« Ana Sayfa »      « İlkelerimiz »

BAŞBUĞ TÜRKEŞ

ELMALILI HAMDİ YAZIR MEÂLİ

İrfan YÜCEL

Alparslan TÜRKEŞ

Alparslan TÜRKEŞ

Seyid Ahmed ARVASÎ

Ayhan TUĞCUGİL

M. Metin KAPLAN

Namık Kemal ZEYBEK

Prof. Dr. İBRAHİM TELLİOĞLU

24 Oca

2021

Son hesaplaşma (2)

Ali Murat Güven 01 Ocak 1970

"Yenildik ve yanıldık.

Ben, gerek kendi durumumu, gerekse şimdilerde benim konumumda olup hapiste ve yurt dışında bulunan bazı arkadaşlarımın durumunu Eski Yunan'daki Sisyphus Efsanesi'ne benzetiyorum.

Bütün ömrümüz, kayayı ittire ittire tepenin zirvesine taşımakla geçti.

Tam da zirveye ulaşacağımız sırada, kaya geriye yuvarlandı.

Hadi baştan...

Bu seferki tek fark, koca kayayı tepenin üzerine taşımak için artık vaktim ve mecâlim kalmaması… Bunca uzun mücadele yıllarının ardından, bu yaşa bu sonuçla geldiğimde ise teselli bulabildiğim tek bir şey var:

Hiç değilse, denedim!

Bütün yaşananlardan sonra, ruh hâlimi özetleyen budur.

Herkesin aklına gelebilen soru şu: Acaba pişman mı, kendisini kullanılmış olarak görüyor mu? Kandırılmışlık duygusuna kapılıyor mu? Aldatılmış sayıyor mu?

Hiçbiri değil… Kısacası, bir Sisyphus durumu…

Ben, gözünü Türkiye için mücadeleye açmış bir kuşağın mensubuyum. Dünyanın altüst olduğu, daha önceleri birkaç yüzyıla yayılan gelişmelerin sadece birkaç yıl içinde yaşandığı çok özel bir çağda yol aldım. Bu hayatı yaşadığım için ne pişmanım, ne kimse tarafından kandırılmışlık ya da aldatılmışlık duygusuna kapıldım ve ne de kendimi kullanılmış olarak addediyorum.

Ama gelinen noktada büyük bir yanılgıya kapılmış olduğumu da görüyorum. Bugün Türkiye'nin başında bulunan bazı insanlara ve en başta "tek adam" olarak ortaya çıkan kişiye dair yanılgılar yaşamış oluşum bir gerçek... Bunu inkâr etmek, insanın kendisini ve herkesi aldatması demek…

Bugün benim kafamı kurcalayan asıl mesele, neden yanılmış olduğum ve bu şartlarda yanılmamanın nasıl mümkün olabileceğine dair… Yani, neden yanıldığımın cevaplarını ve 2000'ler Türkiye'sinin ilk 10-15 yılında hiçbir konuda yanılmamanın nasıl mümkün olabileceğini, mümkün olup olamayacağını içtenlikle araştırıyorum.

Şimdilik, bulabildiğim cevapların bazılarını sıralayabilirim.

Mevcut iktidar mensuplarının, adına 'derin devlet' denilen ve ömrüm boyunca karşısında mücadele etmeye çalıştığım yapıya bu kadar kolay teslim olabileceğini, onun bir parçası hâline geleceğini, açıkçası düşünemedim. Zâlim olma kapasitelerini fark edemedim. Müslümanlığın asgarî ahlâk ölçülerine sahip olmak gerektiğini varsaydığım için, akıl almaz derecede yalancı olabileceklerini aklıma getiremedim.

'Bunlar zaten hep böyleydiler. Sen görememişsin, aldanmışsın, kandırılmışsın, kendini kullandırmışsın' ithamında bulunanlara, ki böyleleri Kemalist-ulusalcı çevrelerde epey vardır, kesinlikle kulak asmıyorum. Onlar, sanki bugün gelinen noktayı ta en baştan beri görebilmişler de böyle bilgiççe davranıyor ve benim gibileri itham etmekten bir türlü vazgeçmiyorlar.

Doğru söyledikleri hiçbir şey yok. Doğruları, durmuş bir saatin günde iki kez doğruyu göstermesi gibi bir şey… Aslında, bu Ergenekoncu-Ulusalcılar bugünkü iktidarın açık-gizli destekçileri arasındalar… Hattâ, iktidarı Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte paylaşmaktalar...

Bana gelince, askerî vesayete karşı mücadele vermiş olmaktan, ülkem ve halkı için demokrasi istemekten neden pişmanlık duyayım ki?

Türkiye'nin Avrupa Birliği rotasında yürümesi için mücadele etmiş olmanın aldatılmışlığı, kandırılmışlığı, kullanılmışlığı olabilir mi?

Ne var ki, gelinen noktaya bakarak, 'Bu kişilerle beraber olarak, tekrar aynı mücadeleyi verir miydin?' diye bir soru sorulsa, büyük bir gönül rahatlığıyla 'evet' diyemem doğrusu… En azından, 28 Şubat'ta yükseköğrenim hakkından yararlanamayan ve kamusal alanda ayrıma uğrayan başörtülülerin hakkı ve özgürlüğü için mücadele vermiş olmaktan dolayı, bunu bir demokratik hak olarak görmeye devam ettiğimden dolayı pişman değilim.

Ama o başörtülülerin bir bölümünün bugün ne kadar insafsız, vicdansız, benim gibilerin karakter katlinde ne denli ön aldıklarını görerek, yine aynı durum ile karşılaşsak, kendimi bundan yirmi yıl önceki gibi helâk edeceğimi de hiç sanmıyorum. Sorulsa, yine 'haklarıdır' derdim hiç kuşkusuz, ama kendimi onlar için bu kadar da helâk etmezdim doğrusu…

Öte yandan, benim gibi bir insana bunları söyletmeyi başardıkları için, durup bir düşünmeleri lâzım…

Hissettiğim şey ne pişmanlık, ne aldatılmışlık, ne de kullanılmışlık…

'Peki ne?' diye sorulursa, kısaca söyleyeceğim şu:

Büyük bir hayâl kırıklığı!

Evet, yaşadığım çok büyük bir hayâl kırıklığı, derin bir hüzün ve üzüntü...

Türkiye böyle olmamalıydı...

Lord Acton'un 'İktidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar' diye bir sözü vardır. Sanki bu sözü, Türkiye'deki siyasal İslâmcı hareketin, AKP'nin 2011'den sonraki dönemini görerek söylemiş.

Başta liderleri Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, iktidarı "mutlak iktidar" hâline dönüştürebilmek için büyük gayret gösterdiler ve mutlak surette bozuldular. İktidar onları öyle bozdu, muktedir olarak onlar Türkiye'yi ve İslâmcılığı öylesine bozdular ki, onları tahlil etmek ve yargılamak için 'İslâmcı' sıfatını kullanmak caiz midir, artık bundan da emin değilim.

