« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

18 Oca

2021

YUNUS UZUN

Yusuf Ziya ARPACIK 01 Ocak 1970

Adana’lı olup 28 yaşındaydı. CHP. Hükumeti zamanında, 1979 yılında, Pol-Der.’li polisler tarafından gözaltına alınıp akıl almaz işkencelerle bir çok faili meçhul olayın suçlusu yapılmış ve cezaevine kapatılmıştı. 10 yıla yakın bir müddet, mahkemelerde yargılanarak ve cezaevinden cezaevine sürgün edilerek yaşadı. Son olarak sürgün edildiği Aydın Özel Tip Kapalı Cezaevi’nde elektrik çarpması neticesi şehit düştü. Cenazesi, Adana’nın Karaisalı ilçesine bağlı Kaşoba köyündeki mezarlığa defnedildi.

Kalk yiğitim,yine dağ başını duman aldı.
Parçalandı bir kıtanın toprakları;
Aslan payını aslan olmayanlar aldı...
Kalk yiğitim,yine dağ başını duman aldı.

...Solcularla çatışma bana çokta anlamlı gelmiyordu bu ortamda, ancak daha önce ülkücülere yaptıklarının hesabını bir versinler de sonrasını düşünürüz dedim ve birinci gün hareket başladı. Anlı şanlı örgütçüler hacı yatmaz gibi bir yatıp bir kalkıyorlardı. Bizim bu “ilk kan” operasyonumuz Mamak’ta dahili bir deprem havası vermiş, dosta güven düşmana korku salmıştı. Hemen aynı gün 2. koğuş’a paket olduk. Tabii ki içeri girer girmez banyo ve havalandırma avlusunun ele geçirilmesi ve daha önce, ülkücülere yapılanların hesabının sorulması safhaları birbirini izledi. Mamak, bir çilehane olmaktan çıkmış bizim için bir eğlence merkezi, bir neşe kaynağı olmaya başlamıştı. Burada ilkelerimiz için döğüşmek, ibadetlerin en makbul olanıydı şüphesiz.

Yeni koğuşumuza geldiğimizin üçüncü günü tekrar bir hareketlenme başlamış ve demir kapımız gıcırdayarak açılmıştı. Yeni gelenler kapıdan içeri girerken Adana’lı solcular "Yunus Uzun" diye fısıldaşıyorlardı. Mamak Askeri Cezaevi A blok 2. koğuş, bir kahramanın gelişiyle şerefleniyordu. Evet gelen Yunus’tu. Biraz sohbetin akabinde kendisiyle hemen kaynaştık.

MHP davası tek dosya olarak hazırlandığı için, bu arkadaşlar Adana’dan getirilmişlerdi. Karıştır-barıştır (tretman) planı gereği tıkıldığımız koğuşta Ülküdaşlarımızın katilleriyle beraber yaşamaya zorlanırken, Adanalı Ülkücülerin buraya intikali bize hayat iksiri gibi gelmişti. Cezaevi idaresinin tezgahı tutmuyor ve kurtlar, yaratılıştan sahip oldukları bir refleksle tazyik altında yaşamaya şiddetle direniyorlardı. Yunus'un gelişiyle tırmanan gerginlik, bir Perşembe günü yatsı vakti, arkadaşlarımız cemaatle namaz kılarken patlamaya dönüştü. Yunus Uzun, Adnan Madak ve Mahir Damatlar ile nöbetteydim ve bize karşı yoğun bir saldırı başladı. Bu arbede sonunda 16 kişi hastahaneye kaldırıldı. Bunlardan sadece birisi bizim arkadaşımızdı. O da namazı kıldıran imamımız olup, kafasından ağır darbe almıştı... Koğuşta biz 18 kişiydik. Komünistler ise 70 kişi civarındaydı. Fakat, kalabalık olmaları onların ağır zayiat vermelerine engel olmamıştı. Bize gene görünmüştü hücre yolları.

"Entebbe" adını taktığımız havacı binbaşı gürledi:

-Sizin soyunuzu kurutacağız. Bir örneğiniz daha gelmeyecek bu yer küreye.

Okumuştu ama öğrenememişti. Soyları kurutanda, onları yeşertende şüphesiz tek yetki sahibi olan yüce Allah’tır. Ancak bu binbaşı kendi soy fukaralığının vermiş olduğu ezikliği, bu geçersiz sözlerle bastırmak istiyordu.

