« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

04 Oca

2021

Prag Baharı’ndan Günümüze Rusya’nın Dış Politika Doktrinleri

Levent Kemal - M. Çağatay Cebe 01 Ocak 1970

Bugün çok konuşulan Avrasyacılık1 ve Avrasyacılığın başını çeken Rusya’nın dış politikası her zaman dönemsel ve birbirini takip eden doktrinlerin çevresinde şekilleniyor. Bu doktrinlerin temelinde Napolyon’u mağlup ederek kendisini Avrupa’ya uyum2 ile kabul ettiren Çarlık dönemi ile, Sovyet devrimi ve devrime muhalif aydınların entelektüel müktesebatı ve iki kutuplu soğuk savaş döneminin etkileri yatıyor.



Napolyon’un Çarlık Rusya’sı tarafından durdurulmasından yaklaşık yüz otuz yıl sonra Rusya bu sefer Sovyet iktidarında Nazi güçlerine karşı giriştiği mücadele ile kendisini Avrupa’nın ortasında buldu. Bağımsızlığın ardından ABD’nin dünya siyasetine etkin şekilde müdahil olması ve art arda gelen dünya savaşları nedeniyle Avrupa dünyanın merkezi olmaktan çıkmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde ise kıta Sovyet Rusya-ABD soğuk savaşında arada kalmış haldeydi.



Bu dönem aynı zamanda ülkenin merkezi olarak nitelenebilecek kesiminin, Komünist ideoloji sayesinde kimlik bunalımını geri bırakıp böylece Rusya’nın rekabetçi bir çizgiye yerleştiği dönemdi. Artık Batı ve onun kapitalizmi özenilecek bir odak değil, her yönden alt edilip geride bırakılacak bir düşmandı. I. Petro’nun Avrupalılaşma girişimi ile temelleri sarsılan Çarlık döneminin mesihçi-dini düzen ve idealleri Sovyet komiteleri tarafından alaşağı edilmişti. En azından Sovyet deneyiminin 1945’ten sonraki üç on yılı bu şekilde düşünüyordu. Karşıtında da bir şekilde Sovyet parti bürokrasisi ile aynı şekilde yankı bulan bu düşünce, Avrupa ve ABD güvenlik yaklaşımlarını derinden etkilemişti. Çift kutuplu dünya çeşitli mücadele alanları içinde git-geller yaşıyordu.



Ne var ki bu durum çok uzun sürmedi. Gorbaçov döneminin Glasnost ve Perestroyka politikaları ile Rusya geçmişinin hesabı öderken sancılı bir geçiş dönemine girdi. Bu süreç siyasal, askeri ve yapısal olduğu kadar Sovyetler sonrası dönem için Moskova’nın kendisini yeniden bir kimlik, güvenlik ve dış politika bunalımının içinde bulmasına neden oldu.



Ancak bu bunalım Moskova’nın ilk bunalımı, dış politika perspektifi konusunda yeni siyasal ortamdan dolayı oluşan boşluğu doldurma ihtiyacında bocaladığı ilk dönemi değildi. Sovyet devri için çokça ifade edilen, devrim ihracı olarak basit şekilde isimlendirilmiş Sovyet dış politikası, İkinci Dünya Savaşı ile ciddi şekilde değişmişti. Savaş, Maoizm’in doğuşu, ulusal karakterdeki sosyalizm mücadeleleri ve Sovyet sisteminin bürokratik bir diktatörlüğe dönüştüğü şeklindeki eleştiriler ve benzeri etkiler Sovyet sistemini kendi sınırları içinde bile zorlar hale gelmişti.



İkinci Dünya Savaşı öncesinde, çevresindeki ülkelere göre daha demokratik olarak nitelenebilecek olan Çekoslovakya bu minvalde Rus dış politikasında müdahaleci doktrinlerin inşasına etkisi bakımından önemli bir yer tutmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı sonuçları nedeniyle otoriter-faşist rejimlerin yaygınlaştığı Avrupa’da nadir demokratik rejimlerinden birine sahip olan Çekoslovakya hem kendi tarihini hem de Rus siyasi yaklaşımını İkinci Dünya Savaşı sonrasında sürdürmeye çalıştığı demokrasi ile değiştirmiştir. Çok partili Çekoslovak siyasi yaşamındaki politik zenginlik 1945 sonrasındaki Sovyetik etki ile kaybolmuş, siyasi hayat negatif manada basitleşmiştir.


Nazi işgali döneminde Nazilere karşı mücadeleleri nedeniyle öne çıkan Komünistler Çekoslovakya’nın siyasi hayatında, Sovyetlerin de etkisi ile, öne çıkmıştı. Ancak ülkenin önünde ciddi sorunlar vardı. Uzun süre bu sorunları çözmekte başarısız olan Çekoslovakya, Moskova’da Stalin’in liderliğe geçmesi ile sert bir Stalinizasyon dönemi yaşadı. 1960’lı yılların ortasına kadar Çekoslovakya Komünist Partisi Stalin döneminin sert uygulamalarına devam etti. 60’ların ikinci yarısında ise ülkede bir çözülme evresi yaşanmaya başlandı. Bu süreçte Stalin dönemiyle doğrudan bağlantısı olan parti ve devlet yöneticileri görevden alındı. 1952-53 yıllarında siyasi polisi yöneten Karol Bacílek Slovak Komünist Partisi birinci sekreterliğinden azledildi ve yerine Alexander Dubcek getirildi. Dubcek daha sonra Çekoslovak Komünist Partisi sekreteri oldu ve hızla reformlara yöneldi. Stalin döneminin ve Moskova’nın tercihi olan baskı mekanizmalarını kaldırmaya başlayan Dubcek’in bu hareketi Moskova’da sosyalizm düşmanlarının güçlendirilmesi olarak nitelendi.

Sovyetler Birliği Dış Politikası: Breznev Doktrini
Sovyetler Birliği’nin uluslararası ilişkilere olan bakış açısı işte bu sırada, 1968 yılında, değişti. Çekoslovakya’nın başkenti Dubcek’in reformlarını bastırmak isteyen Sovyet ve Varşova Paktı askerleri tarafından işgal edildi. Prag’ta işgal karşıtı başlayan halk gösterileri işgalci askeri birlikler kullanılarak bastırıldı. Bu gelişmeyle birlikte Sovyetler Birliği, 1968 yılının Kasım ayında “Breznev Doktrini” adıyla da bilinen dış politika modeliyle yeni bir yapılanmaya gitti.