Dünyanın birçok yerinde sayısız örneği olan, yolsuzluğa, kanunsuzluğa, hukuksuzluğa batmış, zulüm ve baskıyla hükmünü sürdürmekten başka çaresi kalmamış bildik iktidar modellerinin günümüz Türkiye'sinde görülenidir AKP iktidarı… Ama tabiî, AKP'nin 'ılımlı İslâm'ı temsil ettiği algısı bir dönem boyunca yaygınlık kazandığı, dahası Türkiye'deki AKP iktidarı 'siyasal İslâm ile demokrasinin bağdaşabilirliğinin çarpıcı bir örneği' olarak gösterildiği için, yol açtıkları tahribat artık Türkiye'nin de ötesine geçmiş durumda...

Türkiye'deki AKP tecrübesinin bugün geldiği nokta itibariyle, 'ılımlı İslâm'ın bir iktidar alternatifi olarak kabul edilebilirliği ve düşünülebilirliğinden söz edilebilir olmasını artık tasavvur edemiyorum. Aynı şekilde, 'siyasal İslâm ve demokrasinin bağdaşabilirliği' de çok şüpheli bir önerme hâline gelmiş durumda...

Siyasal İslâm, Recep Tayyip Erdoğan'ın AKP'siyle birlikte 'derin devlet'e teslim oldu, 'derin devlet'in eline geçerek, Türkiye örneğinde tükendi. Devlete hâkim olmadı, bilakis devlet onu ele geçirerek, bir anlamda bitirdi.

İki yılı aşkın bir süredir bu sorunun cevabını bulmaya çalışıyorum. Birkaç cümlelik cevabı olmayan, en önemli ve en büyük soru bu… Bu soruyu, sadece biz Türkler değil, bütün dünya soruyor ve cevabını arıyor.

Şimdilik şu kadarını söyleyebilirim:

Sorunun en doğru cevabına ulaşabilmek için tarihimize dönüp bakmamız ve olup bitenleri bir kez daha, yeni bir bakış açısıyla yorumlamamız gerektiği kanısındayım.

Siyasal İslâm, Türkiye'de derin devletin eline geçtikten sonra, özgürlükçü, demokratik, işlerliği olan bir yönetim modeli ve bir seçenek oluşturma anlamında iflas etti. Mevcut Türkiye tecrübesiyle birlikte, sonucun kesinlikle bu olduğu hükmüne varabiliriz."

Cengiz Çandar
Gazeteci-Yazar
(11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün basın danışmanı Ahmet Sever'in "Kapalı Kapılar Ardındaki Siyasî Sırlar / İçimde Kalmasın / Tanıklığımdır" kitabı için 2018'de kendisiyle yapılan söyleşiden düzenlenmiş alıntıdır)

* * *


Hayatta başka hiçbir seçeneği olmadığı için siyasal İslâmcı olanlarla, hayatta başka pek çok seçeneği varken özgür iradeleriyle İslâm'a yönelenler arasındaki son hesaplaşma (1)
(Konu, önceki yazımızdan devam ediyor)

Hayatımın her dönemine saçılmış olan sayısız insânî, dînî, meslekî, ticârî, entelektüel temaslar ve belirli alanlarda "ülkü birliği" yaparak ortak yol almalarımızın dışında, gençlik yıllarımda, imam-hatip okullarına egemen olan öğretmen ve öğrenci profilini derinlemesine gözleyip çözümleme fırsatı bulduğum uzun bir "tanıklık dönemi" de yaşadım.

1984'de taşındığımız İstanbul-Gaziosmanpaşa ilçesinin Dörtyol semtinde, evimizin tam karşısında, o dönemin en büyük ve şöhretli imam-hatiplerinden biri, Gaziosmanpaşa İmam-Hatip Lisesi yer alıyordu. Öyle ki, bu okulun kapısıyla bizim ev kapımız arasındaki mesafe bile taş çatlasın 10-15 metreydi.

Gaziosmanpaşa, vaktiyle Balkan ülkelerinden gelmiş yüzbinlerce göçmen ailesi gibi, anne tarafımdan Makedonya-Üsküp kökenli akrabalarımın da yerleşik olduğu bir ilçedir.

10 yıl boyunca kesintisiz oturduğum, evlendikten sonra ayrıldığım Dörtyol semtinde, yıllar yılı hemen yanı başımızdaki berberde, bakkalda, pastanede, terzide, kâh bu dükkanlardaki ayaküstü sohbetler üzerinden, kâh kimileriyle çok yakın ahbap olup sık sık aile ocağımda misafir ederek, dönemin en bilindik imam-hatip liselerinden birinin öğretmen ve öğrenci profilini bire bir gözlemek gibi müstesnâ bir sosyoloji laboratuvarım olmuştu.

Bir yandan, kısa süre önce tanıştığım heyecan verici bir dünyada, kendimi gururla mensubu hissettiğim İslâm diniyle mü'minlik ilişkilerimi mümkün olduğunca geliştirebilmek adına yeni kültür kaynaklarımın sayfalarında -sabahlara kadar kan çanağına dönmüş gözlerle- gezinip durur ve erişebildiğim her türlü bilgi kaynağına iştahla saldırırken, diğer yandan da hem bilgi birikimimi, hem bu toplumsal çevrenin genç mü'minleriyle dostluklarımı tahkim edebilmek için ağırlıklı olarak imam-hatipli arkadaşlarla teşrik-i mesaide bulunuyordum.

O sıralarda benim bir klasik lisede, onların da imam-hatipte okumaları günlük hayatın akışı içinde ara ara kimi çapaklar doğurup kültürel çatışmalara yol açsa da genel olarak aramız iyiydi.

Aramız iyiydi, çünkü muhataplarıma -bana karşı- öyle aman aman bir fedakârlık sergileme alanı bırakmıyordum; maçı bütünüyle onların sahasında ve onların kuralları çerçevesinde oynamayı kabul etmiş "çömez bir İslâmcı"ydım. Onlar her şeyin en doğrusunu biliyordu, "tağut rejiminin putları ve değerlerinin övüldüğü düz liselerden gelen eksik şuurlu biri" olarak bana düşen ise yeni dostlarımın hikmetli cümlelerini dinlemek ve sürekli öğrenmekti.

Yani, "Üstad"ın dediği gibi, o güne kadar hayat üzerine öğrendiği iyi-kötü, doğru-yanlış her şeyi, en sonunda da kendi kafatasını öz ağzından kusup duran taraf sürekli olarak bendim. Yoksa, sözgelimi, o rahle-i tedristen geçmekte olan arkadaşlarımdan herhangi birinin Atatürk, cumhuriyet, demokrasi, bilim, sanat, felsefe, kadın-erkek ilişkileri, aşk, evlilik, kadının sosyal hayattaki konumu gibi bir sürü tartışmalı konu başlığında benim önermelerimden herhangi birine doğru en ufak bir adım atmaları falan söz konusu değildi.

