Dostdüşmanlar: Rusya ve Türkiye
Anton Marsadov 01 Ocak 1970
İlginç bir şekilde Türk ve Rus devlet başkanları savaş ve barış konuları arasında manevra yaptıklarında benzeşiyorlar. Bu nedenle, onlar için mücadele etmek hem kolay hem de zor. Zor çünkü, askeri kızışma kontrol edilemez bir hale gelebilir. Kolay çünkü, taraflar birbirlerinin tavırlarını anlıyorlar.
2020’de Rus-Türk ilişkileri konusunda geride kalan yanılsamalar da yok edildi. Yıllar boyunca, stratejik ayrılıklar akrobatik propaganda becerileriyle örtbas edildi. Örneğin 2015’teki “sırttan bıçaklama” retoriği kısa zamanda “dostluk” ve Türkiye’nin “NATO konusunda yaşadığı hayal kırıklığı” üzerine düşüncelerle yer değiştirdi.
İki devlet başkanının 2019 yılında beraber dondurma yedikleri görüntüler o kadar tatlı idi ki, Ankara’nın S-400’leri tedariki, Türkiye’yi, Rusya’nın Batı ile çatışmasına çekme olarak algılandı. Üstelik yabancı politikacılar ve analistler de Rus propagandasının ekmeğine yağ sürdüler. Pek çok kişi Ankara’nın hamlelerini “Batı yörüngesinden yaklaşan bir çıkış” merceğinden gördü. Hatta Rus televizyonlarında ateşli Türk karşıtı (ya da anti-Türkî) uzmanlar “ben sizi uyardım” ve “Türklerle defalarca savaşmamız için bir neden yoktu” sözlerinden kaçınmak zorunda kaldı.
Rus medyasında dillendirilen, “tarihteki Rus-Türk savaşları samimi bir iş birliğini engelledi” iddiaları konunun esas noktasını ıskalıyor. Askeri konularda uzman olmayan bir kişi için bile, çağdaş savaşların, bilhassa da nükleer süper güçlerin dahil olduğu savaşların, devletvari üçüncü bölgelerde ve herhangi bir nedenle egemenliklerinin bir kısmını kaybetmiş ülkelerde devam ettiği açıktır. Bu savaşlar danışmanlar, paralı askerler ve özel operasyon birlikleri, topçu sınıfları, insanlı ve insansız hava gücü tarafından sürdürülüyor.
İlginç bir şekilde Türk ve Rus devlet başkanları savaş ve barış konuları arasında manevra yaptıklarında benzeşiyorlar. Bu nedenle, onlar için mücadele etmek hem kolay hem de zor. Zor çünkü, askeri kızışma kontrol edilemez bir hale gelebilir. Kolay çünkü, taraflar birbirlerinin tavırlarını anlıyorlar.
İlk olarak çatışma Şubat ayında savaş uçakları, sonradan kaza olduğu iddia edilerek, en az 33 Türk askerini öldürdüğünde tırmandı. Buna misilleme olarak, Türk ordusu Esad’ın muhalifleri ile 1 yıl boyunca savaşırken kaybettiğinden daha fazla askerî personel ve ekipmanı Esad’a kaybettirdi. Sonrasında, (Libya’da) Ankara’nın desteğiyle Ulusal Mutabakat Hükümeti, Hafter’i, saldırı tekelinden mahrum bırakmakla kalmadı aynı zamanda Rus paralı askerlerini de bir kenara attı.
Patreon aracılığıyla Perspektif’e destek verebilirsiniz.
DESTEK VER!