Başka ülkelerde Sosyalizm ve Moskova ile olan bağların zayıflamasının bütün bir sisteme yönelik tehdit olduğu düşünen Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Leonid Breznev, Batılı devletlerin geliştirmiş oldukları taktik ve stratejilere cevap olarak kendi doktrinini oluşturmuştu. Sosyalist kanadın güçlenmesini isteyen Breznev, içinde bulunulan Soğuk Savaş halini sıcak bir savaşa çevirmemek amacıyla diğer ülkelerde “devrim ihracı” ile güçlenmeyi hedefledi. Bu yaklaşım Rusya’nın Sovyetler sonrası döneminde uygulayacağı askerlik dışı unsurların askerileştirilmesi ve savaşın yeniden tasarlanması fikrine öncülük edecek. Rusya Federasyonu sıcak savaştan kaçınma stratejisini sürdürecek ancak araçları değiştirecektir.



Barışçıl bir atmosferde ilerlemesi planlanan Breznev’in devrim ihracı, diğer ülkelerdeki mevcut hükümetlerin ideoloji temelli bir şekilde devrilmesini ve karşı devrim hareketlerini bastırmayı amaçladı. Bu faaliyetlere ise en çok “sosyalist bağın zayıf olduğu ülkeler”de odaklanıldı.10 Ülke yönetimlerinin sadece proleter devrim ile gelen Sosyalist bir rejimle yönetilmesi gerektiğini savunması sebebiyle Breznev Doktrini aynı zamanda batı dünyasında “Sınırlı Egemenlik Doktrini” olarak da anıldı.


Breznev Doktrini’ne göre karmaşık bir bürokrasi ağ yapısına sahip olan Sovyetler Birliği, kendisini dünyanın merkezine yerleştirdi. Dünya güçlerinin bağıntısında teoriler, yaşanan niteliksel değişim, uluslararası ilişkilerin yeniden yapılanmasındaki ana unsur olarak görüldü. Bu niteliksel değişimin en büyük tamamlayıcısı olarak kendisini gören Sovyetler Birliği, bu küresel değişimin merkezinde istikrarlı bir güç olarak yine kendini yerleştirdi. Özetle bu doktrin; doğu bloğunun dışında gerçekleşen devrim hareketlerinin Sovyetler Birliği’ni güçlendirmesini ve kapitalist yapılara karşı baskın bir hale gelmesini amaçlıyordu.
Sovyetler Birliği, devrimci değişimin büyümesi ve batı karşıtı bir kurtuluş mücadelesi olarak Orta Doğu’daki ülkelere hem koruyucu oldu hem de müttefik olarak destek verdi.


Ancak bu sert müdahale bölge ülkelerini çok uzun süre Sovyet şemsiyesi altında tutamadı. Silahlanma yarışı, işgal girişimleri, uluslararası sistemi ülkeler bazında sosyalist devrimlerle etkileme girişimlerinin maliyetleri, ekonomik krizler ve Baltık’tan yükselmeye başlayan bağımsızlık sesleri Sovyet Moskova’yı zorluyordu.



İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında fiili genişleme yaşayan Sovyetlerin dönüştüğü federasyon cumhuriyeti, merkez ve çevrenin ilişkisini artık bir arada tutamayacak kadar zayıflamıştı. Yevgeniy Primakov’un Sovyetlerin yıkılışını sorguladığı paragrafın ilk sorunsalı da budur: “Sovyetler Birliği’nin varlığı neden sonlandı? Bu soruya tek bir cevap vermek mümkün değil. SSCB’nin çökmesinin nedenlerinden bir kısmı federal yapısının mükemmel olmamasından, öznel beceriksizliklerden ve Sovyet yöneticilerinin hatalarından kaynaklanmaktadır. Son olarak da Gorbaçov ile Yeltsin arasındaki karşıtlık durumun bu yönde gelişmesine son derece olumsuz etki etmiştir. ABD ve NATO’daki müttefikleri de başlıca olmasa da belirli bir rol oynamışlardır.”


Primakov Perestroyka’nın acıklı sonu başlığını taşıyan bölümde zayıf federalizmin yanında pek çok sorun sayar. Bunların başında parti ile devletin iç içe geçtiği siyasal sistemin sorunlara çözüm bulamayışı, merkez-çevre ilişkisindeki ekonomik akış ve işleyişin siyasal sistemden etkilenişinin getirdiği bozukluklar da dahildir.


Primakov’un bahsettiği tehlikelerin bir kısmı Breznev döneminde öngörülmüştü. Bu nedenle Breznev bir yandan sosyalist ülkeleri Moskova’ya bağlı tutmaya çalışırken bu amaç diğer taraftan Batı ile kısmi bir yumuşama siyaseti yürütüyordu. Daha çok askeri konular ve sınırların zorla değiştirilmesi içeriklerine odaklansa da bu dönem yumuşama (detant) politikası Sovyetlerin ekonomideki ciddi sorunları için görece iyileşme getirmişti. Ancak ne Kruşçev ne de Breznev dönemindeki ekonomik planlar tam olarak başarılı olmuştu. Çünkü “şu veya bu fabrikanın inşaatı konusu bile çoğunlukla ekonomi temelinde değil, politik motiflerle ele alınmıştı.”


Bu dönem dış politikada Sovyetler Baltık’ta ve güney şeridi olarak anılan Türki cumhuriyetlerdeki bağımsızlık düşünceleri ile baş etmeye çalışıyordu. Diğer yandan ileri karakol olarak görülen Doğu Almanya da birleşme düşüncesi demokratik reform talepleri ile dillendirilmeye başlanmıştı. 1958 Berlin bunalımı, 1961 duvarın başlangıcı, Batı Almanya’nın Hallstein Doktrinini terk ederek Doğu ile iletişime geçme çabalarını takip eden Breznev’in yumuşama dönemi ve ardından gelen açılımcı Gorbaçov dönemi Moskova’da pek çok şeyi değiştirecekti.