Onlara bu konulardaki bilgileri aktaran üst akıl öylesine pervasız bir benmerkezcilik içindeydi ki bu dediğim dedikçi eğitmen tavrı kısa süre içinde öğrenci kitlesini de sarıp sarmalıyor ve henüz yolun başlarındaki tıfıl bir öğrenci bile o çarklara girdikten sonra, "Benim hayat yorumum, bu konuda yapılabilecek yorumların en iyisidir, en doğrusudur. Yaptığım yorumlarda en ufak bir hata payı dahi yoktur. Çünkü bu yorumlar doğrudan Kur'anî kaynaklı ve kutsanmıştır. İlle de biri hayat yorumunu değiştirecekse, o da bizim karşımızdakilerdir" noktasına evriliyordu.

Hiç unutmam, ki uğradığım aşağılama nedeniyle unutabilme ihtimâlim de yok, bu okuldan bir grupla "çağdaş evliliklerde resmi nikâhın üstüne ya da yerine imam nikâhının ne ölçüde gerekli olup olmadığı" üzerine bir sohbet yapıyorduk. Bir tür beyin fırtınası…

Söz sırası bana geldiğinde, annem ve babamın 1966'da evlenirken resmî nikâhın üstüne imam nikâhı kıydırıp kıydırmadıklarını henüz bilmediğimi, konuyu anneme sormam gerektiğini söyledim. Bunun üzerine, gruptan biri, "En kısa zamanda sor. Çünkü, eğer imam nikâhı kıydırmamışlarsa senin veled-i zinâ olma ihtimâlin ortaya çıkar" demişti, "Resmî nikâh bizim nazarımızda bütünüyle geçersizdir. Nikâh denilen işlemi mutlaka bir imam yapmalı!"

Bir anda ortamın ağız tadını kaçıran bu hadsiz yorum üzerine, o arkadaşa, "Birader, hadi beni geç, ben veled-i zinâ olayım da günümüzde bu ülkede devletin düzinelerce akıl baliğ Müslüman şahidin önünde törenle kıydığı nikâh aktine sadık kalarak ölene kadar bir yastığa baş koyan, çoluk çocuk sahibi olan, birbirleri için gerekirse canlarını veren milyonlarca fedakârlık anıtı kadın ve erkek var. Hem ortaya atan, hem de itham edilenler açısından böylesine ağır vebâl doğuran bir genellemeyi nasıl olup da içine sindirebiliyorsun? Nikâh, her şeyin ötesinde, iki erişkin insanın birlikte yaşama kararlarını topluma ilân etme olayıdır. İmam da devletin maaşlı bir memuru, belediyenin nikâh görevlisi de… Akıl baliğ iki Müslüman şahidi zaten yine sen belirliyorsun. Devletin görevlisinin başında bezden bir sarık olmaması, her iki tarafın topluluk önünde özgür iradeleriyle ettikleri yemini, bütün o birlikte yaşama ilânını, son nefese kadar bağlılık üzerine dile getirdikleri kabûlleri, devletçe düzenlenip kendilerine verilen belgeleri falan toptan yok hükmünde mi kılıyor?" diye sorduğumda, muhatabımın ölümüne sarıldığı o tutamak noktasından bir milim dahi geriye çekilmeye niyeti olmadığını dehşet içinde izleyecektim:

İslâm şeriatının emirleri bellidir. Bu ülke İslâmî hukuk açısından dar-ül harp… Esasen bu topraklarda cumaz namazı da kılınamaz. Ki ben ve bir sürü arkadaşım da zaten kılmıyoruz. Aynı şekilde, bu devletin kıydığı nikâh da şer'en geçersizdir. Bazı gerçekler sen ve senin gibiler için acı olabilir. Fakat, eğer ki iyi bir Müslüman olacağım diyorsan, bu acı gerçeklere kendini alıştırmalısın! Eğer imam nikâhları yok ise, anne-baban cehennemlik olmamak için mutlaka nikâh tazelemeliler!


Ve ben, 1966'da, babamın o sıralarda şatafatlı bir düğün yapacak ekonomik gücü olmadığı için, Kumkapı'daki mütevazı evimize gelen nikâh memuru aracılığıyla, 50'yi aşkın Müslüman akraba ve arkadaşının şahitliğinde evlenen yoksul ebeveynlerimi o dakika bir zinâ ilişkisinin utanmaz arlanmaz kahramanlarına dönüştürüp, beni de bir düzine insanın önünde "veled-ı zinâ" olmakla itham eden o imam-hatipli çocukla bile dostluğumu yıllar yılı sürdürdüm.

Lâkin, özünde son derece iyi niyetli biri olan o kişi de sonraki çeyrek yüzyıl içinde hayat denilen sahnede -milyonlarca türdeşi gibi- burnu güzelce sürtüldükçe hakikate uyanacak ve pek bir radikal takıldığı delikanlılık yıllarına göre daha yumuşak, daha mûtedil bir İslâmî çizgiye evrilecekti.

Sanırım 2014'deki bir sohbetimizdeydi, "Ben gençlik yıllarımızda sana ve ailene karşı son derece edepsizce bir ithamda bulunmuştum. Lütfen hakkını helâl et" dedi ve o dakika helâlleştik. Kendisiyle bugün de 35 yıl sonra hâlâ iki yakın dostuz.

Her fırsatta belirttiğim gibi, ben ne o gün, ne de bugün o çocukların hiçbirine öyle uzun boylu kızmadım, kızmıyorum. Onların hepsi, kendi marazî fantezilerini körpe beyinlere "İslâm dini" diye zerk etmeye çalışan, hesap içinde hesap peşindeki akıl hocalarının ellerine düşmüş birer kurbandı. Kurbanlara kızılmaz, onlarla empati kurularak durumları anlaşılmaya çalışılır.

Velhasıl, yeniden 1980'lerin ilk yarısına dönersek…

Dönem, 1979 İran İslâm Devrimi'nin bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de dindar kesimi heyecanlara gark ettiği ve konuya yakınlık duyan herkesin gözlerinin bu yeni devrim tecrübesinin üzerine pür dikkat dikildiği bir dönemdi.

O dönemde gençlik toyluğunun etkisiyle tam da doğru bir şekilde göremediğim, ama bugün 35 yıl öncesinde tanık olduğum olay ve olguları şimdiki tecrübelerimin süzgecinden geçirdiğimde, 12 Eylül sonrasındaki yeniden demokrasiye geçiş döneminde, imam-hatiplerin, (SSCB'ye karşı ABD'nin mühendisliğinde oluşturulan) "Yeşil Kuşak" projesi kapsamında önleri ordu ve derin devlet tarafından hatırı sayılır düzeyde açılmış durumdaki tarikat ve cemaatlerin birer "savaş alanı"na dönüştüğünü bugünkü kavrayışım içinde çok daha berrak görebiliyorum.

