2021’e Girerken Türk Dış Politikasının Dönüşümü
Hasan Kösebalaban 01 Ocak 1970
Bir sonraki on yıla girerken Türk dış politikasında, ilkeler ve çıkarlar arasında çizilen mütemadi zigzaglar neticesinde dengesini kaybetmiş, yön verici bir ekseni olmayan, günlük tepkilerle biçimlenen, hedeflerini ve yönünü tayin edemez hale gelmiş, tutarsız ve dağınık bir manzara ile karşı karşıyayız.
Bu yüzyılın üçüncü on yılına girmekte olduğumuz şu günlerde, Türkiye’nin dış politika yönelimi ve dünya sistemindeki yerine dair tartışmaların yoğunlaştığını gözlemliyoruz. Aslında bu tartışma, Amerika Birleşik Devletleri’nin küresel hegemon güç olarak zayıflaması, buna karşılık Çin’in ekonomik ve siyasi anlamda bir süpergüç olarak yükselişi nedeniyle dünyanın başka ülkeleri için de geçerlidir. Ancak Türkiye’nin bölgesel ve iç politika olaylarının etkisiyle geçirdiği köklü konjonktürel dönüşümler, dış politikada çok daha kafası karışık bir manzara ortaya çıkardı.
Türkiye’de özellikle 15 Temmuz darbe girişimi ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi sonrasında, 2016 yılından bu yana iktidarın benimsediği yeni iç ve dış politika “vizyonu” çerçevesinde bu konudaki tartışmalar daha da yoğunlaştı. İlginç olan, yirmi yıla yakın bir süredir tek başına iktidar olan AK Parti’nin süreklilik arzeden bir yönelime sahip olmayıp, konjonktürel olaylar tarafından kolaylıkla etkilenebilen bir seyir izlemiş olmasıdır. Bu süre zarfında iktidarın dış politika yönelimini olgunlaştırması beklenirken, temel yönelim, coğrafi ağırlık noktası ve hedefleri açısından tutarlılık ve bütünlük arz etmeyen dört farklı dış politika döneminden bahsetmek mümkündür. 2016 sonrasında izlenen dış politika ise, iktidarın artık “tek başına iktidar” özelliğini kaybetmesinin de etkisiyle, sadece odak noktası ve temel hedefler açısından değil stratejik eksen açısından da diğer dönemlerden farklılaştı.
Kuşkusuz farklı dönemlerde farklı dış politika tercihleri üzerinde Irak Savaşı, Arap Baharı ya da Suriye krizi gibi dış konjonktür ve olayların etkisi tespit edilebilir. Ancak iç politikadaki gelişmelerin, özellikle iktidarın oluşumuna etki eden ideolojik faktörlerin ve iktidardaki liderlik ve koalisyon yapısının da belirleyici olduğu muhakkaktır. AK Parti iktidarının 2016’ya kadar olan bölümünde izlenen dış politika, içerdiği farklılıklara rağmen AK Parti’nin liberal kuruluş felsefesini yansıtırken, parti 2016’dan sonra tam tersi bir çizgiye girerek milliyetçi ve güvenlikçi bir bakış açısını benimsedi ve dış politika tercihlerini de bu doğrultuda belirledi.
Bu nedenle dış politikanın herhangi bir yılını münferit olarak tahlil etmek yerine genel dönüşüm eğilimini tespit etmek, gidişata dair sonuçlara ulaşmak açısından daha isabetli olacaktır. AK Parti iktidar yıllarının 2016’ya kadar olan dönemini grand stratejik ve ideolojik yönelim açısından bir süreklilik olarak düşünmekle birlikte, politika tercihleri açısından ise üç farklı döneme ayırmayı isabetli buluyorum. Bu farklılıklar uluslararası olayların etkisiyle ortaya çıkmıştır. 2016 yılından itibaren dış politika hem grand stratejik eksen hem de ideolojik yönelim açısından önceki dönemlerden kesin olarak ayrılmaktadır. Bu son dönemde Türkiye özellikle Orta Doğu, Rusya, ABD ve AB ile ilişkilerde gelgitler yaşayan ancak temel bir yönelim ve perspektife sahip olmayan bir dış politika uygulaması ortaya koydu.