Önce bizden altı kişiyi olaydan sorumlu tutarak kafese aldılar ve işkencenin her türlüsünü denediler üzerimizde. Biz işkence esnasında “ALLAHU EKBER” nidalarıyla kendi kendimizi motive etmeye ve psikolojik bir direnç hattı oluşturmaya çalışıyorduk. İşkencelerle üçüncü günü doldurduğumuzda uykusuzluk ve yediğimiz darbeler vücutlarımızda ağır tahribat oluşturmuştu. Adımın anons edildiğini duyunca, “İnşallah dış mahkemedir” diye geçirdim içimden.

Hakkımda açılmış bir çok dava vardı. İstanbul mahkemeleri sık sık ifademin alınması için Ankara adliyesine talimat yollar, ben de bu vesileyle şehir merkezindeki polis nezaretine yaptığım günübirlik seyahatin lezzetini çıkar hatta birtakım ihtiyaçlarımı da tedarik ederdim. Polis otosuna bindirildim ancak bileklerime taktıkları kelepçeyi o derece sıkmışlardı ki, kenarlarından taşan etlerimin aşağı doğru sallandığını görüyordum. Mamak’tan üç-beş saatliğine de olsa kurtulmuştum ya, varsın etlerim lime lime olsun diyordum. Emniyete varıncaya kadar kan dolaşımı olmayan parmaklarım sanki kangren olmuş gibi simsiyah kesilmişti.. Orada ismimi soran ve bir taraftan elindeki dosyalarımı inceleyen genç bir komiser vaziyetimi görünce isyankar bir sesle talimat verdi:

-Kelepçelerini açın...

Ellerimin çözülmesi beni bir nebze olsun rahatlatırken, ben kafesteki arkadaşlarımın neler çektiklerini düşünüyordum. Mahkeme dönüşünde komiserin iyi niyetinden cesaretlenerek bir istekte bulundum. Yol üzerindeki bir seyyar satıcıdan beş-altı tane yün belkuşağı alabilirsem geri döndüğümde bunları arkadaşlarıma dağıtacak ve büyük ihtimalle kafes sonrası atılacağımız tabutluklarda betonun nemi ve soğuğundan korunacaktık. Polis otosu seyyar satıcılardan birine yanaştı.

Komiserin bu ikinci jesti karşısında onun emniyette bulunan bir kaç yüz ülkücüden biri olduğunu düsündüm. Fakat ekip aracındaki 8-10 memurun yanında ondan bu fedakarlıktan fazlasını istemekle ona zarar veririrdim. Derken belime üst üste sardığım kuşakları ve ayakkabı ile çorabımının arasına naylon ambalaj yapıp sakladığım çukolataları arkadaşlarıma ulaştırma gayreti içerisinde Mamak Cezaevi’nin yoluna koyulduk. Cezaevine geldiğimde saat 17.00 olmuştu ve kafes faslı artık kapanıyordu. Bu sebeple bizleri alıp tek kişilik ve bir metrekarelik meşhur hücrelere koydular. Bu hücrelerde ancak dizleri kırarak oturulabilirdi ama güzel olan tarafı ayakta durunca kafamız tavana değmeyecek kadar yüksekti. Kafesten iyi olan tarafı da burada artık fiziki işkence yoktu.

Bu hücrelerde bizi müthiş bir tehlike bekliyordu: kedi büyüklüğündeki leş yiyerek azmanlaşmış lağım fareleri... Bunlara karşı aldığım bütün tedbirler iflas etmişti. Kazağımı çıkarıp tuvaletin deliğini sıkıca tıkamama rağmen bir müddet sonra farenin bir inşaat ustası gibi çalışarak bu barikatı aşmasını hayretler içerisinde kalarak izledim. Eski mahkûmlardan dinlediğim ibretli öyküler vardı. Bu fareler önce uyuşturucu etkisi gösteren nefesleri ve hafif ısırıklarıyla tutuklu bedenindeki iştahlarını çeken bölgeyi uyuştururlar ve sonra da afiyetle yerlermiş. Tadına doyamadıkları ve en sevdikleri yer ise kulak memeleriymiş. Yorgunluktan bitap düşen av, ancak uyandığında vücuduna ait bazı parçaların eksildiğini anlayabilecektir. Bu tüyler ürperten olaylar bir çok hapishanede vukuu bulmuş, canlı tanıkların anlatımları ve mağdurların yüzlerinde, kulaklarındaki izler de bunun açık bir delili olmuştu.