(Kendi içlerindeki bütün o bölünmüş kollarıyla birlikte) Nurcular, Işıkçılar, Süleymancılar, Menzilciler, Başçılar / Kâdirîler, Millî Görüşçüler, İsmailağacılar ve daha bir dizi irili ufaklı topluluğun hegemonya savaşına, 1980'lerin başlarında, devrimin henüz deforme olmamış prestijinden elde ettikleri güçle, bir de İrancılar eklenmiş durumdaydı.

Saydığım bu ideolojik ve dinsel gruplar arasında, öğrenciler üzerinde en hafif ve gevşek zihinsel etkiye razı olan cephe ise Millî Görüş hareketiydi.

Merhum Erbakan Hoca'nın "harekete toplumun her kesiminden katılımlar olması, partinin taraftarlarının sayıca artarken çeşitlilik de kazanması" hedefi doğrultusunda, Millî Görüşçüler imam-hatipli gençlere öyle aman aman bir düzen karşıtı propaganda yapmaksızın, onları MGV'den itibaren siyasal etkinliklere katılan ve 18 yaşına ulaştıklarında Millî Görüş'e oy veren sadık destekleyicilere dönüştürme derdindeydiler.

Diğerlerinin hesapları ise bundan çok daha karmaşık ve çoğu kez yıkıcıydı.

Öte yandan, bütün o imam-hatip zincirinin tek bir parti, tarikat ya da cemaatin eline geçmesi gibi bir tek tipleşme de söz konusu değildi elbette…

Okulların içlerindeki eğitimci ve yönetici kadroların kendi gençliklerinde beslendikleri kültürel kaynakların farklılığı, ülke sathında böyle homojen bir işgâle izin vermiyordu.

Onun yerine, her büyük ve köklü imam-hatip, kendisi için verilen mücadelenin şiddetine bağlı olarak ayrı bir ekolün denetimine geçiyor, uzunca bir süre de o ekolün arka bahçesi olarak kalıyordu.

Sözgelimi, benim Gaziosmanpaşa İmam-Hatip câmiâsıyla ilk tanıştığım dönemde okulda genel olarak egemenliği ellerine almış olan ekip, merhum Haydar Baş'ın çizgisine bağlı Kâdirî öğretmenlerdi. O günlerde Baş'ın en önemli kurmaylarından biri olarak kabul edilen merhum Ali Gedik Hoca'yı bu okulda tanıdım örneğin…

Fakat, söz konusu hegemonya, ülkedeki bütün başat tarikat ve cemaatleri kendi siyasal hedefleri doğrultusunda yıllar yılı başarıyla çekip çeviren merhum Turgut Özal'ın ANAP iktidarlarında, "iktidar çevreleriyle kurduğunuz yakınlık" ve "öğretmen atamalarındaki etki gücünüz" nispetinde her an değişebilecek kadar da kırılgandı.

Bu kapsamda, hemen yakınlardaki Küçükköy İmam-Hatip'e gittiğinizde başka, Eyüp İmam-Hatip'e gittiğinizde ise oralarda da bambaşka bir tarikat ya da cemaatin egemenliğiyle karşılaşabiliyordunuz.

İmam-hatiplerin neredeyse bina bina kapanın elinde kaldığı o süreçte, bu okullara hemen hiç tevessül etmeyen tek siyasallaşmış dinsel hareketin ise sonradan küresel ölçekte bir baş belasına dönüşecek olan FETÖ olduğu da bir başka vâkıâdır.

Erzurum'daki gençlik yıllarından itibaren CIA tarafından özenle seçilip yetiştirilmiş, takip edeceği yol haritası ilmek ilmek örülmüş bir kültür ajanı konumundaki Fethullah Gülen'in imam-hatiplere bulaşma konusundaki bu gönülsüzlüğü, hazretin Türkiye'deki ulusal eğitim sisteminin yakasını rahat bırakmak istemesinden kaynaklanmıyordu elbette…

Bilakis, temellerini -sonradan tarihe geçecek bir sinsilik içinde- attığı "eğitim-öğretimde söz sahibi olma" hedefi, kafasındaki büyük projenin en önemli konu başlıklarından birini oluşturmaktaydı.

Çünkü eğitim-öğretimi ele geçirmek, oradan hareketle orduyu, akademik hayatı, medyayı, kamuda ya da özel sektördeki pek çok prestijli kurum ve kuruluşun yönetici koltuklarını ele geçirmek demekti.

Ancak, kendisine kurdurulan hareketin kayıtsız şartsız Amerikancı doğası, vaktiyle içinden kopup palazlandığı Nurcularla belki bir miktar örtüşüyor olsa da diğer tarikat ve cemaatlerin Amerikan emperyalizmini nefret dolu okuyuş biçimleriyle kesinlikle örtüşemeyecek bir yoğunluktaydı.

O yüzden, Gülen, kendisinden de önce Millî Görüş gibi siyasal İslâm hareketleri tarafından çoktan ele alınıp anti-emperyalist bir kimlik kazandırılmış olan bu okullara sızmayı, oradaki öğrencileri aldıkları eğitimin üstüne bir tur da kendi rahle-i tedrisinden geçirmeyi gereksiz bir zaman kaybı olarak addetti; onun yerine kendi eğitim-öğretim ağını kurup sıfırdan öğrenci yetiştirmeyi çok daha kestirme ve akılcı gördü.

Taraftarlarınca "Hizmet Hareketi" diye adlandırılan ve özünde Batı emperyalizmiyle en ufak bir meselesi bulunmayan bu okullar da işte o stratejik tercihin sonucunda ortaya çıktı.


Gülen, kendisinin "biçimlendirilmeye müsait zeki çocuk" sondajlarını, ülkenin dört bir köşesindeki onca imam-hatipin içinde, diğer bütün tarikat ve cemaatlerle her gün kıran kırana çarpışarak yürütmektense, bizzat örgütü tarafından kurulan, kalite çıtası çok daha yüksek özel okullarda tek başına at oynatmayı tercih ettiği daha farklı bir kanaldan ilerledi.

Bundan dolayı da Gülenciler'in imam-hatiplerdeki etkinliği, oraya buraya kelaynak kurşu benzeri tâyin edilmiş, genel manzara içinde göze pek çarpmayan meslek dersi öğretmenleri ve onların sınıflarda dağıttığı "Sızıntı" dergileriyle sınırlı kalacaktı.

Bir de tabiî, bu hareketin, tıpkı geçenlerdeki karar duruşmasından sonra artık tarihe karışmış durumdaki "Adnan Hocacılar Fuhuş ve Şantaj Örgütü"nde olduğu gibi, "yoksulları ve yoksulluğu günahı kadar sevmeyen" taraftar toplama mantığı da öğrencilerinin neredeyse tamamı ya büyük şehirlerin varoşları ya da Anadolu'dan gelmiş, ceplerinde bir simit-ayran parası bile bulunmayan yoksul çocuklarla dolu imam-hatiplerden uzak durulmasında etkili olan bir başka gerekçeydi.

FETÖ, devşireceği körpe beyinleri titizlikle seçerken, bunların mümkün olduğunca "aile boyu seçkin" olmalarına da özen gösteriyordu.