Gorbaçov iktidarının ilk yılında “ekonominin temel probleminin merkezî ve katı bir planlamadan kaynaklandığını tespit etmiştir. Dünyaya kapalı kalmasının bir sonucu olarak çağ dışı kalan ve hantallaşan sistemin ve toplum hayatında yaşanan durgunluğun ancak köklü hamlelerle çözülebileceği kanaatini taşıyan Gorbaçov, Şubat 1986’da Perestroyka (Yeniden Yapılanma) ve Glasnost (Açıklık) politikalarının kabul edilmesini sağladı.” Gorbaçov’un serbest piyasaya geçiş ve çözülme, 9+1 anlaşması ile Sovyetlere son verip Bağımsız Devletler Topluluğu’na geçiş girişimine karşı ordu, KGB ve SBKP’nin muhafazakâr kesiminin darbe planı başarısız oldu. Gorbaçov, darbe girişiminin ardından istifa etti ve Sovyetler Birliği resmen sona erdi.

İç içe doktrinler döneminin miladı: Yakın Çevre Doktrini
Primakov’un doktrini esasen Andrei Kozyrev, Pavel Graçev ve Evgeni Ambartsumov’un imzasını taşıyan Yakın Çevre Doktrininin genişletilmiş bir hali idi. Yakın Çevre Doktrini bu isimle 1993 yılının sonunda Rusya Federasyonu’nun ilk resmi dış politika doktrini olarak ortaya çıkmıştır. “Perestroykayla beraber Rus Dış Politikasının önceliği olarak görülen Batıyla ilişkiler, bu tarihten itibaren yerini merkezi Avrasya’yı hedefleyen yaklaşıma bırakmıştır. Rusya’nın yeni dönemde resmi bir dış politika oluşturması beklenen bir durumdu, ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra meydana gelen politik gelişmeler Yakın Çevre Doktrini”nde Avrasyacı yaklaşımın izlerinin belirgin olmasına neden olmuştur.”


Yakın Çevre Doktrini esasen erken dönemleri için savunmacı bir doktrin olarak değerlendirilebilir. Çünkü ortaya atıldığı dönemde küresel güç dengesi Moskova’nın aleyhineydi. Büyümeye başlayan Çin’in genişlemeci bakış açısı, Avrupa’nın bağımsızlığını kazanan Varşova ülkelerindeki hızlı yapılanmaları ve Kuzey Kutbu’nda kaybedilmek üzere olan mücadele gibi acil sorunlarla yüz yüze olan Moskova Yakın Çevre Doktrini ile öncelikle ileri savunmayı ve Sovyetler döneminde merkezi temsil eden yeni Rusya’yı güçlendirecek stratejik çıkarları hedefliyordu. Ancak bu yaklaşımın ana ekseni genel olarak güney çeperi olarak düşünülüyordu. “Sovyet sonrası dönemde Güney Kafkasya bölgesi, etnik çatışmalar, Hazar’daki enerji kaynakları ve petrol boru hattı güzergahları gibi konularla uluslararası politikada öne çıkmıştır. Yeltsin yönetiminin Güney Kafkasya politikası genel olarak, etnik gerginliği kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak, Hazar’daki enerji kaynaklarının Rusya üzerinden Batı piyasalarına taşınmasını sağlamak ve Doğu Karadeniz’deki limanları kontrol altına almak şeklinde özetlenebilir. Yeltsin yönetimi döneminde yukarıda belirtilen hedefe ulaşmak için iki önemli strateji geliştirilmiştir: güç kullanımı doğrultusunda bölgedeki Rusya’nın bölgedeki etkisinin artırılması (stratejist grubun yaklaşımı), Hazar ve çevresinde Rusya’nın ekonomik çıkarlarının korunması (ekonomik pragmatist grubun yaklaşımı). 1992 yılına kadar daha ziyade ikinci grubun yaklaşımı Rus Dış Politikasına hâkim olmuşken, özellikle Yakın Çevre Doktrininin ilanından sonra birinci grubun yaklaşımı öne çıkmıştır.”

Rusya’nın Değişen Dış Politikası ve Primakov Doktrini
Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte Boris Yeltsin dönemi başladı. Sovyetler Birliği’nin dış politikasının tam ters bir çizgide, batı yanlısı bir politika izlemeye başlayan Yeltsin ve ekibi, Avrupa’ya dönüşü amaçlıyordu. Ancak Yeltsin’in yeni dış politika yaklaşımı Duma Meclisi’nde yaşanan sorunlar sebebiyle zorlanıyordu. Dışişleri Bakanı’nın makamında yetersiz kalması yüzünden Yeltsin, yeni bir bakan seçme yolunu tercih etti.26 Orta Doğu uzmanı olan, daha sonra dış istihbarat şefliği ve Başbakanlık da yapacak olan Yevgeniy Primakov, 1996 yılında Rusya Dışişleri Bakanlığı’na getirildi. Sovyetler Birliği’nin dış politikasındaki ideolojik temel yerine pragmatist olmayı tercih eden Primakov tek kutuplu dünyaya karşıydı. Rusya’nın kısa zamanda ilişkilerini kuvvetlendirerek oyuna dönmesini isteyen bakan, Amerika’nın karşısında bir güç olarak Moskova’nın yer almasını istiyordu.


Primakov’un dış politikadaki en baskın görüşü ise eski Sovyetler Birliği’ne bağlı çevre ülkelerle daha yakın ilişkiler güdülmesi, Amerika ve genişleyen NATO ile bağlantılı kurumlara karşı adımlar atılması Çin ile işbirliği yapılması yönündeydi.29 Amerika’nın Orta Doğu ve Avrasya’daki politikalarına karşı olup, Rusya’nın bu iki bölgedeki nüfuzunu artırması için Rusya-Hindistan-Çin üçlü iş birliği fikriyle BRICS ve Şanghay İş birliği Örgütü oluşumlarının temellerini 1990lı yıllarda attı. Primakov döneminde Irak ile ilişkiler kaldığı yerden devam ettirilmeye çalışıldı. Irak’a uygulanan petrol ambargosunu kaldırmak için uğraşan Rusya, böylece Bağdat’ın kendisine olan borçlarını ödemesini ve yeni anlaşmalar yapmasını amaçladı. Yevgeniy Primakov’un siyasi hayatındaki son dönemleri ise Vladimir Putin’in Dış İlişkiler Danışmanı ve Özel Elçisi olarak sürdü.



1968 yılından beri Saddam Hüseyin ile tanışıklığı olan Primakov, 2003 yılında Amerika’nın Irak’ı işgal etmesinden hemen önce Putin’in mesajını iletmek üzere Bağdat’a gitti. Amerika’nın Irak’ı işgal etmesini önleyebilmek için Saddam Hüseyin’e istifa etmesi ve elindeki kimyasal silahları Birleşmiş Milletlere (BM) teslim etmesini kapsayan bu teklif, Saddam tarafından



reddedildi.33 Her ne kadar Primakov daha sonra yaşamını yitirse de oluşturmaya başladığı dış politika adımları Putin döneminde uygulanmaya devam etti.