Beş senelik hücre hayatımda en etkili düşman olan farelerle bir yakınlık kurarak onlarla âdeta bir saldırmazlık paktı imzalamıştım. Onların istekleriyle benim istediklerim aynı kulvarda buluşan değerler değildi. Sadece en hoşlandıkları yiyecek olan ekmeğin kızarmış bölgesini istiyorlardı. Züriyetimizi kurutmak için içine bazı kimyasal maddeler katılarak bizlere verilen ekmeği zaten yemiyorduk.

Hücrede fare de olsa bir canlı görmek, bir hayat emaresine tanık olmak bizim için bir direnç noktası oluyordu. Bazen onun gelmesini ağustos sıcağında bitkilerin suyu beklediği gibi hasretle gözler, gelmeyince de üzülürdüm. Onu gördüğümdeyse bir sevinç dolardı kasvetli hücremize, eğlenirdik. Sohbet ederdik. Fareye sorduğumuz sorulara onun yerine de cevaplar vererek gündeme ait şiddetli tartışmalar yapardık. Şaşırtıcı gelse de bir fareyle muhabbet etmek, kapıdaki nöbetçi askerle konuşmaktan daha lezzetli daha verimliydi bizim için.

Bir hafta sonra Yunus Uzun’la beni "tecrit 3 arkadaki 1 numaralı hücreye götürdüler. Burada iki komünist militanla birlikte kalacaktık.

Hücre sakinleri, Yunus'u görünce perme perişan oldular. Bu onlar için idam fermanından daha ağır bir ceza ve ne zaman biteceği meçhul olan dayanılmaz bir acıydı. Bir taraftan Yunus'u seyrederken, içlerinden adeta "kadere bak" şarkısını söylüyorlardı. Hücrede ranza şeklinde iki yatak vardı ve tabiî olarak onlar bizimdi. Diğer iki kişi yerlere gazete kağıdı sererek yatacaklardı, eğer uyku tutarsa.

Anlatılanlara göre, Yunus Uzun Adana’da motosikletle gezdiğinde, vatan hainleri kaçarak sığınaklara girerlermiş, her motosiklet sesi onların kabusu olmuştu, acaba "Yunus mu?" diye. Bu efsanenin etkisi hücre ortamında daha net görülüyordu. Kurtuluş örgütünün kurucusu bile kaldığı 8 numaralı hücreye giderken bizim önümüzden geçtiğinde âdeta tören vaziyeti alır bakışlarını kendi ayaklarının dışına kaydırmadan ve ürkek ürkek yürürdü. İşte komünistlere korku salan Yunus böyle bir kahraman böyle "bir yağız çeri"ydi...

Bir arkadaşımızın idam cezası, Kenan Evren ve suç ortakları tarafından onaylanınca:

-Sakın idam olursam üzülme, büyük suda boğulduk... diyordu Yunus.



BUL KARAYI AL PARAYI

-Bu gördüğünüz hoca’dır. Tek el üzeri amuda kalkar, üç parmağıyla şınav çeker daha neler neler yapar, isterseniz size bir numara göstersin...

Yunus Uzun beni işaret ederek fısıltılı bir sesle kapıda ki nöbetçiyle iletişim kurmaya çalışıyordu. Yeniden 1 numaralı hücredeydim ve Yunus’un diyalogunu merakla izliyordum. Parmaklıklı olan kapı, koridorun bir kısmını görmemizi sağlıyordu. Hücremiz üç adım yürüyecek büyüklükteydi. Tecrit 3 Arka’da sekiz hücre vardı. Nöbetçi askerlerle ve diğer personelle iletişim kurmak kesinlikle yasaktı. Hele askerlere tek kelime etmenin çok ağır cezası vardı.
Yunus, işte bu kuralı delme operasyonuyla askerlere acayip bir sinyal verirken, bizde nöbetçilerin tepkisinin ne olacağını merak içerisinde bekliyorduk. Yunus’un hitap ettiği askerler bir taraftan dış kapıya „gelen var mı?“ diye endişeyle bakarken, diğer taraftan da şüpheli gözlerle beni inceliyorlardı. Biz ne zamandır türkçeyi bile zor konuşan bu zebaniler topluluğunu bir yolunu bulup etkilemek istiyorduk. Bu askerleri özellikle biraz geri zekalı olanlardan seçiyorlardı. Bunu bildiğimiz için Yunus’un, diş macunlarının karton kutularını iskambil kağıdı gibi keserek hazırladığı “bul karayı al parayı” oyunu için gece geç vakitler, talim yapmış ve birlikte “şık şık” adını koyduğumuz oyunu hazırlamıştık. Birlikte kaldığımız komünistler ise sadece şaşkın ve korku dolu gözlerle bizim neler yaptığımızı anlamaya çalışarak merakla seyrediyorlardı. Beni methederek askerlere kanca atan Yunus, karşılık alamayınca yeni bir hamle yaptı:

-Bakın bu kibrit kutusu boş, işte yere koyuyorum... Bakın yerden o boş kutuyu aldım ama o da neee???? içine kibrit çöpü dolmuş, kim doldurdu bunu?

Yunus’un bu yeni numarası işe yaramış, küçüklüğümde Erzurum’da gördüğüm “şık şık” oyunu Mamak’ta bizi düze çıkaracak bir başlangıcın ateşleme mekanizması olmuştu. Yunus boş kibrit kutusunu sallarken bende askerlerin göremeyeceği noktadan elimdeki dolu kibrit kutusunu sallıyordum. Kapıda ki kurnaz(!) nöbetçilere bu oyun çok eğlenceli gelmişti. Bizi seyrettikleri gibi diğer arkadaşlarını da çağırıp bu ilginç oyuna tanık olmaları için işaret veriyorlardı. Az sonra bütün nöbet ekibi bizim kapıdaydı. Yunus havayı yakalamanın verdiği iştahla, Sultanhamam işportacıları gibi coştukça coşuyor:

-Gel, gel doluyu bulursan eğer, tek el üstünde amuda kalkmak var. Yok eğer bulamazsan ikimiz dört saat istirahat edeceğiz, eğitim yok, kabul mü?..

Asker, istirahat ödülünü duyunca nasıl olsa sermayeden bir şey eksilmeyecek diye düşünerek, babasının cebinden çıkıyormuş gibi, “kabul” diyordu, Yunus’un bu cömert teklifine. Yunus, üç tane boş kibrit kutusunu yere koyup bunları, askerlerin rahatlıkla görebilecekleri kadar yavaş hareketlerle ve tek tek kaldırıp „bakın bu boş“ derken, sonuncu boş kutuyu gösterirken ben de aynı anda görünmeden elimdeki dolu kutuyu sallayıp oyunu tamamlıyorduk. Askerlerin hepsi Yunus’un yere koyduğu son kutuya saldırıp “dur biz kaldıracağız, sen bir şeyler yapıyorsun” diyerek yerden alıp sallıyorlar fakat devamlı boş çıkıyordu. Yunus,

-Hayır, dolu olan bu.

diyerek, herhangi bir kutuyu (ki üçüde boş zaten) kaldırıp sallarken ben yine görünmeden, aynı anda ve aynı ritm ile dolu kutuyu sallıyorum. Bu numaramız müthiş tutmuştu. Bu sayede zulümü kıran bir çok kolaylıklar sağlamıştık.



HÜCREDE NÖBET

Bu hücrelerde gece 22.00 ve sabah 06.00 arası hariç diğer vakitler nazarî ve amelî eğitim adı altında iki değişik genel işkence uygulanırdı. Bir saat süren “yerinde say!.. uygun adım marş” komutuyla Harbiye vs. marşları eşliğinde talim yapılır, 15 dakika moladan sonra 1 saat Atatürk’ün “Nutuk”unun okunması başlardı. Böylece tekrar edip giden 16 saatlik işkence silsilesi günlerce sürerdi. Peki ya geceleri rahat bırakırlar mı hiç. Üç-dört kişilik mevcudu olan bu hücrelerde, 10-12, 12-02, 02-04 ve 04-06 da olmak üzere birer kişiye nöbet tuttururlardı. Kapıda duran askere doğru adımlarken uyanır arka kısma doğru hepsi üç adım olan yürüyüşü yaparken de uyurdu insanlar. Saniyeleri bile ürpertici olan dehşet zamanları yaşandı Mamak’ta. ve maalesef bu vahşetini yazan bir kalem çıkmadı daha.