AK Parti Dış Politikasında Süreklilik ve Değişim
2002 yılında AK Parti sosyal alanda muhafazakâr, ancak siyasi ve ekonomik açıdan demokratik ve liberal bir perspektifle kuruldu. Bu sentezi “muhafazakâr demokrasi” adıyla kavramsallaştıran parti, dış politikada Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefini merkeze alan bir vizyonu benimsedi.
AB’nin 1999’daki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye adaylık statüsü verilmişti. 2002 Kopenhag Zirvesi’nde ise Türkiye’nin tam üyelik sürecine yönelik güçlü bir adım atıldı. Bu zirvede, Türkiye’nin “Kopenhag Kriterleri”ne uyum sağlaması durumunda üyelik müzakerelerinin gecikmeksizin başlaması yönünde karar alındı. Nihayet Aralık 2004’de Avrupa Birliği Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine başlama kararı aldı. AK Parti’nin iktidarının ilk yıllarında alınmış bu erken mesafe sonraki yılların da genel politika vizyonunu çizecekti.
Ancak Avrupa Birliği ile yürütülen süreç tamamen sıkıntısız da olmadı. Türkiye’nin tam üyelik sürecini başlatan AB, Kıbrıs Rum kesimini aynı yılın Nisan ayında yapılan Annan Planı referandumuna rağmen bütün adayı temsilen Mayıs ayında AB üyeliğine kabul ederek son derece sıkıntılı bir süreci başlatmıştır. Avrupa’da güçlenen aşırı sağın etkisinde kalan merkez sağ hükümetlerin Türkiye aleyhine bir tavır geliştirmesi de tam üyelik sürecini engelleyen gelişmeler oldu.
Yine de AB üyelik sürecinin sağladığı genel çerçeve içerisinde bu dönem, ekonomik kalkınmanın ivmelendiği, reform ve açılım paketleriyle sivilleşme ve demokratikleşme sürecinin hızlandığı ve neticede bölgesinde Türkiye’nin demokratik imajının güçlendiği bir dönem oldu. Ancak zamanla Kıbrıs Rum Kesimi’nin vetoları ve Türkiye’nin üyeliğine açıkça karşı olan Merkel (2005) ve Sarkozy (2007) gibi liderlerin iktidara gelişleri ile üyelik konusu rafa kaldırılmaya ve müzakere süreci yavaşlatılmaya başladı. Bu nedenle Türkiye’de başlangıçtaki güçlü AB motivasyonu zayıflarken, dış politikada bağımsız bir rota izlenmesi gerektiği düşüncesi giderek güçlendi.
Eurofatique (Avrupa yorgunluğu) olarak tasvir edilen bu sürecin neticesinde Türkiye yönünü daha keskin olarak Orta Doğu’ya dönmeye başladı. 2009 yılında Dışişleri Bakanı olarak dış politika üzerinde etkili bir rol üstlenen Ahmet Davutoğlu’nun kavramsallaştırdığı “Komşularla Sıfır Sorun” stratejisi gereğince, Orta Doğu rejimlerinin iç sorunlarına yönelik bir müdahaleden kaçınan, mevcut rejimlerle dış ticaret ve ekonomik entegrasyon temelinde iş birliği arayışlarında bulunulan bir yönelime girildi.