Güçlü ve uluslararası kamuoyunda etkili bir Rusya) amacı güden Primakov Doktrininin askeri alandaki ilk uygulaması 1998 yılında Abhazya’daki çatışmalarda görüldü. Devamı ise Çeçenya (1999), Güney Osetya/Gürcistan (2008), Ukrayna (2014) müdahaleleri ile gelirken Orta Doğu’da bu uygulama Suriye’de yaşanıyor. Breznev Doktriniyle de benzerliği olan Primakov Doktrini, sadece Sosyalist veya yakın bir ideolojiye sahip ülkelere yardım etmek ve bu ideolojiyi ihraç etme amacı gütmüyor. Bunun yerine çıkarlarına uygun olarak herhangi bir ülkeye destek vermeye hazır bir yaklaşım sunuyor. Yevgeniy Primakov’un Rus dış politikasını şekillendirmesindeki bu yaklaşımının “Primakov Doktrini” olarak anılması gerektiğini ise 2014 yılında yapılan anma töreninde Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov dile getirdi.

Eski Çar Öldü, Yaşasın Yeni Çar: Vladimir Putin
1998 yılında neredeyse iflasa sürüklenen Rusya36, Vladimir Putin’in 2000 yılında devlet başkanı seçilmesiyle seyir değiştirmeye başladı. İki yıl gibi kısa bir sürede alınan dış borçlarda düşüklük yaşanması ekonomi alanında oldukça olumlu gelişmelere yol açarken, her geçen yıl yurtiçi hasılada da yükseliş devam etti. Öyle ki sadece kendi ülkesinde istihdam sorunu çözülmedi, eski Sovyetler Birliği ülkelerinden binlerce insan Rusya’ya iş aramak için gelmeye başladı. Komşu ülkelerle bu ilişkiler sadece halkın iş aramak için Rusya’ya gitmesiyle de sınırlı kalmadı. Yevgeniy Primakov’un eski Sovyetler Birliği ve Asya ülkeleriyle iş birliği yapılmasına yönelik politikaları, Primakov ve Yakın Çevre doktrinleri, Putin tarafından stratejist bakış açısını tamamlamak için ekonomik fayda temelinde güçlendirilerek devam ettirildi.



Atlantik bireyciliği yerine ortaklaşmacılığı savunan Putin, Orta Asya ülkeleriyle güvenlik ve ekonomik alanlarda anlaşmalar imzalayarak, çeşitli organizasyonlar kurdu. Kremlin’in geçmişteki bağlar üzerinden Asya ülkeleriyle kurduğu bağlar sebebiyle “Avrasyacı” bir tavır ortaya çıktı.40 Böylece Amerika’nın bölgede oluşturmayı amaçladığı nüfuzu engellemek için eski Sovyet bağları kullanıldı. Bu bağlar ve coğrafya Putin’in düşüncesine göre hem bir fırsat hem de riskti.



Putin’in ikinci kez seçilmesi ve gücünü pekiştirmesi ile Rusya’nın sürdürdüğü politika doktrinlerine Putin Doktrini de ekleniyordu. Putin’e göre NATO’nun eski Sovyet ülkelerine doğru genişlemesine sessiz kalınmamalıydı. Rusya enerji piyasasının arz kısmındaki gücünü transit rotaların ve gaz projelerinde de göstermeli, sınırları dışında da olsa Rusya’nın çıkarına ters olan herhangi bir enerji transfer projesine izin vermeyecek şekilde çevre etkinliğinin gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Özellikle Afganistan işgali sebebiyle Amerika’nın bölgedeki askeri varlığı şüphesiz Rusya için potansiyel bir tehdit unsuruydu. Amerika ve NATO karşıtı bir çizgide dış politika sürdüren Putin, 2008 yılında bu konuda ilk sınavını verdi. Gürcistan’ın NATO üyeliğinin gündemde olduğu dönem Gürcistan’ı Batı yanlısı bir çizgiden uzaklaştırmak adına tıpkı Çekoslovakya örneği gibi, Yakın Çevre ve Yevgeniy Primakov’un yaklaşımı doğrultusunda askeri müdahale gerçekleştirdi. 2011 yılında konuşan dönemin Rusya başbakanı Dimitri Medvedev, yapılan bu askeri müdahale sonucunda NATO’nun genişlemesini önledikleri söyledi. 2008 yılındaki bu müdahaleyle birlikte askeri anlamda yetersiz kaldığını gören Rusya, aynı yıl içerisinde silahlı kuvvetlerinde modernizasyona gitme kararı aldı. Niceliksel olduğu kadar niteliksel de değişim yaşayan Rus Silahlı Kuvvetleri, yurt dışındaki hedeflere yönelik hızlı müdahale için yeniden yapılandırıldı. Bu yapılandırma Putin’in ikinci kez iktidarı ele geçirmesinden sonra çizdiği doktrinin gerekirse askeri güç kullanmaktan çekinilmeyeceği ifadesinin gereği idi.



Putin’in özellikle Baltık ve Karadeniz ülkeleri ile güney çeperdeki ülkeleri hedefleyen doktrini kendiliğinden bir şekilde tek kutuplu dünyaya da bir karşı çıkıştı. Bu de facto pozisyon 2007 yılında Putin’in Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşma ile resmi bir hal aldı.