Eylül ayında, Türk-Rus ilişkileri Dağlık Karabağ testine tabi tutuldu. Nahçıvan’da Mi-24 helikopterinin vurulduğu bir olay vuku buldu. Aşırıcılar, Suriye semalarında 2015 yılında Rus Su-24 bombardıman uçağının vurulduğu olayla hemen benzerlikler kurdular. Putin’i Azerbaycan’a askerî birlikler göndermeye teşvik edenler, Türkiye ile AB ülkelerindeki terörist saldırılar konusunda bağlantılar buldular. İddia o ki, Ankara dış politikada attığı adımlardan, bu şekilde dikkat dağıtıyormuş. Üstelik Türkiye’yi kötü giden her hususta suçlayanlar sadece televizyonlarda boy gösterip konuşan kişiler değil. Bu yaklaşım Moskova’nın çıkarlarının peşinde koşarken kullandığı taktiğin bir parçası.
Çıkarlar her zaman iki ülke arasındaki iş birliği anlayışını/mantığını da takip etmiyor. Resmi olarak, Moskova Türkiye’nin Transkafkasya çatışması ve bununla ilintili Suriyeli savaşçılar konusunda yorum yaparken ihtiyatlı idi. Rusya, gayr-ı resmi olarak ise, dost medya kanalları vasıtasıyla, Türkiye’yi çatışmayı kötüleştirmekle suçladı. Hatta iddialara göre Dağlık Karabağ’a yeniden savaşçı konuşlandırmaya hazır olan Suriye muhalefetine de sözlü olarak saldırdı.
Perde Arkasındaki Kavga
Rusya, Azerbaycan ve Ermenistan arasında varılan ve Karabağ’daki savaşı bitirecek olan anlaşma düşmanlıklara en azından 5 yıl için nokta koymayı amaçlıyor. Aynı zamanda bu mutabakat, Moskova ve Ankara ilişkilerinde yeni bir sayfa da açtı. Türk Savunma Bakanlığı tarafından ortak barış koruma gücü hakkında tekrar tekrar yapılan açıklamalar ve hem Kremlin’in hem Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın Türklerin çatışma alanına konuşlanmasını reddetmesi var olan görüş ayrılıklarını şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde ortaya koydu. Yine de taraflar, konuları perde arkasında, üçlü anlaşma çerçevesi dışında tartışıyor.
Dağlık Karabağ’da savaşın patlak vermesinin akabinde büyük kayıplar yaşayan Ermenistan ve Azerbaycan tarafından duruma bakıldığında, perde arkasındaki kavga çok da belirgin değil. Gerçi, duruma daha geniş bir perspektifle bakılırsa hâlihazırdaki kavganın esasen ne kadar belirgin ve mantıklı olduğu görülür. Bir süredir Rusya ve Türkiye, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle sağlama aldığı gözlem merkezinin yetkilerinin kapsamını belirliyorlar. Dahası bu mevzuda müzakereleri yürütenler, Dağlık Karabağ ve Suriye’yi tek bir dosya olarak ele aldıklarını saklama gereği dahi duymuyorlar.
Bu esasen yeni değil. Moskova ve Ankara daha önce de Libya dosyasını Suriye dosyasına bağlıyorlardı. Örneğin, taraflar Moskova’da Suriye Ulusal Güvenlik Bürosu Başkanı Tümgeneral Ali Memlük ile Türk Millî İstihbarat Teşkilâtı Başkanı Hakan Fidan arasında görüşmeler ayarladılar. Bu, Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti Başbakanı Fayiz Serrac ile Libya Ulusal Ordusu (LUA) Komutanı Halife Hafter ile bir anlaşma yapmaya dönük bir girişimdi.
Ateşkes anlaşmaları genellikle kısa vadelidir. Detaylandırılmış ateşkes anlaşmaları ise uzun süreli barış potansiyeline sahiptir. Rusya’nın parçalı diplomasisinin ise detaylarla sorunu var. Kremlin bir fırsat penceresi sunan pazarlıklı anlaşmalara alışık. Bu nedenle Rusya, bütün problemlerine rağmen, kırılgan bir zemin üzerinde kendisine nüfuz alanları oluşturmaya çabalıyor. Bu durum, ufukta görünen tırmanan çatışma karşısında temasları sıklaştırmayı hedefleyen, krizi engellemek için kasıtlı bir adım mı? Yoksa Rus bürokrasisinin kusurlarının sonucu mu?