Biz bu kurallara pek uymadığımız için başımız belâdan, bedenimiz cezadan kurtulamıyordu. Hattâ bizim işlediğimiz suçlardan ailelerimiz de sorumlu tutuluyordu. Hücrelerde, işkencelerle bizleri, mektup ve görüşme yasağı vererek, dışarıdaki yakınlarımızı cezalandırıyorlardı. Dünya işkence tarihi bir gün kaleme alınırsa Mamak, bunda hatırı sayılır bir yer işgal edecektir mutlaka. Ama bu arada biz de zamanla her türlü baskı ve işkenceyi tesirsiz kılacak bir yapı kazanmıştık ve Mamak bir müddet sonra, Ülkücülerin muhteşem direnişine tanıklık edecekti.

Başlangıçta bizim bireysel direnişlerimizin toplu başkaldırıya dönüşebilmesi için zemin henüz hazır değildi. Arkadaşlarımız çok ağır zayiat verebilirler düşüncesiyle bir ay pasif direniş yaparak giderek şiddetle tırmandıracak ve nihayet bir isyan başlatacaktık. Biz bu hazırlıklar içerisindeyken beklenmedik bir gelişme oldu. Bütün sol örgütler bir üst komite oluşturarak “ölüm orucu” kararı aldıklarını bir sözcüleri vasıtasıyla cezaevi idaresine ilan ettiler. Baskı ve işkenceleri protesto etmek için bu eyleme karar verdiklerini ve sonuna kadar yani ölüme kadar gideceklerini açıklıyordu. Başında pek umursamadığımız bu haberin daha sonra bizi ne kadar yakından ilgilendirdiğini çok değil aynı günün akşamında anlayacaktık.

Havanın kararması ile başlayan idarenin müdahelesi daha öncekilerden çok farklı bir şekilde cereyan etti. O kadar ki, içeriye eğitimli köpekleri bile salmışlardı. Ama solcuların bu eylemi ile asıl darbeyi biz yiyecektik. Çünkü bu azgın köpekler yere yatıp ellerini kaldıranların sadece başlarında bekliyor başka bir saldırı yapmıyordu. Yok eğer mücadele ediyorsan, ya sen ya da o ayakta kalana kadar bu savaş devam ediyordu. Koca örgütçüler! yerlerde paspas olmuş sürünürken, Ülkücüler de nasiplendikleri bu saldırılara karşı koymaya çalışıyorlardı. Bizim hücredeki iki komünist militan pes etmiş sırt üstü yatarken, meraklı gözlerle bizim sonumuzu bekliyorlardı. Her yanımız yara bere içerisinde kalmıştı üstelik bir de bize saldıran köpeklerin zor durumda olduğunu görerek yardımlarına koşan askerlerle uğraşıyorduk. Yunus, bir taraftan yerdeki örgütçülere bakarak:

-Bunlar hep sizin yüzünüzden oldu ben size gösteririm, diyordu.

Adamlar korkudan dut yaprağı gibi titrerken sanki başlarındaki bu idare belâsı yetmezmiş gibi şimdi bir de Yunus’un elinden nasıl kurtulacaklarının derdine düşmüşlerdi. Nihayet hepimizi bodrum kata indirdiler ve orada bizleri direnişcilerden(!) ayırarak hücrelerimize geri götürdüler. Mamak’ta sol-sağ, suçlu-suçsuz gibi kavramların hiç bir anlamı yoktu. Tecritlere getirildiğimiz sıralar bir tutuklu kafasına copla vurularak öldürülmüştü. Ölüm Mamak’ta kurtuluşa bir biletti. Özgürlük ise kanatsız kuşun uçuşu gibiydi. İdarenin her fırsatta bizlere de ölümcül darbeler indirmek için yaptığı operasyonlar ne yazık ki, başarılı olmadı. Çünkü, bütün kaînat birleşse bile „ilahi irade“ye kimsenin müdahale edemeyeceğine şeksiz ve şüphesiz imanımız vardı. Bu imanla irademizi güçlendirerek bu zorlu günleri de yenip, mazinin tozlu raflarına atacağımızdan emindik.


Mamak’ta „Entebbe" adını taktığımız bir havacı binbaşı vardı. Devamlı olarak “sizin soyunuzu kurutacağız” derdi. Soyu kuruyan kim olacak bunu ancak ömrü olan görecekti şüphesiz. İşte biz yüce Allah’ın lütfu ve inayeti ile bu cehennemden hayatta kalarak çıktık.