“Tek taraflı ve çoğu kez gayri kanunlara aykırı olan tedbirler hiçbir sorunu çözememiştir. Ayrıca, bu tedbirler insanlık için yeni trajedilere neden olmuş ve yeni gerilim noktaları yaratmıştır. Kendiniz değerlendirin: savaşlarla yerel ve bölgesel çatışmalara son verilememiştir. Bugün, uluslararası ilişkilerde askeri gücün sınırsız kullanımına şahitlik etmekteyiz. Bu güç dünyayı daimî çatışmalara sürüklemektedir. Uluslararası hukukun temel ilkelerinin her geçtiğimiz gün önemini kaybettiğinin şahidi olmaktayız. Aslına bakıldığında, bağımsız yasal normlar bir devletin hukuk sistemine benzemektedir. Bu tek devlet en başta ABD, her yönden ulusal sınırlarının ötesine çıkmıştır. Bunun kanıtı ABD’nin diğer halklara dayattığı ekonomik, siyasi, kültürel ve eğitimsel politikalardır. Bu son derece tehlikeli bir durumdur,” diyen Putin bu konuşma sonrasında askeri müdahalelerin yanı sıra ekonomik ve siyasi entegrasyon projelerine de hız verdi. Bu esnada 2008 yılındaki Gürcistan müdahalesi sırasında Rus siyasetçi Medvedev tarafından Rusya’nın eski Sovyet ülkelerinde güç kullanma hakkı olduğunu savunan bir strateji belgesi ortaya çıkmıştır. Medvedev doktrini olarak gündeme gelen bu yaklaşıma göre Rusya vatandaş/soydaşlarının yaşadığı veya Rusya’nın ekonomik çıkarlarının tehdit edildiği bölgelere yönelik herhangi bir taarruza cevap verecekti.


Ancak askerî açıdan Rusya’nın yanı başındaki eski Sovyet ülkelerine müdahalesi kolay olsa da tümünü askeri olarak elde tutmanın zorluğu ortada idi. Bu nedenle Putin 2011 yılında yazdığı bir makale ile 2012 yılında Belarus ve Kazakistan ile uygulanacak gümrük birliğinin genişletilerek Avrasya Birliği’ne dönüştürme düşüncesini ifade etti. Yeni oluşumun Avrupa Birliği’ni aşacak bir entegrasyon seviyesini hedeflediğini belirten Putin, önerisinin Sovyetler Birliği’ni diriltme girişimi olmadığının da altını çizdi: “Geçmişten bir şeyi kopyalama veya yeniden hayata geçirmeye çalışmak saflık olur. Yeni bir siyasi ve ekonomik temelde daha güçlü entegrasyon ve yeni değerler sistemi oluşturulması bu çağda kaçınılmaz.”


Putin bu amacını gerçekleştirmek için askeri yapılandırmanın ve yeni tip askeri araçların dizaynı döneminde eski Sovyet ülkelerine Finlandizasyon50 politikası uyguladı. Örnek olarak “Güney Kafkasya’nın iki devletine Azerbaycan’a ve Gürcistan’a, aynı zamanda Ukrayna’ya karşı sert politikalar” izlemiş ve “Kremlin’in bu devletlerin Batı’yla dış politik ilişkilerinde Rusya’nın çıkarlarına öncelik tanınması şartı” koşmuştur.


Bu yaklaşım, Yakın Çevre Doktrininin özünü korumakla beraber ekonomik olarak enerji üzerinde yükselen Rusya’nın savunmacı durumdan iddia ettiği gibi çok kutuplu dünya oluşturmak için ileri evreye geçtiği dönemi getirmiştir. Bu eşik aynı zamanda Rusya’nın ABD ve NATO’ya karşı ticari olarak süper güç haline gelen Çin ile ilişkilerini geliştirerek küresel ölçekte cepheleşmeyi gerçekleştirdiği dönemdir. Bölgesel bir iş birliği girişimi olarak varlığını müphem bir zeminde göreli ilişki inşaları için sürdüren Şangay İş birliği Örgütü bu dönemde Rusya için önemli bir araç haline gelmiştir. “Rusya başından beri ŞİÖ’yü çok kutuplu uluslararası ilişkiler sistemine yönelik bir bölgeselleşme örneği olarak görmektedir. 2012 dış politika belgesinde, ŞİÖ ve benzeri bölgesel örgütler çok yönlü diplomasi çerçevesinde ele alınmaktadır. Söz konusu belgede Rusya ŞİÖ’nün bölgesel rolünü Rus dış politikası açısından hayati öneme sahip bir yapılanma olan Avrasya Birliği düşüncesiyle desteklemektedir.”


Bu ticari genişleme ve Çin ile rekabete rağmen güney çeperdeki eski Sovyet ülkelerinin ticari bağımlılığının arttırılması ve Putin’in deyimi ile mevcut küresel sistemin içine girdiği türbülans Rusya için bir ileri evreye geçiş için uygun şartları sağlamıştır. Sovyetlerin yıkılmasının ardından yaşanan kimlik, güvenlik ve dış politika bunalımının atlatılmasında kilit rolü olan Putin, 2010 sonrasında inşa ettiği üstün Rus kimliği ve post-Sovyet alanlara pragmatik şekilde nüfuz ile NATO’nun sınırlandırılması yaklaşımını pro-aktif hale getirmiştir. Artık yeni bir konsept oluşmuştur. “Yeni konseptte çok kutuplu uluslararası sistemin inşası Avrasyacı öğeler ile desteklenmektedir. Avrasyacılar Fransız siyasetçi Charles De Gaulle’nin ‘Atlantik’ten Urallara’ (from the Atlantic to the Urals) jeopolitik içerikli geniş Avrupa fikri çerçevesinde Rusya’nın stratejik önemine atıfta bulunmaktadırlar. Bu bağlamda Avrasyacılar Avrasya kıtasının kuzeyinin stratejik, jeopolitik, ekonomik entegrasyon projesi olarak tanımlanmasının, halkların ve kültürlerin iç içe geçmesinin zaruretini vurgulamaktadır. Avrasya’nın batısında Almanya ve Fransa, doğusunda ise Çin Rusya’nın ittifak ve koalisyon inşa edebileceği geniş Avrasya’nın esas kara güçleridir.” Ancak Rusya’nın bir Avrasya devleti haline gelebilmesinin yegane temeli Belarus ve Ukrayna gibi devletlerin kontrol altında tutulmaları ve NATO genişlemesinin bu ülkelere ulaşmamasını sağlamaktır. 1997’de Brzezinski Büyük Satranç Tahtası eserinde bu konuda şunları ifade etmiştir: “Baltık devletleri 1700’lerden bu yana Rusya’nın kontrolündeydi. Riga ve Talin limanlarının kaybı Rusya’nın Baltık Denizi’ne ulaşmasını sınırlıyor, Rusya’yı kışın dona tabi hale getiriyordu. (…) Ukrayna’nın kaybı hepsinden daha çok sorun yaratıyordu. (…) Ukrayna’nın bağımsızlığı Rusya’yı Karadeniz’deki hâkim konumundan da yoksun bıraktı. Odessa, Rusya’nın Akdeniz ile ve onun ötesindeki dünya ile ticaretinin geçiş kapısıydı. (…) Ukrayna’nın kaybı, Rusya’nın jeo-stratejik seçeneklerini belirgin olarak sınırlandırdığı için, jeo-politik açıdan çok önemliydi. Rusya, Ukrayna üzerinde kontrolü elinde bulundurarak, Baltık devletleri ve Polonya bile, eski Sovyetler Birliği’nin güney-güneydoğusundaki Slav olmayan halklara egemen iddialı Avrasya İmparatorluğunun lideri olma çabasını sürdürebilirdi. (…) Rusya’nın azalan doğum oranı ile Orta Asyalılardaki doğum patlaması göz önüne alındığında Ukraynasız salt Rus gücüne dayanan yeni Avrasya mevcudiyeti kaçınılmaz olarak her geçen yıl daha az Avrupalı, daha fazla Asyalı olurdu.”