Örneğin 2017’de, Suriye’de gerginliği azaltma bölgeleri belirlendi. Moskova, tarafsız olduğu varsayılan Kahire’de, Suriye muhalefeti ile yaptığı ikili görüşmeler sürecinde epey muğlak bir mutabakat oluşturmaya çalıştı. Ancak Şam hükümeti -gerçekte ise Tahran hükümeti- göz ardı edildi. Aynısı, daha sonra 2019’da yine Suriye mevzusunda Türkiye-Rusya mutabakatında yaşandı. Bu mutabakat ile bir tampon bölge oluşturuldu ve Türk-Rus ortak devriyelerinin nasıl gerçekleşeceği belirlendi. Ancak, mutabakat ana detaylardan yoksundu. Örneğin mutabakatta muhalefet ve Kürtlerin yanı sıra bölgeye konuşlandırılan Suriye sınır muhafızları arasındaki çatışmaları sona erdirmek için tampon bölgenin çevresinin kimin tarafından korunacağına dair bir hüküm yoktu. Bunun sonucu olarak çatışmalar devam ediyor.
Moskova’nın kendi yeteneklerinin farkında olup olmadığını bir kenara koyarsak, Rusya’nın açık uçlu anlaşmaları iki nedenle tercih ettiğini farz edebiliriz. Birincisi, koşullara uyum sağlayabilir ve kızışmış çatışmanın aktif evresine dahil olmaktan kaçınabilir. Bu hâl, Moskova ve Ankara arasında, Suriye savaşında yaşanan toprak değişimleri için ön koşulları oluşturuyor. Misal 2016’da El Bab şehri ve Halep’in kuzeyi, Halep’in doğusunun Esad’a bağlı birliklere tam olarak teslim olması karşılığında el değiştirdi. İkincisi, Moskova, hakiki müttefiklere sahip olmamanın kendi içinde mantığı ve limitleri olduğunun farkında olduğu için (Türkiye ve Rusya bölgede hem müttefik hem de rakipler) bu tarz anlaşmaları tercih edebilir.
Bloğun Diğer Tarafında Mı?
Libya konusunda, Rusya fiili olarak Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Suudi Arabistan ile Türk karşıtı ittifakta üyeliğini resmileştirdi. Mesela, Rus paralı askerlerin maaşları BAE tarafından, hizmetkârları LUA komutanı Hafter’i desteklemek için ödendi. Ancak Moskova ve Ankara, birbirleriyle etkileşim kurabilmek için, yasal (de jure) olarak savaşmaktan kaçınmalarına olanak veren, dahası Libya Savaşını kısaltacak bir format bulmayı başardılar. Moskova, LUA’yı temel olarak Rus desteğine bağımlı hâle getirirken, Türkiye Libya Ulusal Geçiş Konseyi’ndeki etkisini genişletti. Sonuçta, Sirte ve Cufra’da düşmanlıkların sona ermesine ve kademeli olarak barış sürecine yol açan şey, Mısır’ın Sirenayka’ya asker konuşlandırma tehditlerinden ziyade, çatışan tarafların artan savaş yeteneklerinin eşlik ettiği Rus-Türk istişareleri idi.
Ankara, Moskova’nın Türkiye’nin bölgesel rakipleriyle, özellikle de Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri ile olan bağları konusunda öfkesini gizlemiyor. Kahire, S-300VM hava savunma sistemleri, Su-35 savaş uçağı ve T-90 tankları gibi son model silahları teslim alıyor. BAE ayrıca Suriye’deki Kürt oluşumları da destekliyor. Ayrıca Türkiye, İdlib’deki muhalefet ile dirsek temasında bulunup, Suriyelilerin bölgeden yeniden toplu olarak çıkışlarını ve bir göç krizini engellerken, BAE periyodik olarak Şam ve Moskova’yı İdlib’e yönelik saldırılarına devam etme hususunda ikna etmeye çabalıyor.