Seçilmiş, üzerine oynanan her çocuk, ileride zengin ve itibarlı ailesiyle birlikte işe yaramalıydı. Çünkü, devletin kılcal damarlarına doğru sabırla ilerlenirken, çocuğun zekâsı kadar ana-babasının serveti ve nüfuzu da işe yarayacaktı.


Her ne kadar zâhiren birbirlerine çok uzak görünseler de İslâm'ı kitlelere yoğun bir "mucize ve hurafe demeti"nin içinde takdim etmeyi, yaptıkları tebliğin etki gücünü artırıcı bir yöntem olarak görme noktasında birleşen iki güçlü topluluk, Nurcular ve İrancılar'ın yaydıkları o ünlü şehir efsaneleriyle de yine aynı dönemde, imam-hatipliler üzerinden tanıştım.

Meslek hayatımın sonraki yıllarında, bilimin, tarihin ve mantığın somut verilerini kullanarak yaptığım ayrıntılı araştırma haberlerle her birini tek tek çürüttüğüm, "Amerikalı astronot Neil Armstrong 1969 yılında Ay'a gittiğinde orada ezan sesi duydu ve Müslüman oldu", "Fransız oşeanograf Jacques-Ives Cousteau Cebelitarık Boğazı'ndan Atlas Okyanusu'na açılırken o bölgede birbirine karışmayan iki farklı su akıntısı keşfetti. Bu coğrafî bilginin Kur'an'da yer aldığını öğrenince de Müslümanlıkla şereflendi", "Dünya aslında küre değil tepsi gibi düzdür, dünyanın gökkubbesinin dışına kesinlikle çıkılamaz, Kur'an insanlara bunu yasaklamıştır. Dünyanın küre şeklinde olduğunu söyleyen bütün astronomlar, havacılar, jeologlar, meteorologlar külliyen yalan söylüyor", "Hz. Mûsâ ve bağlılarını kovalarken Kızıldeniz'de boğulan firavunun Yunus Sûresi'nde tarif edilen cesedi bulundu ve hiç bozulmamış durumdaki bu ceset -gerçekler kâfir İngilizler tarafından uzun zamandır örtbas edilerek- Londra'daki British Museum'da sergileniyor" ya da "Çağrı filminin başrol oyuncusu Anthony Quinn bu filmdeki rolünden müthiş etkilenerek İslâm'ı seçti" gibi, hiçbirinde bir dirhem gerçeklik payı bulunmayan, ama özellikle Nurcular'ın dinlemekten de anlatmaktan da büyük keyif aldıkları asılsız ihtidâ hikâyelerini hep o dönemde, o okulların mensuplarından dinlemişimdir.

O günler, aynı zamanda yediğimiz her meyve ya da sebzenin içinde Arapça "Allah" yazıları aradığımız, oldukça gerçeküstü bir zaman dilimine dönüşecekti.


Böylesine sorunlu bir rahle-ı tedristen geçen imam-hatipli arkadaşlarıma, her ne kadar o zamanki bilgi birikimim bugünlerle yarışamayacak düzeyde olsa da bunların ciddi kanıtlara muhtaç iddialar olduğunu, böyle şeyleri toplum içinde mutlak kesinlikte bilgiler olarak yayabilmek için elimizde biraz olsun somut veri bulunması gerektiğini çaresizce tekrarlayıp duruyordum.

Ama, onları bu türden sorgulayıcı bir rasyonaliteye çekebilmek ne mümkündü! Böyle bir şehir efsanesini işiten, onu âdetâ "amentü cümlesi"ni öğretircesine, başkalarına da tıpkı bir teyp kaydı gibi tekrarlayıp durmaktaydı.

Ben ise o yıllarda dahi bilime, teknolojiye, uzay ve tarih araştırmalarına derinlemesine meraklı genç bir muhabir olarak, muhataplarımın bu sorgusuz sualsiz kabullerini mantık sistemimde belirli bir yere oturtmakta zorluk çekiyordum hâliyle…

Sözün burasında olanca içtenliğimle bir kez daha vurgulamak isterim ki sorun bu çocuklarda değildi. Onlar, ezici çoğunluğu yoksul ya da orta hâlli ailelerden kopup gelmiş, bilgiye, ışıtılmaya aç, uzun bir kemâlat serüvenine çıkmaya her an için hazır ve istekli, tertemiz, masum, coşku dolu zihinlerdi.

Onların o masum hâllerini o gün olduğu gibi bugün de yine çok seviyorum. İyi ki onların pek çoğuyla yakın dost olmuşum ve uzunca bir süre ortak yol yürümüşüm. Bu konuda en küçük bir tereddüt ya da pişmanlığım yoktur.

Fakat, ortada kesinlikle ciddiye alınması gereken bir sorun vardı ve o sorun da bu çocukların temel bilgi kaynaklarını oluşturan köhnemiş zihinli hocaları, o hocaların öğrencilerinin önlerine "Bunları mutlaka hatmedeceksiniz" diyerek koydukları kitaplarda, dergilerde, risâlelerdeydi.

Daha önce de vurguladığım gibi, imam-hatipler, 1980'lerin ortalarına gelindiğinde, Türkiye'deki sayıları neredeyse dünyadaki dinlerin sayısına yaklaşmış durumdaki tarikat ve cemaatlerin kendilerine gelecekte lâzım olacak kurşun askerleri toplamak için cirit attıkları bir arenaya dönüşmüştü.

Ekonomik ve siyasal açıdan güçlenme, toplumun her kesimine yayılma, devletin her katmanına sızma sevdasıyla yanıp tutuşan bu toplulukların derdi, sonuçta bir devlet kurumu olan imam-hatiplerde ezici bir egemenlik kurmaktı.

Böyle bir hedefin gerçekleştiricileri de o kurumlara tarikat ve cemaatler tarafından sokulan öğretmen kadroları olacaktı elbette…


Derin Anadolu'da, yazımızın önceki bölümünde ayrıntılı olarak tanımladığım sosyolojik seçeneksizliğin bütün evrelerinden teker teker geçerek eğitimci olmuş, vaktiyle kendileri de benzer bir bir rahle-i tedris görmüş, cumhuriyete, demokratik düzene, bilinen tanımıyla çağdaş uygarlığa zerre kadar inanmayan, ama aynı cumhuriyetin okullarında öğretmen sıfatıyla görev yapıp her ay düzenli maaş almakta da herhangi bir beis görmeyen bir sürü çatık kaşlı, fırça bıyıklı adam, imam-hatipleri kendi bağlı oldukları tarikat ya da cemaatin kültürel hegemonyasına dahil edebilmek için inançla, kararlılıkla çabalayıp durmaktaydı.

Öteden beri, fıtraten "kaybedenlere" meyyâl bir yapım olduğu için, şu son 7-8 yıla kadar, iş hayatında, ticarette ya da özel hayatta stratejik bir tercih yapmam gerektiğinde çoğu kez imam-hatiplileri seçtim.