Bu çerçevede dikkat çeken politika ve hedefler şunlardı: Suriye, Lübnan ve Ürdün’ü kapsayacak bir serbest ticaret bölgesinin kurulması; vize serbestiyet anlaşmaları; Suriye sınırındaki bariyerlerin kaldırılması ve sınır bölgesinin mayınlardan arındırılarak organik tarıma açılması; Orta Doğu sorunlarında Türkiye’nin arabuluculuğu ile çözüme kavuşturulması. Bu hedefler doğrultusunda Türkiye bölge ülkeleriyle ticaret hacmini büyük ölçüde artırdı. Özellikle ülke içerisinde demokratikleşmeye paralel olarak, Kuzey Irak’ta Kürt Bölgesel Yönetimiyle kurulan yakın ekonomik ilişkiler yoluyla bölge adeta Türkiye ekonomik sistemine entegre edildi.
Bütün bunlar dış politika eleştirmenleri tarafından Avrupa odağının kaybedilmesi ve bir Orta Doğululaşma yönelimi olarak eleştirilmiş olsa da gerçekte Türk dış politikasındaki temel Batı yöneliminin devam ettiğini tespit etmek gerekiyor. ABD ile ilişkilerde de realist bir yaklaşıma sahip olan ikinci Bush kabinesiyle tam uyum içerisinde hareket edildiği gözlemlenebilir. Orta Doğu ve Afrika açılımlarıyla, İran’la nüfuz rekabeti bağlamında, bölgesel etkisini artırarak Batılı müttefikler açısından sahip olduğu jeostratejik önemi göstermiştir. Türkiye AB üyeliği sürecinde konsolide ettiği liberal ekonomik vizyonu bölgesel ölçekte yaymıştır.
Fırsattan Açmaza Dönen Arap Baharı
Ancak 17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta başlayan Arap Baharı Türkiye’yi tam bir ikilemle karşı karşıya bıraktı. Türkiye’nin bir tarafta komşuların içişlerine karışmama prensibine bağlı liberal entegrasyon politikaları ile Arap halkların haklı demokratik isyanını desteklemek arasında bir tercihte bulunması gerekiyordu. Türkiye tercihini halkların demokrasi iradesini destekleme noktasında gösterdi. Bu süreç neticesinde Tunus, Libya, Mısır ve Yemen’de her biri 30-40 yıl iktidarda kalan diktatörlük rejimleri kısa sürede devrildiler. Ancak bir sonraki aşamada olayların sıçradığı Suriye’de Batılı ülkelerin doğrudan askeri müdahaleden kaçınması, güç boşluğunda terör örgütü IŞİD’in ortaya çıkışı ve nihayet Rusya’nın askeri müdahalesiyle uzun bir iç savaş ortamına girildi. Bu süreçte milyonlarca mülteciyi de misafir eden Türkiye krizin ağır yükünü en fazla omuzlayan ülkelerden biri oldu.
Diğer tarafta, Temmuz 2013’de gerçekleşen Mısır darbesi dış politika üzerinde etkileri süren kalıcı hasarlar bırakmıştır. Sudan’la ilişkilerinin aksine Türkiye, Mısır darbesine olan haklı tepkisini zaman içerisinde pragmatik bir siyasete dönüştüremedi. Oysa bu süreçte sadece Batı değil, Rusya ve Çin de Sisi yönetimiyle karşılıklı çıkarlar bazında gayet yakın ilişkiler kurabildiler.
Bu dönemde gelen eleştirilere karşı, hükümet yetkilileri politika çizgisini ilke ve değerlere atıfla savunmaya çalıştılar. Türkiye demokratik prensipler uğruna doğru bildiği yolda yürümeliydi; dış politikada içinde bulunulan durum ise bir “Değerli Yalnızlık” olarak kabul edilmeliydi.