Putin döneminin çıkarım ve hamleleri düşünüldüğünde gerek Primakov ve yakın çevre gerekse Putin doktrinleri Rusya’yı Ukrayna’ya müdahaleye itiyordu. Ukrayna konusunda endişeler yükselirken Rusya’nın 2010 yılının şubat ayında kabul ettiği Rus Askeri Doktrini Moskova için Kafkasya’daki bağımsızlık hareketleri ve NATO’nun doğuya doğru genişlemesi artık askeri bir tehdit olarak görülmüştür. Doktrin belgesinin sekizinci maddesi “Başlıca dış askeri tehditler” başlığını taşımaktadır ve maddenin ilk bendi NATO’nun genişlemesi ile ilgilidir. Bentte “bloğu genişletmek de dahil olmak üzere NATO üyesi ülkelerin askeri altyapısını Rusya Federasyonu sınırlarına yaklaştırması” temel tehdit olarak yorumlanmıştır. 2000 yılında Putin’in iktidarının erken döneminde ilan edilen askeri doktrin NATO genişlemesi ihtimaline karşılık Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nü ve Bağımsız Devletler Topluluğu üyesi devletleri askeri ve siyasi olarak güçlendirmeyi hedefliyordu. 2010 doktrini ise bunun ötesinde savunma iş birliğini aşarak Rusya’ya, amaçladığı gibi, hami devlet statüsünü kazandıracak bir seviyede tasarlanmıştır. Metinde başlıca askeri tehditler kapsamında sıralanan maddeler içinde geçen “Rusya Federasyonu ve müttefiklerine karşı bölgesel iddialar ve onların içişlerine müdahale” ifadesi Moskova’nın kendisini de facto şekilde eski Sovyet ülkeleri üzerinde hak sahibi gördüğüne işaret ediyordu. Diğer yandan Rusya doktrin metnindeki “Rusya Federasyonu, Silahlı Kuvvetlerden ve diğer birliklerden kendisine ve (veya) müttefiklerine yönelik saldırıyı püskürtmek, barışı sürdürmek (yeniden sağlamak) için BM Güvenlik Konseyi veya diğer toplu güvenlik yapılarının bir kararına uygun olarak yararlanmanın meşru olduğunu düşünür, ayrıca Rusya Federasyonu sınırları dışında bulunan vatandaşlarının genel kabul görmüş uluslararası hukuk ilke ve normlarına ve Rusya Federasyonu uluslararası anlaşmalarına uygun olarak korunmasını sağlar” ifadesi ile ‘yakın çevredeki eski Sovyet ülkelerine müdahale yolunu’ açık tutuyordu. Bu ifade aynı zamanda Putin’in Rusya enerji piyasasının arz kısmındaki gücünü transit rotaların ve gaz projelerinde göstermek ve sınırları dışında da olsa Rusya’nın çıkarına ters olan herhangi bir enerji transfer projesine izin vermeme tezini sağlama alıyordu. Tam da bu durumda Karadeniz erişiminin yanı sıra enerji transfer güzergahı üzerindeki Ukrayna, Moskova’nın temel sorunu haline geliyordu.



Yüksek nüfusu ve yüzölçümü ile demografik ve fiziki olarak Rusya’yı Asya kıtasına hapseden Ukrayna konusundaki yaklaşım Putin döneminin kimlik inşa politikaları çerçevesinde milliyetçi bir temelde örülmüştür. Genel olarak bu minvalde iki tip Rus milliyetçiliğinden söz edilebilir. İlki tüm eski Sovyet sahasındaki kapsayan ayrımsız olarak kapsayan milliyetçilik türüdür; ikincisi ise çok daha özel ve hatta ırkçı bir etnik Rus milliyetçiliğidir, diğer etnik kökenlerden halkları veya en azından Slav olmayanları kirlenmiş saymaktadır, bu tip milliyetçilik arınmış saf bir Rusya’ya bağlılık duyar. Ukrayna müdahalesi ve Kırım konusundaki konuşmalarında Putin dil olarak bu iki milliyetçilikten ilkine atıf yapan kelimeler seçmiştir. Irkçı şekilde Rusluğu tabir eden “Rossisskii” kelimesine bağlı kalmak yerine, Rus dilinde etnik olarak Rus olan birine atıfta bulunmanın yolu olan “Russkii” ifadesini kullanmıştır. Bu yaklaşım hiç kuşkusuz rastgele olan yahut milliyetçi tepkileri mas etmeyi amaçlayan bir seçim değildir. Primakov, Yakın Çevre ve Putin doktrinleri ile süzülüp gelen 2010 askeri doktrini ile pratik biçimini alan Moskova’nın temel yaklaşımının dile yansımasıdır.