Pek çok imam-hatiplinin bana emeği geçtiği gibi, benim de iş arayan, aş arayan, eş arayan, destek arayan, meslekî tecrübe ve danışmanlık arayan, özel hayatlarında derinlikli dostluklar arayan binlerce imam-hatipliye ciddi emeklerim geçti.

Çünkü, onları yıllar yılı din ve dindarlık düşmanı bir sistemin zulmü altında inim inim inleyen Müslüman kardeşlerim olarak görüyordum.

Her ne kadar ben ordu tarafından dışlanmak, üniversite sınavlarında yolu katsayılarla uzatılmak, akademik çevrelere kabul edilmemek ya da kabul edilse bile bilinçli olarak geri plana itilmek gibi eğitimsel çileleri hemen hiç çekmemiş bir klasik liseli olsam da, 15-16 yaşlarından itibaren siyasal İslâm saflarına katılmış olmam, onlarla birlikte bana da başka alanlarda hatırı sayılır bir zorluklar silsilesi yaşatmıştı.

Gerek, Gaziosmanpaşa'da oturduğumuz o 10 yıl boyunca edindiğim sayısız imam-hatipli arkadaşın ruh dünyalarına nüfuz ederek, gerek sonrasında mesleğimde adım adım ilerleyişime paralel olarak görev yaptığım kurumlardaki imam-hatipli astlarım ya da üstlerim, gerekse kendime ait iş yerlerinde yanıma alıp çalıştırdıklarım olsun, âdetâ ben de bir imam-hatip mezunuymuşum gibi, bu insanların hayatlarının sonraki evrelerinde devlet ve toplumla yüzleşirken yaşadığı çelişkileri, açmazları birinci elden müşahede etme imkânı bulacaktım.

Dışarıdan üstünkörü bir şekilde bakılınca hayattaki hedefleri net, yalın yaşayışlı ve kolay anlaşılır gibi görünmekle birlikte, ürkütücü bir çoğunluğu ise ruh dünyaları tamamen karman çorman durumda insanlardı.

Çünkü, evlerinde başka, okulda başka, (imam-hatipte anaforuna kapıldıkları dînî topluluk her neyse bu vesileyle zorunlu olarak gidip gelmeye başladıkları) tarikat-cemaat evinde başka, genel toplum içinde ise bambaşka bir telden çalınıyordu.

O gencecik çocuklar da bu dört köşeli hapishanenin sınırları içinde zaman zaman çıldırma noktasına geliyordu doğal olarak…

Bu konuda en azından orta yolcu bir çizgi benimsemiş olan pek nadir önekler hariç, Cumhuriyet'in kuruluşu, laiklik, demokratik devlet düzeni ve Mustafa Kemâl Atatürk'e ilişkin olarak yüzde 95'inin zihinleri kolay kolay temizlenemeyecek şekilde zehirlenmişti.

Pekiyi ya, imam-hatip okullarının resmî müfredatında bu minvalde kitaplar ya da bilgiler mi vardı? Elbette ki hayır. İktidar her kimin eline geçerse geçsin, devlet bu içerikte kitaplar basmaz ve okutmaz. Lâkin, formatlanmaya pek uygun durumdaki o körpe beyinlerin hiç kimsecikler işe karışmadan dilediğince yoğurulabildiği o samimi sınıf ortamları; üstüne de öğleden sonraları ve hafta sonları "Kur'an dersi", "İngilizce", "bilgisayar", "dînî sohbet" gibi etiketler altında gidilen tarikat-cemaat evlerinde, çocukların zihinlerinde okulun resmî müfredatında yer almayan bambaşka bir nefret tarlası yeşertiliyordu.

Evlatlarını yıllarca tek kuruş harcamadan güvenle teslim edebilecekleri temiz bir yurt yatağı, her gün üç öğün yemek, kaloriferleri yanan sıcak bir sınıf ve devletin eğitimci ehliyetlerini onayladığı bir grup öğretmen bulmuş olmak…

Böyle bir manzara, büyük bir bölümü çocuklarına düzenli cep harçlığı bile gönderemeyecek durumdaki yüzbinlerce anne-babanın canına minnetti.

"Biz yoksulluktan dolayı okuyamadık. Bari onlar okuyup adam olsun" diyerek çocuklarını o yatılı okullara binbir yalvarmayla, bazen de araya hatırlı kişileri koyarak sokmuş, bundan ötesini ise hayatın akışına bırakmışlardı.

Özellikle küçük ve yoksul Anadolu şehirlerinde ayyuka çıkan bu ailevî sahipsizliği, arkasızlığı, hiç kuşkusuz ki en iyi, o yurtları işleten tarikat-cemaat-vakıf-dernek yöneticileri biliyordu.

Zâhiren ücretsiz olarak sunulan bütün o yemek öğünlerinin, beyaz sabun kokan yatakların, verilen ağır eğitimin "mukaddes dâvâya hizmet edecek yeni gönül erlerinin temini ihtiyacı" bağlamında bir karşılığı vardı ve o karşılık da düzenli olarak tahsil edilmeliydi.

Nitekim, sistem içindeki irili ufaklı bütün oyuncular, 1950'lerin başlarından günümüze kadar, Millî Eğitim'deki ağırlıkları oranında bu "tahsilat"ı yapageldi.

Anılan kurumlardan gelip geçen milyonlarca kişilik insan malzemesinin tamamı değilse bile bir bölümü, İslâm dinini hedeflerine varmada araçsallaştırmış olan sağcı partilerin, devlet aygıtının paylaşımında pastanın en büyük dilimini kapmak isteyen tarikat ve cemaatlerin, bazı durumlarda da şiddete başvuran illegal gerici örgütlerin nefer tedariki amacıyla avlandığı münbit bir ormana dönüştürüldü.

Ömrüm boyunca resimleri ya da heykellerinin önünde "Allah'tan başka bir tanrıya tapınıyormuş hissi"ne bir an bile kapılmadığım, adını duyduğum ilk günden itibaren, hayatımın her ânında -diğer milyonlarca yurttaşımız gibi- "Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu bir devlet adamı ve asker" olarak tanıdığım/tanımladığım Atatürk'ün aslında biz "laikçiler"in şuursuzca tapındığı bir put, Allah'a eş koşulan bir tağut olduğu gibi, kuşaklardır dilden dile aktarılan bütün o muhabbetleri ilk bu çevrelerde duydum.

Direnebildiğim kadar direndim o -son derece rahatsız edici- söyleme, ama dindar mahallede 1950'lerden bu yana itinâyla oluşturulmuş paradigma o denli güçlüydü ki bu konudaki direnç ve reddiyenizi biraz daha sürdürdüğünüzde, çok değil, dakikalar içinde "tehlikeli sınır"a ulaşmanız ve tartıştığınız imam-hatiplilerin "Ne o, yoksa sen aramıza sızmış bir hain misin, sen de o put adama tapınan münâfıklardan mısın?" şeklindeki onur kırıcı suçlamalarıyla karşılaşmanız işten bile değildi.