Dış politikanın iç politikada araçsallaştırılması ve temel hedeflerin coğrafi ve stratejik bir öncelik sıralamasına konulmamış olması, bu dönemde yaşanan birçok sorunun temel nedeniydi. Ancak Suriye’nin kendi şartlarını göz ardı ederek, Türkiye dış politikasını iç savaşın nedeni olarak gösteren argümanlar havada kalmaya mahkumdur. Asıl nedenin Suriye’de 1970’den bu yana iktidarda bulunan baskıcı Baas rejimi olduğu, rejimin varlığını devlet terörüne dayandırdığı ve temel insan hakları için mücadele etmenin herkes için bir hak olduğu muhakkaktır. Bu açıdan Türkiye tam anlamıyla tarafsız kalmış olsa dahi kendi kapısına yığılmış milyonlarca mülteciden dolayı bir insani krizle karşı karşıya kalacağı muhakkaktı. Bundan dolayı Türkiye Esad’ı demokratik bir geçiş sürecine ikna etme noktasında aktif bir rol üstlendi. Ancak bir azınlık diktatörü olan Esad bu çağrıları dinlemeyip gösterileri baskı ve devlet şiddetine başvurarak bastırmaya kalkışınca ülkesini bir felaketin içine attı.
İktidara yakın çevreler bu dönemin bütün sorumluluğunu, Mayıs 2016’da Başbakanlık görevinden istifası sonrası muhalif bir hareket başlatan Ahmet Davutoğlu’na yıkıp, dış politikada yeni bir sayfa açma söylemi geliştirdiler. Ancak iktidarın sonraki dönem politikaları, idealist olmakla eleştirilen çizginin devamı niteliğindeydi. Ayrıca içeride giderek daha net bir şekilde ortaya çıkan milliyetçi ve güvenlikçi bir perspektif, Suriye ve Irak örneğinde olduğu gibi dış politikada da makes buldu. Üstelik uluslararası ve bölgesel güçlerle ilişkilerde, o dönemden devralınan rasyonel temelli politikalar da tamamen terkedildi. Bu konudaki en çarpıcı örnek, AB ile vize serbestiyeti için anlaşma sürecinin, talep edilen şeffaflık yasası şartı nedeniyle tamamen devreden çıkarılmasıdır. Bu yeni dönem, ilkesel tutarlılığını kaybetmiş ama aynı zamanda rasyonalitesini de bulamamış, Türk dış politika tarihinin en tutarsız ve dağınık dönemi olmuştur.
AK Parti’nin Yeni Döneminde “Değersiz Yalnızlık”
2016 yılında Binali Yıldırım’ın başbakanlığı devraldıktan sonra sarfettiği “dostlarımızın sayısını artıracağız, düşmanlarımızın sayısını azaltacağız” ifadesi, birçok gözlemci tarafından diplomasi alanında bir normalleşme sürecine girileceğinin işareti olarak yorumlanmıştı. Artık Türkiye, ağır idealist politikaların yükünden kurtulup, ulusal çıkarlarını gözeten, rasyonel temelli bir dış politika çizgisine geçiş yapabilecekti.
Ancak beklentilerin aksine, o günden bugüne izlenen dış politika genel hatlarıyla değerlendirildiğinde yalnızlığı daha da artmış bir ülke fotoğrafı karşımıza çıkıyor. Türkiye 2016’dan bu yana sadece yalnızlaşmadı, aynı zamanda dış politikada temel eksen ve yönelimini de kaybetti. Özellikle son bir yıl içerisinde ABD, AB, Rusya, ve Çin gibi küresel güçlerle ilişkiler, Orta Doğu’daki yeni ittifak oluşumlarına karşı tepkiler bu fotoğrafı daha da netleştirdi.
Hiç kuşkusuz bu durumu AK Parti’nin, Cumhurbaşkanlığı sistemini hayata geçirmek için razı olduğu milliyetçi koalisyon bağlamında demokratik vizyonunu kaybetmesinin bir sonucu olarak görebiliriz. İç politikada demokratik liberal yönelim terkedilip, yerine otoriter bir sistem inşa edilmesinin bir sonucu olarak Türkiye, AB tam üyelik vizyonundan uzaklaştı, yerine Rusya ve Çin ile askeri ve ekonomik yakınlıktan fayda uman güvenlikçi bir paradigmayı uygulamaya geçirdi. Orta Doğu’da dış politika rasyonel bir çizgiye getirilemediği gibi, bir yanda, Türkiye’nin etrafında kurulan İsrail-Körfez ittifakı kuşatması ve diğer yanda, İran’ın mezhepçi politikaları ile etrafı tamamen kuşatılmış durumda. Bu nedenle, bu dördüncü döneminde AK Parti iç ve dış politika vizyonu olarak tamamen dönüşüm geçirmiş bir parti olarak iktidarını sürdürmektedir. Özellikle Kürt sorununda iktidar 2002’den sonraki on yıl boyunca izlediği reformcu perspektifi terk etmiş, 1990’lı yılların egemen güvenlikçi bakış açısını temel yönelim olarak benimsemiş durumdadır.
