Yine o aynı “Açlık Oyunları” dünyası
Güven Sak 01 Ocak 1970
Bakın bu yıl ikinci kez oluyor. Bu hafta, Kapitol’e (Capitol-Amerikan Kongre Binası) saldıran güruhu televizyon başında izlerken, ben yine kendimi Susanne Collins’in “Açlık Oyunları” dünyasında gibi hissettim doğrusu. Temmuz ayı civarında “Black Lives Matter” ayaklanmaları sırasında da böyle olmuştum. Bu kez kalabalık, esasen beyazlardan oluşuyordu ama hadise yine aynı “Açlık Oyunları” dünyasında geçiyor gibiydi. Neden?
Hatırlıyor musunuz? Romanda, son derece gelişmiş ve refah içinde bir şehir devleti olan Kapitol ile onu çevreleyen, açlık sınırında yaşayan, milli üretime ve toplumsal refaha katkıda bulunmayan, on iki mıntıka vardı. Kapitol, her yıl, bu şehir devletlerinden seçilen 12-18 yaşlarında bir erkek ve bir kızın televizyonda yayımlanan ölümüne mücadelesini içeren, bir yarışma düzenliyor; kazanan ise Kapitol’deki elitlere katılıyordu. Gidiş aynen böyle korkarım.
Doğrusu bir yandan Vaşington’daki hadiseyi izlerken, öte yandan, daha geçen hafta İngiliz gazetesi Financial Times’ta, OECD baş ekonomisti Laurence Boone ile yapılan mülakattan bir cümle vardı aklımda. Tek bir cümle.
“İstihdamın kalitesindeki bozulmanın toplumsal öfkeyi nasıl artırdığını görmek için asıl virüs sonrası toparlanmayı bekleyin.”
Mealen işte böyle. “İstihdamın kalitesindeki bozulmanın popüler öfkeyi/hıncı nasıl artırdığını görmek için asıl virüs sonrası toparlanmayı bekleyin” (If we thought there was popular resentment because the quality of jobs was going down [before Covid-19], then it’s going to be much worse after this pandemic) diyordu. Neden?
İş şirketlere bırakılırsa virüs sonrası intibak daha hızlı dijitalleşme, daha hızlı robotlaşma, daha çok işsizlik, çalışanlar için ise daha az sosyal güvence demek
Hiç unutmuyorum. Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (Sustainable Development Goals-SDG) gündemi 2015 yılında, Türkiye’nin G20 dönem başkanı olduğu, şimdi o çok özlediğimiz günlerde açıklanmıştı. SDG ile birlikte kalkınma hadisesi yalnızca gelişmekte olan ülkelerin meselesi olmaktan çıkıyordu. Gelişmiş ülkelerin içinde de bir dizi kalkınma meselesinin olduğunun altı çiziliyordu. Biz bu durumu aslında biliyorduk yani.
Kentlerde yaşamın sürdürülebilirliği ve gelişmiş ülkelerde küreselleşme ile artan bölgesel dengesizliklerin ele alınması kalkınma gündemini çeşitlendiriyor, sürdürülebilirlik tanımı iklim değişikliğini aşıyor, dünyayı hoyrat kullanmanın getirdiği olumsuzlukların tamamını içeriyordu artık. G20 gündemindeki asimetri ortadan kalkıyordu.
O güne kadar gündemde iki ayrı izlek vardı. Birincisi, 2008 krizi sonrasında biçimlenen daha çok gelişmiş ülkeleri ilgilendiren istikrar meselesi. İkincisi ise daha çok gelişmekte olan ülkeleri ilgilendiren kalkınma meselesi. SDG ile birlikte kalkınma meseleleri yalnızca gelişmekte olan ülkeleri ilgilendiren güdük bir alt konu olmaktan çıkıyor, herkesi ilgilendiren bir mesele haline geliyordu. Doğrusu ben yalnızca bu nedenle o yıl daha umutlu olduğumu hatırlıyorum.
Ama sonra ne oldu? Kalkınma gündemi kapsayıcı olamadı, güdük kalmaya devam etti. Artan dijitalleşme ile birlikte sayısı hızla artan güvencesiz kesimlerin varlığı, azalan gelir düzeyleri hep ortada kaldı. Laurence Boone’un söylediği “kötü” işlerin (bad jobs) miktarının artması, “iyi” işlerin (good jobs) azalması hadisesine seyirci kaldık.
Teknolojik değişim, son kırk yılda Amerika’da bir dizi kalkınma sorunu yarattı
1980’den 2017’ye, Amerika’da, en alttaki yüzde 50’nin ortalama yıllık ücreti 18.049 dolardan, 16.136 dolara doğru yüzde 6,2 gerilemiş mesela. Yine Paris’te kurulu World Inequality Lab verilerine bakarsanız, yine Amerika’da en alttaki yüzde 50’nin toplam gelirden aldığı pay 1980’den 2019’a yüzde 20,1’den yüzde 13,5’e yaklaşık yüzde 33 azalmış duruyor.
En üstteki yüzde 1’in gelirden aldığı pay ise aynı dönemde yüzde 10,1’den yüzde yüzde 18,7’ye çıktı. Son kırk yılda en üstteki yüzde 1’in gelirden aldığı pay yüzde 82 artmış. Üstelik bu gelişme, artan bölgesel dengesizliklerle at başı gitmiş. Bazı kentler ön plana çıkarak küresel ekonomiye bağlanırken, bazı kentler ise hızla nüfus kaybetmeye başlamış. Teknolojik değişim, telaşsız ama kararlı adımlarla, son kırk yılda, özellikle, Amerika’da bir dizi kalkınma sorununa yol açmış.