Siyasal İslâmcılığın Türkiye'deki 1950 yılı sonrası palazlanma serüvenine odaklandığım bu uzun soluklu yazı maratonunda, geçen haftaki üçüncü bölümde de uzun uzadıya anlattığım üzere, özellikle imam-hatipler ve onları verimli birer insan kaynağı olarak gören tarikat-cemaatlerin içinde, Türkiye'de Cumhuriyet'in ilân edildiği dönemdeki siyasal, düşünsel, ekonomik, bölgesel ve küresel konjonktürü dikkate alarak sürece rasyonel yaklaşmak, habire lanetlenen o dönem ve öne çıkan kurucu kadrolarıyla empati kurmak, sloganizmi bir kenara bırakıp soğukkanlı analizler yapmak gibi beni şaşırtabilecek bilgece davranışlara hemen hemen hiç tanık olmaksızın, bütünüyle tek kale oynanan bir maçta attıkları gollerle çılgına dönen bir kitlenin içindeydim.

Ben de bu çaresizlik içinde, Atatürk'ü, demokrasiyi, cumhuriyeti falan "ileride belki yavaş yavaş tartışmaya açılabilecek netameli konular" etiketlemesiyle aklımın buzluğuna kaldırıp, her şeye rağmen birlikte yürümek istediğim bu insanlarla "mü'mince bir hayat sürme" ortak paydasında yol almayı tercih ettim.

Dediğim gibi, söz konusu çevreyle kavga etmeden iletişim kurabilmenin başka da hiçbir yolu yoktu. Sağcı siyasal partilerin günübirlik seçim ve oy hesapları nedeniyle önü yeterince alınmadığı için onlarca yıldır engeli hayli az bir arazide pervasızca ilerleyen nefret söylemleri artık öylesine güçlenmişti ki bu konudaki en ufak bir esneme payı, en küçük bir karşı çıkış, dindar bir insanın kendi toplumsal çevresinde karşılaşabileceği en ağır suçlama olan "münâfıklık" yaftasıyla cezalandırılıyordu.

Hele de bazı Türk dışı etnisitelere mensup öğrenci ya da öğretmenler arasında Atatürk'ün adını küçücük bir saygı kırıntısı eşliğinde anmak, kalıcı bir bozuşmayla sonlanacağı peşinen belli olan sıkı bir tartışmaya davetiye çıkarmakla eşdeğerdi.

20'nci yüzyılın, Osmanlı Devleti'nin elinde kalan son toprakların da dağıtılarak parçalara bölünme hesaplarının yapıldığı ilk çeyreğinde, bu kanlı bölüşümden kendi etnisitesine ait bağımsız bir devletle çıkma hesapları yapmış olup, sonrasında Atatürk'ün kâh zekâ, kah iknâ edici bir dil, kâh silah zoru, kâh diplomatik kurnazlık ve hilelerle nihaî rotayı "üniter ulus devlet"e çevirdiğini gören, bilen, fark eden hiçbir Türk dışı etnisite, cumhuriyet tarihi boyunca bu yenilginin öfkesinden kurtulamamıştır.

Atatürk'ün Balkanlar, Anadolu ve Ortadoğu'yu küçük küçük 50 tane devlete bölüştürüp kolayca yönetmeyi planlayan emperyalizme son dakikada attığı gol, en az o paylaşım planının sahipleri kadar, aynı "batan geminin malları" paylaşımından -küçük bir uydu devletle olsun- kârlı çıkmayı hayâl edenleri de bozguna uğrattı çünkü…

1923 itibarıyla bu hayâlin yalnızca bir hayâl olarak kalacağı anlaşılınca da duyulan derin hayâl kırıklığı, öfke ve nefret, Anadolu'nun bazı bölgelerinde nesilden nesile itinâyla aktarılan bir "kültür mirası"na dönüşecekti.

Bundan çok değil, 8-10 yıl öncesinde, kendisi ehil bir yazar olmayıp, ehil bir yazar olan yakın akrabasının özellikle dindar gençlik üzerindeki büyük etkisi ve itibarına ortak olarak yazarcılık oyununa heves edip duran bir tipin, evime misafir olmuş ve hanımımın hazırladığı kahveyi içerken, Atatürk hakkındaki bolca harlayıp şarlamasının ardından benim kendisine, "Valla dostum, benim bir Türk olarak Atatürk ile senin etnisitendekine benzer yoğunlukta, onun adını anarken bile ağzımdan nefret cümleleri püskürtebileceğim bir kan dâvâm yok. Açıkçası, böyle bir nefret için kendi özelimde sağlıklı bir gerekçem de yok" deyişim üzerine, "Bu sözleri, senin gibi İslâmî câmiâda yazarlık yapan inançlı birine hiç yakıştıramadım" deyip, beş karış olmuş bir suratla, kahvesini bile doğru düzgün bitirmeden kalkıp gidişini hatırlıyorum.

Elemanın etnik kimliğini de denklemin öteki tarafına koyunca, ülkedeki genel manzara içinde taşlar artık güzelce yerli yerine oturuyor.


İslâmî mahallede, gerçek fikir adamlarının yokluğunda buraya çöreklenmiş öyle kalem ve düşünce erbapları vardır ki bunların, etnik kimlikleri ve atalarından devraldıkları marazî düşünce mirası gereği, cumhuriyet ve Atatürk ile -en azından uygarca bir tarih değerlendirmesi bağlamında olsun- barışık olabilmesi zaten mümkün değildir.

Lâkin, hayattaki asıl meseleleri İslâm'ın ülke sathında sağlıklı bir yayılımı da olmayıp bütünüyle kendi gizli ajandaları doğrultusunda ilerleyen bu kategorideki kişi ve gruplar, okuduğunuz inceleme-araştırmanın sınırlarını fazlasıyla aşan bambaşka bir dosyanın konusunu oluşturuyor. Yakın zamanda o konuyu da ele alabilmeyi umuyorum.

* * *

Partiler, tarikatlar ve cemaatlerin kıskacına alınmış durumdaki imam-hatip câmiâsında henüz gençlik yıllarımdan itibaren gözlemlemeye başladığım bir diğer dramatik husus da bu kardeşlerimizin karşı cinsle ilişkilerinde yaşadıkları "hayranlık" ve "korku/nefret" arası sert gel-gitlerdi.

Öncelikle genç erkek dindarlar için "kadınların dünyası", hem girilmekten ölesiye korkulan tehlikelerle dolu bir orman, hem de için için merak edilen bir gizemler galerisiydi.