Kürt sorunu dış politikayı yeniden esir almaya başlamıştır. Ancak temel bir fark, 28 Şubat süreci boyunca Yunanistan, Suriye ve PKK eksenine karşı 2.5 savaş teorisi adı altında uygulamaya konulan stratejik perspektifin dayandığı bir temel bulunuyordu. O da İsrail ile yakın askeri ittifak ve İsrail üzerinden ABD ile yakın ilişkilerdi. 2016 sonrasında ise, Türkiye’nin bölgesel politikalarını yaslayabileceği temel bir ittifak politikası bulunmuyordu. Suriye’de PYD’nin ABD desteğiyle güçlenmesi ve Rusya’nın artan askeri varlığının getirdiği bir konjonktürde, Türkiye, Batı ittifakı yerine Rusya ile yakınlaşma stratejisini uygulama geçirildi.
2016’ya kadar olan dönemde AK Parti hükümetleri tarafından uygulamaya konulan dış politika perspektifleri, temelde Türkiye’nin Rusya’ya karşı denge unsuru olarak Batı ile stratejik ittifak yönelimini sorgulamamıştı. AB entegrasyonu, Orta Doğu’da ekonomik iş birliği arayışları ve hatta Arap Baharı dönemlerinde Türkiye’nin Batı ittifak sistemine dayalı tarihsel stratejik çerçevesinde bir değişiklik meydana gelmedi.
Uluslararası güçlerle ilişkiler açısından 2016’dan itibaren içine girilen süreçte, Türkiye’nin dış politikasında radikal bir eksen değişikliği arayışına girdiğini gözlemliyoruz. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, birçok alanda ABD ile gerginlikler artarken, diğer tarafta Rusya bir askeri stratejik partner olarak ortaya çıktı. Hükümet ABD ile gerginliği Trump ile kurduğu şahsi dostluk yoluyla aşmaya çalıştı. Bu arada Trump’ın 2019’da Rahip Brunson krizi devam ederken yayınladığı Türkiye’yi küçük düşüren sosyal medya mesajlarına ve son olarak gönderdiği bütün diplomatik kuralları yerle bir eden, nezaketsiz mektubuna iktidar tarafından cevap dahi verilmezken, ABD Başkanı Türkiye’ye yönelik diplomatik olmayan söylemlerini son bir yıl boyunca da devam ettirdi.
Türkiye’de iktidara yakın medyanın ve düşünce kuruluşlarının 2020 Amerikan seçimlerinde Trump tarafında açık pozisyon almalarına rağmen, Trump döneminde Türkiye’nin çıkarlarına hizmet eden tek bir uygulama dahi olmamıştır. Aksine Trump, İsrail ve Suudi Arabistan’a sağladığı destekle de Türkiye’nin Orta Doğu’da daha da yalnızlaşmasına hizmet etmiştir.