Gerasimov Doktrini
Ancak Putin’in söylemi ne olursa olsun Rusya’nın Ukrayna pratiği aşırı milliyetçi, çoğunlukla Rus Nazileri tarafından domine edilen bir yeni tip savaşa dönüştü. Bu yeni durum “kuvvetlerin savaşı icra etme şeklinin” değiştiği bir ortamı tanımlıyordu. Bu anlayış Ukrayna Savaşı ile gündeme gelse de temelleri Ruslar için oldukça eskiydi. 1977-1984 yılları arasında Sovyet genelkurmay başkanlığını yürüten Nikolay Ogarkov askeri yaklaşımın üçüncü dalgasını, askeri işlerde yeni bir devrimi yürürlüğe koymayı amaçlıyordu. Keşif ve uzun menzilli vuruşları, hassas mühimmatları, sensörler ve uzun menzilli radarları bilgisayarlı bir iletişim sistemi ve durumsal kontrolünden oluşan tutarlı ve kapsamlı bir sistemde birleştirmeyi. Ancak Ruslar bunu teorik alanda geliştirdi ya da çok küçük ölçekli pratik sınamalarla sınırlı kaldılar. Askeri İşlerde Devrim (RMA) Ruslar için teorik düzeyde devam etti. “1990 yılına kadar, yeni fikrin nasıl yapıldığına dair kesin bir kanıt yoktu. Teknolojiler pratikte işe yarayabilirdi. Neyi başarabileceklerine dair yalnızca göstergeler vardı, örneğin, İsrail tarafından 1982’de İsrail’in Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde ve aynı yıl Falkland operasyonunda kullanılması gibi. 1980’lerde çok silahlı çatışmalar görülmesine rağmen, taraflar gelişmiş silah türlerine yalnızca sınırlı erişime sahipti.” RMA’nın ilk pratik-doğrudan uygulama Körfez Savaşı sırasında ortaya çıktı. Ogarkov ve Sovyet teorisyenlerin fikri ABD tarafından uygulanma fırsatı bulmuştu. Operasyon kara ağırlıklı olacaktı ve hassas atış kapasiteleri denenecek olan savaş uçakları destek güç olarak tanımlanmıştı. Ancak operasyon oldukça farklı şekilde cereyan etti.66 “Washington’daki üst düzey askeri yetkililer, Körfez Savaşı’nın geleneksel tarzda gelişmesini bekliyorlardı. Aralık 1990’da muhtemelen savaş tarihindeki en büyük tank savaşını içeren şiddetli bir kara mücadelesi öngörüyorlar. Kara kuvvetlerinin belirleyici olması bekleniyordu. Hava gücü, destekleyici bir unsur olacaktır. Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi, 15.000 ABD zayiatı öngördü. Bazı tahminler çok daha yükseldi. Çöl Fırtınası Operasyonunun gerçekliği çok farklıydı. Hava gücü saldırıyı 17 Ocak 1991’de sabah 3’te başlattı. Şafak vakti Irak’ın komuta ve kontrol ağı yok edilmişti. 38 günlük bir hava harekâtı Irak kuvvetlerini sersemletti ve tutarlı operasyonlar yürütemedi. 100 saatlik, dört günlük bir kara harekâtı ile tamamlandılar. Müttefik koalisyon için kayıplar 247 ölü ve 901 yaralıydı, ABD kayıpları toplamın yaklaşık yarısını oluşturuyordu. Hassas vuruşlar ve bilgi üstünlüğü, etkinlik için yeni bir standart belirleyerek, koalisyon hava gücünün ilk gün 150 ayrı hedefi vurmasını mümkün kıldı. Buna karşılık, II. Dünya Savaşı’ndaki Sekizinci Hava Kuvvetleri, 1943’ün tamamında yalnızca yaklaşık 50 hedef setini vurdu. 1992’de Pentagon Ağ Değerlendirme Bürosu, Rusların haklı olduğu ve Askeri İşlerde Devrimin sürmekte olduğu sonucuna vardı.” Bunun hemen ardından 1997’de, Ağ Değerlendirme Ofisi’nin uzun süredir başkanı olan Andrew Marshall, Sovyetlerin bu yeteneklerin savaşın gidişatında devrim yaratacağını düşünmekte haklı olduğunu söyledi.


ABD’nin bu uygulamalarına rağmen Sovyetlerin çöküşü ve ardından gelen bocalama ve ekonomik kriz dönemi nedeniyle fikrin mimarı olan Ruslar bu düşünceyi pratiğe geçirememişlerdi. Putin dönemindeki enerji bazlı ekonomik iyileşme ve Moskova’nın dış politikada re-aktif döneminin pro-aktif döneme evirilmesi ile Ogarkov’un mirası güncellenmiş bir şekilde yeniden gündeme geldi: Gerasimov Doktrini.



Şubat 2013’te, Rusya Genelkurmay Başkanı General Valery Gerasimov, haftalık Rus dergisi Military-Industrial Kurier’de “Öngörüde Bilimin Değeri” başlıklı 2000 kelimelik bir makale yayınladı.69 Makale geçmiş tüm Rus doktrinlerinin özünü ifade eden cümleler ile başlıyordu: 21. yüzyılda savaş durumları ile barış arasındaki çizgileri bulanıklaştırma eğilimi gördük. Artık savaşlar ilan edilmiyor ve başladıklarında tanıdık olmayan bir şekilde devam ediyorlar.


Rusya son yirmi yılını NATO genişlemesi ve ABD ile yeniden çok kutuplu dünyada yerini bulmak için örtülü bir savaş içinde geçirmişti. Avrupa ülkeleri üzerinden NATO’nun Rusya’nın batı sınırına yerleşmesi, Kafkasya ve Orta Asya’daki Amerika veya müttefiklerinin girişimleri Moskova için bir savaşı tanımlıyordu. Gerasimov’un makalesinin girişi bu nedenle özü ifade ediyordu. Gerasimov yeni bir savaş dönemi olarak tanımladığı evrede askeri olmayan unsurların da Rus askeri kapasitesi içinde değerlendirileceğini ifade etmişti. Bu bir anlamda Ogarkov’un fikrinin yeni dönem siber ortamların oluşturduğu fırsatları askerileştirme-güvenlikleştirme fikriydi. “Gerasimov Doktrini ile ortaya konan prensipler dahilinde Rusya Federasyonu; askerî niteliğe sahip olmayan yöntemleri, askerî kapasitesine dahil ederek, daha az konvansiyonel güç (dolayısıyla da daha az insan kaybı ve maliyet) ile sıcak çatışma süreçlerini yönlendirmeyi ve yönetmeyi amaçlamıştır. Bu bağlamda askerî bir müdahale öncesinde; hedef bölge, ülke, topluluk ya da devlete yönelik olarak siber saldırılar ile avantaj sağlanması, hedefin yıpratılması, psikolojik savaş yöntemleri ile baskı altına alınması, moralinin bozulması, savunma direncinin kırılması, kritik altyapılarına zarar verilerek, ekonomisinin zarara uğratılması ortaya konmak istenen hedefler arasında yer almaktadır.” Gerasimov’un yaklaşım siber gerilla yaklaşımıdır. Ogarkov’un dönemindeki siber ortamın yaşadığı değişimleri gözlemlemiş ve araçlar çeşitlendirilmiş biçimde askerileştirilmiştir. Gerasimov’un ifade ettiği operasyon çeşitli aktör ve araçlarla tüm cephelerde yürütülür. Bilgisayar korsanları, medya, iş adamları, sızıntılar, sahte haberler, ayrıca geleneksel ve asimetrik askeri araçların hepsi artık askeri olmayan unsurlar olarak askerileşmiştir.