ULUCANLAR CEZAEVİNE SEVK

Yere serdiğimiz gazete kağıtlarının üzerine biraz yiyecek koymuş olan Yunus’la birlikte kahvaltı yapıyorduk. Hücremizdeki iki komünist yan gözle bizi izliyorlardı. O zamanlar kantinde Ayı Yogi şeklinde yapılmış plastik şişelerin içinde bal satılıyordu. Bir şişe balın yarısını Yunus, diğer yarısını da ben ekmek arası yapıp, üzerine biraz tereyağ ve biraz da beyaz peynir koyarak hazırladık. Diğer elimizde birer litrelik plastik süt kutuları. Biz büyük bir iştahla bu müthiş enerji koalisyonunu mideye indirirken, iki komünist hayretler içerisinde ve bir yandan da yutkunarak bu sahneye mıhlanıp kalmışlardı. Onlar bir şişe balı bir ayda ancak tüketirlerken biz bir kahvaltıda götürüyorduk. Onların bu kadar tasarruf sahibi olmaları cimriliklerindendi tabiî. Çöplerini bile birbirlerinden esirgerlerdi. Güya bir de „komün“cüydüler.

O sıralar biz, koğuşların desteği sayesinde yokluk çekmiyorduk. Komünistlerle yüz yüze olduğumuz için hiçbir şekilde mağdur kalmamızı istemeyen arkadaşlarımız kendileri aç bile olsalar bize para gönderiyorlardı. Bu da Ülkücü farkıydı işte... Koğuşlarda kalabalık olduğumuzdan, onlar ellerinden geldiği kadar hücreleri kolluyorlardı.

-Eşyalarını topla, Ulucanlar Cezaevi’ne sevkin var!!!

Ayağa kalktık... Sabah 06.00 da hücre nöbetçisi seslenirken, ayrılık yaralarım yeniden sancımaya başladı. Yunus, hüzün dolu bir tebessümle bana bakıyor ve bir yandan da ağzından teselli sözcükleri dökülüyordu. Ben ise sanki donmuştum. Yunus’la birbirimize sarılmış bir türlü ayrılamıyorduk. Onu kollarından kavrayıp biraz geriye iterek bir daha baktım, acaba bu son bakış mıydı, hangimiz hayatta kalacak da bir daha ne zaman bir araya gelebilecektik? Bir daha göğsüme bastırdım. Kapıdaki askerler ise merak ve hayret dolu bir ifadeyle bizi izliyorlardı.

-Sen git, belki beni de oraya gönderirler, hüküm aldığım davalar olduğu için burada fazla tutamazlar sanırım...

Yunus’un ağzından zorla dökülen bu teselli sözcükleri kulaklarımda yankılanırken ben de “kafes” istikametinde sendeleyerek yürüyordum. Mamak, tutukevi olduğu için ufak da olsa bir cezası olan orada tutulmayıp infaz için sivil cezaevine yollanıyordu usul gereği.

Havalandırma boşluğuna geldiğimizde ara kapılar açılsın diye 35 numaralı hücrenin önünde durduk. İçerde Adnan Madak volta atıyordu. “Eyvaaah” dedim kendi kendime, Madak’a da son defa mı bakıyorum diye. Kötü haberin postacısı gibi 35 numaralı hücrenin duvarları üzerime geliyordu sanki... Mamak’ta, 34 ve 35 numaralı hücreler ölüm cezası tasdik edilenlere tahsis edilmişti. Yani oraya girenin çok az ömrü var demekti. Madak da oraya yeni alınmıştı... Bu arada Madak da beni görmüş ve parmaklıklı kapının önüne gelerek meraklı gözlerle soruyordu, “nereye” diye. Ulucanlar’ı işaret edince o da Yunus Uzun gibi hüzünlendi ve öylece kafasını eğdi. Demir parmaklıklar içerisinde bile ayrılık acısı diğer acıları bastırıyordu gerçekten. Her ayrılışta bu duygu yoğunluğunu ben defalarca yaşadım.

Yunus’un, başka dosyalardan kesilmiş 5 idam cezası vardı. 50 yakın öldürme olayından da yargılanması devam ediyordu. O da idam edilmeyi bekliyordu ve belki de Ülkücü Hareket içinde idama en yakın olan kişiydi. Ancak kader onu bir başka yerde yakalayacak ve akla hayale gelmiyecek bir akıbetle 1988 yılının 18 Ocak'ında bu arkadaşım Aydın cezaevinde şehit düşecekti...

Ruhu şad olsun, mekanı cennet olsun.

Ziyaret -> Toplam : 125,07 M - Bugn : 95902

ulkucudunya@ulkucudunya.com