ABD ile Yükselen Gerilim
ABD ile ilişkilerde son dönemde Türkiye açısından iki kritik hadise yaşandı. Öncelikle, Kongre’de Cumhuriyetçilerin de desteğiyle Ekim 2019’da sözde Ermeni soykırımının tanınması için verilen yasa tasarısının kabul edilmesi ve tasarının Aralık ayında Senato tarafından onaylanması, Türkiye’nin yıllardır büyük önem verdiği bir konuda aldığı çok büyük bir diplomatik mağlubiyettir. İkinci büyük darbe ise, ABD Savunma Bakanlığı tarafından, Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın alması dolayısıyla Türkiye’nin F-35 savaş uçaklarının ortak üretim programından çıkarılması ve yine bu kapsamda Türkiye’ye helikopter motoru satışı ve F-16 modernizasyon projelerinin Kongre tarafından engellenmesiydi. Son CAATSA yaptırımlarıyla Türkiye, Amerikan ve esasen Batı silah teknolojisine olan erişimini tamamen kaybetme riskiyle karşı karşıya.
Kuşkusuz Türkiye bağımsız bir devlet olarak istediği türde silah teknolojisini ithal etme hakkına sahiptir. Ancak konunun ülkenin kendi güvenliğini ilgilendiren boyutu yadsınamaz. Bu açıdan Türkiye’nin Batı askeri teknolojisinden mahrum bırakılması, ülkeyi bölgesel güç dengesinde son derece dezavantajlı hale getiriyor. Türkiye’nin, kısa ve orta vadede, son nesil savaş uçaklarıyla güç projeksiyon yeteneklerini takviye eden bölgesel güçlerle olan rekabetinde yaşadığı dezavantajı nasıl ortadan kaldıracağı bir muammadır.
Rusya ve Çin Üzerinden Denge Arayışı
Türkiye ABD ile sahip olduğu bu gerilimi Rusya ve Çin ile yakın ilişkiler yoluyla aşmaya çalıştı. Ancak her iki ülke de Türkiye’nin Batı ittifak sistemine bir alternatif değil, aksine Türkiye’nin tarihsel süreçte Batı ittifak sistemindeki varlığının meşruiyet nedenleriydi. O nedenle Türkiye’nin güvenlik kaygılarını Doğu Bloku’na yakınlaşarak çözmesinde çelişkiler bulunmaktaydı.
Türkiye ile Rusya arasında sadece Akdeniz’de değil aynı zamanda Balkanlar, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Karadeniz’de, Kafkaslar ve Orta Asya’da çok boyutlu jeostratejik çıkar çatışmalarının olduğu açıktır. Buna ilaveten, Türkiye’nin yönünü Rusya’ya dönmesi, Türkiye’nin etrafındaki Osmanlı mirası coğrafyanın, tarihi kökleri derinlere uzanan güvenlik algılarını aynı anda uyumlu hale getirmedi. Bu nedenle Rusya ile stratejik yakınlaşma, Kosova gibi müttefikleri stratejik açıdan Türkiye’den uzaklaştırma sonucunu getirdi. Eylül 2020’de Kosova’nın Trump’ın himayesinde Sırbistan’la yaptığı karşılıklı tanıma anlaşmasına eklenen İsrail’i tanıma ve Kudüs’te büyükelçilik açma maddesini kabul etmesindeki temel motivasyon da buydu.
2017’de de Bosna Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararına karşı verilen BM önergesinin oylanmasında çekimser kalmıştı. Diğer tarafta, Türkiye’nin Dağlık Karabağ krizinde büyük destek verdiği Azerbaycan’ın da, Rusya ve İran’a karşı, İsrail’le yakın diplomatik ve askeri işbirliğine sahip olduğu biliniyor. Bütün bunlar, Türkiye’nin yakın coğrafyasındaki tarihi ve kültürel müttefiklerinin, Türkiye’nin stratejik partner değişikliğine karşı kendi çıkarlarını ve perspektiflerini kolayca senkronize etmeyeceklerini gösteriyor.