Merkezin yeri değişiyor
Şimdi COVID-19 ile birlikte, teknolojik devrimin dünyanın her tarafında ivme kazanacağı, hızlanan dijitalleşme ve robotlaşmanın son kırk yılda gelişmiş ülkelerde gözlemlenen değişimi ivmelendirerek, bizim gibi ülkelerde de yaygınlaştıracağı bir dönemin başındayız. Orta direği güçlendirmemiz, sosyal korunma ağını tamamlamamız gereken bir dönemin başındayız dediğim esasen budur.
Toplumun emeğine ihtiyaç duyulduğu için “lüzumlu olanlar” ile “lüzumsuz olanlar” diye ikiye ayrılmamasını temin etmek herhalde önümüzdeki dönemin en öncelikli konusu.
Bunun gelir eşitsizliğini giderme meselesinden daha derin olduğunun altını bilmem nasıl çizeyim. Vatandaşlık aylığı bile bağlasanız, lüzumsuz olana yalnızca lüzumsuz olduğunu iyice hissettirmiş olmaz mısınız? Öyle. İhtiyaçları karşılanıyor bile olsa, yine öfkeli olmaz mı? Olur. Bildiğimiz yollarla, bu hayat tarzı ile, bu dönemi aşamayız. Ama bir yol bulmak zorundayız.
Merkezden bir daha Trump gibi bir aday çıkmaz gibi geliyor bana bundan sonra
Yoksa neler olabileceğini, bu hafta, Amerika’nın başkenti Vaşington’da harekete geçen toplumsal öfke ile çok somut bir biçimde gördük gibi geliyor bana doğrusu. Gördüklerimden üç sonuç çıkardım. Onları da paylaşmak isterim.
Birincisi, gelişmiş bir ülkede kaybedenlerin öfkesini gördük. 2015’te ortaya konulan SDG hedeflerinin ne kadar zamanlı olduğu ortaya çıktı öncelikle. Kalabalığa bakınca dikkati çeken yalnızca harekete geçmiş bir öfkeydi, benim gördüğüm. Amacı, hedefi, belli bir planı da yoktu olup bitenin. Toplantı salonuna girenler, yapacak başka bir iş kalmayınca, selfie çekmeye başlamadılar mı, hiç bir şey olmamış gibi?
Trump’a oy verirken nasıl somut bir talepleri yoksa ve tek amaçları sistemin dişlileri arasına Trump’ı sokup, yalnızca hasar vermekse orada da öyleydiler. Demem o ki, Trump olmasa bile bu öfkeli ezikler sisteme maraza çıkaracak adaylara oy verirler kesinlikle bundan sonra da. Trump gitse de, Trumpizm bu anlamda bitmez.
İkincisi, merkezden hiç kimse bu kitleyi hareketlendirecek bir adayı çıkaramaz, Vaşington’da olanlardan sonra. Neden? Bu güne kadar sistematik olarak hep Cumhuriyetçi adayların seçim kampanyalarına destek veren Amerikan Ticaret Odası (US Chambers) tevekkeli değil, geçen yıldan beri hem Cumhuriyetçi hem de Demokratik Partinin ılımlı merkez adaylarına kampanya desteği sağlıyor? Siyasetin merkezini bu ortamda yeniden inşa etmek bir numaralı mesele.
Turgut Bey, eskiden merkezin toplumsal taleplere göre “oynaklığı”ndan bahsederdi. Oynak merkez tespitine göre, şimdilerde merkezin sola kaydığı bir dönemin içindeyiz bana sorarsanız. İsterseniz Türkiye’de son yapılan kamuoyu araştırmalarında beliren geleceğe yönelik geniş mutabakat alanlarına bir bakın. Polarizasyon yok mutabakat var bana sorrasanız. Millet, sosyal devletin güçlendirilmesini, KÖİ (kamu-özel işbirliği) projelerinden kesinlikle kaçınılmasını, kadına şiddetin ne olursa olsun önlenmesini ve kadınların toplumsal hayata daha yoğun katılımını istiyor benim gördüğüm. Tüm partileri kesen bir çoğunlukla üstelik. Neden? Ekonomi nedeniyle, benim gördüğüm.
Üçüncüsü, doğrusu, Vaşingtondaki hadisede, beni en çok etkileyen görüntülerden biri, belinde silah olan siyahi bir polis memurunun elini hiç beline atmadan üst katlara doğru koşmasıydı. Bir yandan da telsizle yardım çağırıyordu. İki kat yukarıda, kalabalığı kontrol etmek üzere bekleyen çok sayıda polis memurunun önüne kadar taşıdı güruhu.
Bir daha altını çizeyim, soğuk kanlılığını hiç yitirmedi, elini bir kere bile beline atmadı, silahını hiç çekmedi. Doğrusu ben gıpta ile iyi eğitilmiş bir güvenlik görevlisinin nasıl olduğunu orada gördüm. Darısı başımıza.
Virüs sonrası toparlanmanın tasarımı bugün en önemli meselemizdir ve asla bir tek merkez bankasına bırakılamaz. Söylemiş olayım.