"Kadın" denilen varlığı kafalarında kesinlikle çözüme kavuşturamamış, sulhle bezeli bir konuma oturtamamışlardı. Daha 11 yaşında, orta birinci sınıftan itibaren içine dolduruldukları 2-3 bin kişilik kışla benzeri öğrenci yurtlarında kadının adının telaffuzunun (ya da sesinin yankılanmasının) dahi "büyük günah" sayıldığı bütünüyle eril bir ortamda, kanları ufak ufak kaynamaya başlamış, biyolojinin değişmez yasaları gereğince cinsel aktiviteleri yavaş yavaş ortaya çıkan bu çocukların hayatlarına "hatunlar" o dönemde yoğun bir merak kaynağı olarak giriyor, ancak doğal görülmesi gereken bu ilgiye karşılık, kendilerine uygulanan akıl ve bilim dışı baskılar sonucunda aynı merak kaynağı, çoğu kez ömürleri boyunca tam olarak çözemedikleri marazî bir takıntı olarak kalıyordu.

Sohbet konularımız dönüp dolaşıp "kadınlar"a geldiğinde, kafalar hep karışıktı. Eğitmenleri, bu çocukların önlerine bir taraftan, Hz. Peygamber'in Veda Hutbesi'nde "erkeğin bu dünyadaki yol arkadaşı" olarak tanımlanan, "cennetin ayaklarının altında olduğu" söylenen, alabildiğine yüceltilmiş bir kadın tanımı sürüyordu.

Öteki tarafta ise kimi meslek dersleri ve özel sohbetlerde birincil değerde kaynak olarak büyük saygı gören, kudsiyetleri neredeyse Kur'an ile eşdeğer konuma yükseltilmiş bazı hadis derlemeleri vardı ki bunlarda da kadınların tekinsizliğine, uğursuzluğuna atıf yapan, "karşı cinsin sesinden bile uzak durulmasını öğütleyen" başka tür bir peygamber vasiyetiyle (!) yüzleşmek durumunda kalıyorlardı.

İmam-hatip öğrencilerinin "kadın" ile bu sorunlu ilişki biçimini gündeme getirirken neleri kastettiğimi, hiç kuşkusuz ki en iyi (şimdiye kadar düzinelercesiyle bu konuları enine boyuna konuşup tartıştığım) imam-hatipli liselerinde derslere giren kadın öğretmenler anlayacaktır.

Ayrıntıları merak edenler, konuyu onlarla müzakere edebilir. Ben, bundan daha fazlasına girmiyorum.


İmam-hatip öğrencisi için, otoriteye başkaldırmayı göze alanların istisnai durumları haricinde, bir "lise aşkı" falan da söz konusu olamazdı.

Çünkü, her ne kadar ergenliğin doğal merak dürtüsü ve masumiyetini içerirse içersin, bir kadın ile bir erkeğin akıl baliğ olduktan sonra arada bir nikâh bağı bulunmaksızın kuracağı her türlü insanî ve duygusal iletişim silme "büyük günah" kapsamına alınmıştı.

Durum böyle olunca, evlenene kadar en masumâne bir duygusal yakınlaşma tecrübesine bile kapatılmış bulunan kafalarda da karşı cins hakkında sayısız mitler kök salıp durmaktaydı.

Karşı cinsle duygusal ve fiziksel temasın mümkün olduğunca minimize edildiği böyle bir ortamın atmosferi öğrencilere sıkı sıkıya aktarılan "büyük günahlar" öğretisiyle giderek okul ya da yurt dışı özel hayata da aktarılıyor, böylelikle ortaya ergenlikten itibaren teyzesinin kızıyla dahi konuşmaya korkar olmuş, yakın akraba ya da komşu kızlarını görünce yanakları al al olup kekelemeye ve o ortamdan bir an önce kaçmaya çalışan, cins-i latife karşı tam bir ürkeklik/cesaretsizlik abidesine dönüşmüş kişilikler çıkıyordu.


Muhafazakâr mahalledeki insanların özellikle son 20 yıl içinde -mevcut iktidarın da bunun yolunu açması sonucunda- çalışma hayatında elde ettikleri meslekî statülerin çeşitlenmesi, buna bağlı olarak aynı kesimin ekonomik refah düzeyinde gözlenen ciddi yükselişler sosyo-ekonomik bir vâkıâ olarak karşımızda duruyor.

Fakat, en az bu iki parametre kadar yoğun bir yükseliş sergileyen diğer bazı parametreler de var: Muhafazakâr evliliklerdeki boşanma oranının çeyrek yüzyıl öncesiyle kıyaslanamayacak kadar dehşetli bir düzeye ulaşması; yanı sıra dinin emir ve yasaklar sisteminin şiddetle kınadığı gizlice alkol/uyuşturucu kullanımı, kumar oynama, faizi ve rüşvet alıp vermeyi içselleştirme, evlilik dışı cinsel ilişki, eşlerin birbirlerini aldatmaları, toplum sahnesinde ölçüsüzce ve görgüsüzce sergilenen "kitsch" bir şatafatı "Kâfirler yıllardır diledikleri gibi yaşıyor, zenginlik niye Müslümanlara da yakışmasın, bizler daha iyi bir hayat yaşamaya lâyık değil miyiz?" gibi abidik gubidik bir gerekçeyle aklama çabaları…

Hakikate kalplerini, gözlerini ve kulaklarını büsbütün kapatarak kendilerine büyük kentlerde, çoğu kez iyice abartılmış bir gösteriş tutkusunun yansımalarıyla bezeli, Arapça ve Farsça anlamlı, kimi zaman ise düpedüz anlamsız tamlamalardan oluşan afili adlarıyla -onları inşâ eden mantığa göre- "İslâmîleştirilmiş" ultra-pahalı villa gruplarında kendilerince korunaklı, steril, güvenli hayatlar kurmuş sınırlı bir topluluk haricinde, bu satırları okuyan ezici bir çoğunluk benim kimleri ve neleri kastettiğimi çok iyi biliyor, anlıyor.

Daha derinlere inmiyor ve daha somut örnekler vermiyorsam, bu korkumdan ya da heybemde malzeme bulunmadığından değil, bütünüyle edebimden dolayıdır.

Hoş, zaten artık bu mahalledeki herkesin kendi özelinde, kendisine dair olmasa bile yakın akraba-arkadaş çevresiyle ilişkili böyle bir "çürüme hikâyesi" var.


Cumhuriyet tarihi boyunca asla erişilemeyen bir moderniteye, o modernitenin nimetlerini tüketen seküler burjuvaziye uzaktan öfkeli sloganlar savrularak durumun epeyce uzun süre idare edilebildiği bir çağdan çıkılıp aynı modernitenin tam orta yerinde yepyeni bir varoluş düzlemine geçildiğinde, elbette ki anılan topluluğun bütün mensuplarında değilse bile, yukarıda uzun uzadıya anlattığım türden baskılar, korkutmalar, sınırlamalar ve körlemesine nefretlerle donatıldıkları derme çatma bir eğitim tezgâhından geçmiş kişiliklerin -insanın yüreğine acı veren- bir bölümü, şimdilerde onlarca yılın ezikliklerini, komplekslerini, bastırılmışlıklarını dışarıya grotesk bir şekilde kusup duruyor.

Ziyaret -> Toplam : 125,07 M - Bugn : 94590

ulkucudunya@ulkucudunya.com