Diğer tarafta, Çin ile derinleşen ekonomik ilişkiler nedeniyle Türkiye, giderek bir soykırım haline gelen Doğu Türkistan konusunda gözlerini ve kulaklarını kapatma noktasına gelmiştir. Üstelik sembolik olarak en etkili aşılardan birinin altında Türk bilim insanlarının imzası olmasına rağmen, tercihin etkinliği konusunda tartışmalar bulunan bir aşıdan yana yapılması anlaşılır bir tutum olmamıştır. Aslında S-400 hava savunma sistemi ve Çin aşısı tercihleri yeni Türk dış politikası için sembolik açıdan madalyonun iki yüzü olmuştur. Rasyonel temelleri tartışmaya açık olan bu kararlar, Türkiye’yi Doğu blokuna güvenlik ve sağlık politikaları açısından bağımlı bir ülke haline gelme riski taşıyor.
Türkiye ve Çin arasında imzalanan suçluların iadesi anlaşmasının Meclis tarafından onaylanması yönündeki kanun teklifi 2019’da Mustafa Şentop tarafından verilmişti. Çin’in 2020 yılının Aralık ayı içerisinde anlaşmayı onaylaması Çin gümrüğünde bekletilen Kovid aşılarının bu anlaşmaya karşılık olup olmadığı şüphelerini gündeme getirdi. Diğer tarafta, suçluların işkence ve idam cezası tehlikesi bulunan bir ülkeye iadesi Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne açıkça aykırıdır. Türkiye’ye sığınan binlerce Uygur Türkü büyük bir endişe içerisinde bu konudaki gelişmeleri takip ediyor.
Türkiye açısından artık AB üyelik sürecinin çok fazla anlamı kalmamış olmalı ki ne Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ne de kendi siyasi hakları için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tam üç defa müracaat ettiği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları dikkate alınıyor. HDP eski Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılması konusundaki AİHM kararının bizi bağlamadığı ileri sürülebildi.
Bu konuyla ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Esasen AİHM bizim mahkemelerimizin yerine geçecek şekilde karar veremez” açıklamasıyla tartışmaya dahil oldu. Ancak AİHM kararlarının bağlayıcılığı Türkiye’nin imza attığı uluslararası sözleşmelerle ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası tarafından belirlenmiş, tartışılması dahi imkânsız bir gerçekti. Üstelik bu sözlerinden sadece birkaç gün önce, 16 Aralık’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan, Almanya Başbakanı Merkel’le yaptığı telefon görüşmesinde, AB ile ilişkilerde yeni bir sayfa açmayı arzu ettiğini ifade etmişti. Kuşkusuz dış politikanın her alanıyla ilgili bu tür çelişkili açıklamalar, gideceği istikameti ve hedeflerini tayin edemeyen bir ülkenin içinde bulunduğu kimlik bunalımı ve kafa karışıklığının göstergesidir.
Orta Doğu’da Diplomatik İzolasyon
2016’dan sonra dış politikanın rasyonelleşeceği beklentilerinin tam aksine, 2020 Türkiye’nin Orta Doğu coğrafyasındaki dışlanmışlığının daha da arttığı bir yıl oldu. Katar ile kurulan ve giderek tartışmalı hale gelen ittifak dışında Türkiye’nin bölgede yakın ilişkilere sahip olduğu başka bir ülke kalmadı. Bunun en önemli nedeni kuşkusuz idealizm ile realpolitik arasında açılan makasın bir türlü kapatılamamasıdır. Türkiye bir yanda Mısır gibi ülkelerle ilişkilerinde normalleşmeye dönemezken, realpolitik tercihlerinde de başarısızlığa uğradı.
Çarpıcı bir örnek olarak Türkiye yıllarca Sudan’da darbeci el-Beşir’le yakın ilişkiler yürüttü ama aynı zamanda el-Beşir’in bir darbe sonucu devrilmesinden sonra bu ülkedeki çıkarlarını büyük ölçüde kaybetti. Yine tartışmalı Belarus seçimlerini ilk tanıyan ülkelerden biri Türkiye oldu. Ayrıca Türkiye, Mali’deki darbe sonrasında da bu ülkeye resmi düzeyde ziyareti gerçekleştiren ilk ülkeydi. Özetle hükümet dış politikasına yön verecek bir genel çerçeveden, bir grand stratejiden yoksun olunca, hem idealizmin hem de realpolitiğin maliyetlerini aynı anda ödemek zorunda kaldı.