Bu operasyonel varlıkların yanında Gerasimov Arap Baharı’nı örnek göstererek “Siyasi ve stratejik hedeflere ulaşmak için askeri olmayan araçların rolü arttı ve çoğu durumda, etkinlikleri açısından silahların gücünün gücünü aştılar,” demiş ve ardından “Silahlı çatışmalarda düşmanın avantajlarının geçersiz kılınmasını sağlayan asimetrik eylemler yaygınlaştı. Bu tür eylemler arasında, düşman devletin tüm topraklarında kalıcı olarak faaliyet gösteren bir cephe oluşturmak için özel harekât kuvvetlerinin ve iç muhalefetin kullanılması ve ayrıca sürekli olarak mükemmelleştirilen bilgi eylemleri, araçları ve araçları bulunmaktadır,” sözleri ile savaşın doğasındaki değişimi ifade etmiştir. Bu sözler teorik olmanın ötesinde Moskova’nın Ukrayna müdahalesinde pratik şekilde karşılık bulmuştur.



Gerasimov’un yeni doktrinini hızlı şekilde bir savaş doktrini haline gelmesi uzun sürmemiştir. Bu savaşın karakteristiği konusunda Gerasimov’un doktrinini destekleyen kişi Alexander Vladimirov’dur. Vladimirov, “Savaşın Genel Teorisi” isimli kitabında savaşı bir “sosyal fenomen” ve “millî olarak var olmanın kritik bir parçası” olarak nitelendirmektedir. Böylece Vladimirov da “savaşla barış arasındaki çizginin ortadan kalktığını teyit etmekte ve millî varlığın devam ettirilebilmesi için sürekli savaş hâlinin doğal bir durum olduğu sonucuna varmaktadır. Savaşla barış arasındaki çizgi, ‘güvensizlik’ ve ‘savaş korkusu’ ile dolu belirsiz bir geçiş sürecine dönüşmüştür.”


Bu sürekli ve ilan edilmemiş savaş durumunda, Vladimirov’a göre, ordu en son ve nihai darbeyi vuracak güçtür. Bu evreye gelene kadar tüm araçlar kullanılacaktır. Ukrayna müdahalesi bu araçların kullanımının laboratuvarı haline gelmiştir. Uygulamadaki başarı Gerasimov ve Vladimirov’un yaklaşımının 2014 yılının son toplantısında Rus güvenlik konseyi tarafından Rus askeri doktrini olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Breznev döneminden süzülerek gelen sıcak savaşsız savaş fikri bu dönemde Rus genelkurmay başkanı Gerasimov ve General Vladimirov’un çalışması ile hibrit savaşa dönüşmüştür. “Hibrit savaş olgusunu, askeri ve askeri olmayan araçların ve unsurların devletler veya devlet dışı aktörler tarafından önceden zayıf noktaları analiz edilen hedeflere yönelik sistematik ve yüksek derecede koordineli bir biçimde diplomatik, ekonomik, teknolojik imkanların, medya, manipülasyon, terör ve suç örgütleri ile askeri önlemlerin eşgüdümlü kullanımı olarak açıklamak mümkündür.” Bu uygulama Ukrayna özelinde ülkedeki Rus milliyetçilerini ayrılıkçı bir muhalif hareket haline getirmek ve bu sivil unsurları özel askeri şirketler üzerinden milis güçlere dönüştürmek stratejisi ile medya ve sosyal medya araçlarının manipülasyon ve sahte haberler ile dizayn edilmesi stratejisini eş zamanlı olarak yürütmüştür. Gerasimov’a atfedilen dış politika ve dolayısı ile askeri doktrinin aslında Primakov doktrininin şekil ve araç değiştirmiş hali olduğu hususunda itirazlar da bulunmaktadır. Ya da Gerasimov doktrininin atfedilen önem kadar yer tutmadığına dair itirazlar oldu. Ne var ki, 1990’lı yıllardan bugüne devam eden Yakın Çevre doktrini ile ardı sıra ortaya çıkan tüm doktrinler birbiri içine geçmiş durumdadır.



Rus dış politika doktrinlerinin temeli Rus milli güvenlik kaygıları ve amaçları çerçevesinde re-aktif dönem ve pro-aktif dönem olarak iki ayrı dönem içinde bir öncekinin üzerine inşa yöntemi ile geliştirilmiştir. Yakın Çevre doktrini bu manada halen geçerliliğini devam ettirirken doktrin pro-aktif politik ayak izlerini Primakov’un düşüncesinden askeri ve güvenlik pratiklerini ise 2010 ve Gerasimov düşüncesinden almaktadır. Aynı şekilde Primakov’un Rusya’nın tekrar ABD ve NATO karşısında yükselmesi ile ilgili düşüncesi diğer doktrinlerle iç içe şekilde uygulanmaktadır. Tüm bu yaklaşımların kimlik olarak temelinde Sovyetik komünizmin yerini Ortodoks ve iki eksenli Rus milliyetçiliği almıştır. Hedef NATO ve ABD’yi durdurmak ve karşılarında bir güç olarak yükselmek, Rus kimliğinin bulunduğu alanları ve Sovyetik coğrafyayı müttefikler de dahil olmak üzere diğer devlet ve küresel kuruluş etkilerine kapatmak, bu faaliyetler sırasında Rus enerji arz potansiyelini hem ekonomik hem de siyasi bir güç olarak konsolide edebilmek için enerji transfer hatları ve bölgelerinde etkin olabilmektir. Araçlar ise psikolojik harp operasyonları, muhalif hareketlerin desteklenmesi ya da bastırılması, medya ve sosyal medya operasyonları, dijital güvenlik alanlarında saldırılar ve blokajlar, özel askeri şirketler ile askeri maliyetlerin düşürülmesine karşılık konvansiyonel etkinin devamlılığını sorumluluk almadan yürütebilme olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ziyaret -> Toplam : 125,15 M - Bugn : 26798

ulkucudunya@ulkucudunya.com