Ancak Rusya ile Türkiye’nin rakipleri arasındaki bağlar Türkiye’nin Kiev ile iş birliği yapmasıyla (silah konusundaki iş birliği dahil) dengeleniyor. Bu durum Türk yetkililerin Kırım hakkındaki genellikle muğlak retorikleri ile gerçekleşiyor. Öyle görünüyor ki Kremlin, Türkiye’nin, Rus medyasında, Kırım’ı Neo-Osmanlılardan koruma kampanyalarını tetikleyen ve manşetler oluşturan retoriği olmasaydı, Ankara’nın yarımada üzerindeki pozisyonuna ve Kırım Tatarlarının özerklik konusuna karşı daha toleranslı olacaktı.
Bu durum, Rus medyasının haber yapma konusunda gönülsüz olduğu “devlet oluşturan ulus” gibi başka bir probleme de yol açıyor. Her ne kadar Türkler ve Müslümanlar Rusya’da azınlık olsalar da sayıca göz ardı edilemeyecek kadar çoklar. Bu manada, Rus yetkililer tarafından gelen duygusal yayınlar ve açıklamalar sıklıkla Rusya’daki Türkî halkları “itibari millet” [1] kavramına karşıt (Bu terimin günümüz dünyasında kabul edilip edilemeyeceği ayrı bir konu) bir pozisyona itiyor ki bu sadece yanlış değil, aynı zamanda Rusya gibi çok dinli bir ülkede tehlikeli de.
Rusya, doğal müttefikleriyle ilişki kurmada zorluklar yaşaması konusunda kötü bir şöhrete sahip. Paradoksal bir şekilde, Ankara ile muğlak ilişkiler Rus dış politikası için faydalı. Rusya’daki aktif Türk karşıtı medya kampanyasına ve Ankara’nın Transkafkasya’da giderek artan etkisinden duyulan korkulara rağmen, dağınık AGİT Minsk Grubu’nu etkisiz hâle getirerek, Rusya’nın Karabağ Barış sürecindeki tahakkümünü garanti altına alan şeyin, Türkiye’nin Azerbaycan’a sunduğu destek olduğu ortaya çıktı. Açık bir biçimde, Bakü Ankara’nın desteğini aldığından, Azerbaycanlı yetkililerin Türk askerî üslerinin (Hazar Denizi üzerinde kontrol sağlamalarına izin verecek olanlar da dahil) kendi topraklarında varsayımsal konuşlanmasına karşı çıkması muhtemel görünmüyor. Ne var ki, bu süreç Ankara’nın gizli girişimlerine nazaran bir nebze kontrol altında olacaktır.
SSCB’nin çöküşünden sonra, Transkafkasya ve Orta Asya’da dış etkiden yoksun alanlar ortaya çıktı. Rusya, Sovyet-sonrası alanda üstünlük retoriğine rağmen var olan boşluğu hemen dolduramadı. Ancak doğa boşluk kabul etmez. Dolayısıyla, dış etkiyi engellemek için komşuların ve entegrasyon platformları bünyesindeki müttefiklerin koşulsuz sadakatinden ziyade, bilge bir şekilde birilerinin yatırımlarından yararlanılmalıdır. Fakat Ankara da Moskova gibi aynı finansal kaynak sıkıntısından muzdarip olduğu için Türkî halklarla iş birliğini geliştirmeyi amaçlayan politikası genelde sözde kalıyor. Aynı zamanda, Çin’in Sovyet sonrası alanda büyüyen/ürpertici yayılımı Rusya’nın liderliği için çok daha tehlikeli. Şu ana kadar, Rusya bu duruma karşı yeterli hassasiyeti göstermiyor. Ama Han İmparatorluğu’nun dirilişi Neo-Osmanlıcılıktan çok daha tehlikeli. Üstelik Çin, Rusya’nın petrol, gaz ve diğer doğal zenginlikleri gibi ana kaynaklarının yoğunlaştığı en hassas ve korunmasız alanlara daha yakın.