Bu konjonktürde İsrail’in gerek Orta Doğu’da, gerekse Türkiye’nin etrafındaki bölgede kurduğu ittifak ağı ile Türkiye’nin etrafını kuşattığını, tam anlamıyla çembere aldığını görüyoruz. İsrail bir tarafta BAE, Umman, Sudan ve Fas ile diplomatik normalleşme sürecine girmiş durumdayken diğer tarafta Balkanlar’da ve Kafkasya’daki stratejik etkisini artırarak devam ettiriyor. Türkiye ise bu kuşatmayı yaramayınca şimdi de çareyi İsrail’e yeniden dümen kırmakta görüyor. İsrail’le yeniden normalleşme sürecinde her iki ülkeyle de çok yakın stratejik ilişkilere sahip olan Azerbaycan’ın arabulucu bir rol oynayacağı ifade ediliyor. Bir zamanlar bölgesel çatışmalarda arabulucu rolünü başarılı bir şekilde oynayan Türkiye, şimdi kendi bölgesel çatışmalarının çözümü için başka ülkelerden medet umuyor.
Çelişkilerin Esaretinde Dış Politika
Türkiye’nin dış politikasında sergilenen ölçüsüz güç projeksiyonları ve ölçüsüz tavizler arasında gelgitlerin ortaya çıkardığı zaaf ve tutarsızlıklardan başarıyla yararlanan küresel ve bölgesel güçler, Türkiye’yi diplomatik sahada tarihinde görülmemiş bir muhasara altına almış durumdalar.
Doğu Akdeniz krizi bu yalnızlığı en dramatik biçimde gösterdi. Son bir yıl içerisinde, Türkiye ile Yunanistan arasında Doğu Akdeniz’de kıyıdaş ülkelerin deniz sınırlarının belirlenmesinden kaynaklı gerilim tırmandı. Ancak bu konuya Fransa’nın da dahil olmasıyla gerginliğin boyutu daha da tırmandı. Diplomasinin geri plana atıldığı, medya ve devlet yetkililerinin hamaset yarışında özenle geride kalmamaya çalıştığı heyecanlı günlerden sonra, Türkiye Doğu Akdeniz’de görev yapan Oruç Reis sondaj arama gemisini geri çekmek zorunda kaldı. Bütün bunlardan sonra da geri adım atıldı, mecburen diplomasiye bir “şans verildi”. Bu süreç Türkiye’ye karşı Fransa ve Yunanistan arasındaki yakınlaşmaya İsrail, Mısır ve hatta BAE’nin dahil olmasıyla bir Türkiye karşıtı yakınlaşmanın kapısını araladı. Akdeniz’in bir başka çatışma alanı olan Libya’da Türkiye’nin destek verdiği meşru hükümete karşı devam eden iç savaşta, isyancı tarafı destekleyen bu ülkeler aynı zamanda Rusya’nın da yakın desteğine sahipler.
İktidarın önceki döneminde dış politikada içine girilen zorluklar, bir “değerli yalnızlık” olarak tanımlanmıştı. Ancak bugün Türkiye hem o değerlerden vazgeçmiş, hem de dünyada ve kendi bölgesindeki yalnızlığını artırmış bir noktada görünüyor. Bir sonraki on yıla girerken Türk dış politikasında, ilkeler ve çıkarlar arasında çizilen mütemadi zigzaglar neticesinde dengesini kaybetmiş, yön verici bir ekseni olmayan, günlük tepkilerle biçimlenen, hedeflerini ve yönünü tayin edemez hale gelmiş, tutarsız ve dağınık bir manzara ile karşı karşıyayız. AK Parti iktidarı demokrasi yönelimine geri dönüp, otoriter söylemlerinden ve uygulamalarından vazgeçmediği müddetçe, son zamanlarda dillendirilen reform vizyonu da sadece söylemde kalacaktır.