010: 1419), Şâh Muhammed’in Nevâî’nin Mecâlisü’n-Nefâ’is adlı tezkiresine Farsçaya zeyl yazarak Yavuz Sultân Selîm’e sunduğunu belirtmiştir. Nevâî’nin Anadolu’daki yakın takipçilerinden birisi de Lâmi’î Çelebi’dir. Latîfî’ye (Canım 2000: 475) göre Bursalı Lâmi’î, Nevâî’nin Ferhâd u Şîrîn adlı mesnevisindeki Tatar ibarelerini Türkçe terkiplere aktararak Anadolu Türkçesine kazandırmıştır.

Nevâî’nin belki de Ahmed Paşa’dan sonra en önemli takipçisi Fuzûlî’dir. Nevâî şivesi yani Çağatayca ile Azerî ağzı arasında büyük benzerlik gören Osmanlı tezkirecileri, bu yüzyılda Azerî ağzıyla yazan şairlerin hem dillerini hem şairliklerini Nevâî ile karşılaştırmışlardır. Latîfî (Canım 2000: 435), Fuzulî hakkında: “Nevâî tarzına karîb bir tarz-ı dil-firîb ve üslûb-ı acîbi vardır.” demiştir. Ahdî (Solmaz 2009: 242), Fuzûlî’nin üç dilde şiir yazabildiğinden, mu’ammâ ve aruzda mâhir olduğundan ve Nevâî tarzına olan yakınlığından bahsetmiştir: “Lisân-ı Tâzîde olan ebyâtı fusahâ-yı Arabda meşhûr güftâr-ı Nevâî-âyîni Türkân-ı Moğol yanında mezkûr ve zebân-ı Fürsde olan Dîvân’ı pesendîde-i şu’arâ-yı her merzbûm ve eş’âr-ı Türkîsi makbûl-ı zurafâ-yı Rûm olmışdur.”

Şarktaki Çağatay şairlerini ve Garptaki Anadolu şairlerini iyi tanıyan Fuzûlî, Dîvân’ının mukaddimesinde bundan bahsetmiştir. Leylâ vü Mecnûn’unda da:

Olmışdı Nevâî-i sühandân

Manzûr-ı Şehenşeh-i Horâsân

demiştir. Zaten Fuzulî, bunları söylemese bile o kadar Nevâî havası içinde yaşar ki dil hususiyetleri farkı olmasa bunları birbirinden ayırt etmek güç olur (Tarlan 1942: 18).

Nevâî’nin ilginç takipçilerinden birisi de Kâtibî mahlaslı denizci Seydî Alî Reîs’tir. Şair, Hindistan’a bir sefer vesilesiyle gidip orada Çağataycayı ve Nevâî’yi yakından tanıma fırsatı bulmuştur. Daha sonra bu lehçe ile Nevâî’ye nazireler yazmıştır. Bu yüzden Hindistan’da kendisine Nevâî-i Sânî lâkabı takılmıştır. Âlî (İsen 1994: 263), bu seyahati şöyle anlatmıştır: “Deryâ seferinde bahr-ı ummân seyâhatında nâdir-i rûzgâr olan Seyyid Alî’dür ki diyâr-ı Acem’i ve memâlik-i Hind ü Sind ü Deylem’i gezüp Rûm’a gelmişdür. Üç buçuk yıl seyâhatdan sonra Hind ü Sind ve Horâsân ve Gücerât ve Şîrâz u Âzerbeycân selâmın getürmişdür.”

Nevâî’yi Anadolu’da yakından takip eden ve ona Çağatayca tanzir edecek kadar iyi tanıyan şairlerden birisi de Bahtî’dir. Sertkaya’nın (1973:157) bir arşiv belgesine dayanarak verdiği bilgiye göre Bahtî’nin, Nevâî’ye Çağatay lehçesi ile yazdığı iki naziresi vardır.

Bahtî’nin kimliği hakkında bir bilgi bulunmamaktadır. Yalnız ikinci nazirenin sonunda verdiği bilgilerden onun bir Osmanlı şairi olduğu ve II. Bâyezîd’den mansıp dileyip “gurebâ-yı yemîn”den olmak istediği bilinmektedir.

Yukarıda da belirtildiği üzere XVI. yüzyıl tezkirecileri Nevâî’yi çok iyi tanımaktadır. Bu tezkirecilerden Âşık Çelebi (Kılıç 2010: 1484), Sânî maddesindeki bir örnek üzerine “bî-ihtiyâr” Nevâî’nin bir beytini hatırlayabilecek kadar şiirlerine aşinadır. Âşık Çelebi ve Gelibolulu Âlî’nin anlattığına göre XVI. yüzyıl başında “Türkî dil” denince akla gelen ilk şair Nevâî’dir. Nitekim bu devir şairlerinden Şükrî, Sultân Selîm’e verdiği bir arz-ı hâlde Türkçe şiirde ölçü olarak Nevâî’yi göstermiştir:

Türkî dirin revân Nevâî gibi

Fârisîde hemân Benâyî gibi (İsen 1994: 233)

Nevâî’nin tesiri hakkında tezkirelerde, sayısız örnek vardır. Tezkirecilerin “Nevâî tarzı”na yatkın olarak gördükleri şairlerden bazılarının isimleri şunlardır: Şâhî-i Şarkî, Hâfız-ı Acem, Niyâzî, Pîrî Çelebi, Azmî Efendi, Hâlî Efendi, Salâhî, Celâl Çelebi, Feyzî Çelebi, Ferâgî, Hıfzî, Zühdî, Şuhûdî, Sabrî Çelebi, Sabâyî, Zâyi’î, Ulûmî, Gıyâsî, Mecdî. Herat Ekolü şairlerinin, Anadolu’da sahip olduğu kuvvetli etkiyle Anadolu’da XV. ve XVI. yüzyıllarda Hayâlî Bey, Zâtî, Yetîm Alî, Yahyâ Beg, Cinânî, Bursalı Rahmî vb. birçok şairin, şiirlerinde Mollâ Câmî ve Nevâî’nin ismini andıkları da görülmektedir.

Ziyaret -> Toplam : 125,15 M - Bugn : 29816

ulkucudunya@ulkucudunya.com